Gelin de
katılmayın, şu küçük oyunumuza; hanımlar önden, beyler arkadan.
Bu dinginlik
bana huzur veriyor; rakı, sigara; insan dünyayı bir masada tartabiliyor.
Kendime, taşıyamayacağım bir yük yaratsam ve onu taşısam ne olurdu ve bu benim,
küçük sırrım olsaydı ve kimse bilmeseydi, neyi değiştirirdi? Yinde de bu
dinginlik bana huzur veriyor; öte yandan herkes dahil, hiçkimse anlamasaydı fark
eder miydi ve sevmek, bu gece bana huzur veriyor. Oysa, her şey değişiyor ve bu
bana huzur veriyor.
Koşardım,
bekleseydin, yetişmek için; sokakta insanlar, akvaryumda balıklar; bakardım,
şaşardım; kendi dünyamda yaşardım, şaşırdım.
Karanlıkta duş
almayı severdi, bazen kendi sesinden bile ürkerdi, yataktan çıkmasa bile günler
geçerdi; bana sorarsan, onu fazla ciddiye alma; sarkıtırdı oltasını, takılan
tüm balıklar, canını acıttı; senin ağındaki hamamböceği değildi; kalabalıkta
olmayı sevmezdi, ama tenha sokaklardan geçmezdi, yalnız kalmak istese bile bunu
pek beceremezdi; örümcek, uğraştığın şeyleri çok ciddiye alma.
Biliyorum,
ayık hiç çekilmiyorum; siz ikiniz öyle olmadığını söylüyorsunuz, inanmak işime
geilr miydi kararsızım, ama söylediklerinizi önemsiyorum; siz ikiniz, ne kadar
da şirinsiniz; ufuk çizgimde durmuş biriniz, mor ve beyaz; sarhoşum biraz,
kaldırıp götürün beni, ya da uzanın yanıma yalnızca, lütfen sarılın bana?
Koşmak
isterdim, yürüyemezken; anlık mutluluğun peşinden; cennet, ziyafet ve cinnet,
vahşet! Sakin ol, sen çok mutlu bir çocuktun; o günler geride kaldı artık, çocukluğum
başkasının hayatı, sesini rahatlıkla görebiliyorum karanlıkta, yine de tüm
ışıklar yansın istiyorum; koşmak istiyorum, yürüyemezken; sadece gerçeğin
peşinden; sakin ol, hepsi için artık çok geç, sen çok mutlu bir çocuktun,
gözlerini kapa artık, seyret başkasının çocukluğunda hayatı; hatırla, o sendin
bir zamanlar; sesinden rahatsız olmaya başladım bu karanlıkta, sadece tüm
ışıklar yansın istiyorum.
Gri gökyüzüne
baktı ve tanrım, ne kadar da mavi?
Haplarını
içmeden uyuyamayan dostlarım var, sabahları yataktan çıkmak istemeyen; sarmadan
iki nefes çekmeden kendine gelemeyenleri duymuşluğum var; iki duble bir şey
atmadan, birbirine dokunamayan sevgililere nikahta şahitlik etmiş insanım
lakin; kalktıktan, yatana kadar ne istiyorsa onu yapan başarılıdır; hayat ot
ve kavaldan ibaret değildir; bencil misin peki; bir dava uğruna kahramanca
ölerek birileri tarafından hatırlanmak mı yoksa, kimse tarafından örnek alınmadan,
gösterişsizce yaşamak mı? İşaret dili sayesinde, dünyanın her yerinde anlaşabileceğin
birilerini bulabilirsin; hayalperest olmak, diğerlerinden daha fazla mı
gerçekçi olmayı gerektirir? Nüfus kağıdı diye bir şey; onda bir sürü şey yazar
ama hiçbiri sizin tercihiniz değildir, faşizm anne karnından da mı önce başlar?
Ama tavsiye ederim, aynaya bakınız; ben sıçarken, öyle yapıyorum.
Umutsuz
sayılmazdım ama, kendimi çaresiz hissettiğim doğruydu; her gün çantamı alıp
yola koyulmam ve ayakalarımın beni geri götürmesini başka türlü açıklayamazdım;
Buda heykeli gibi kaskatı, yerde bağdaş kurmuş, başı önde, kıpırtısız duran,
yalvarmayan, tevekkül içindeki dilencinin yanından geçtik; midyeciyle
selamlaşıp, kokoreççinin önünden, börekçiye giden yolun, çorbaçıya ayrılan
sapağına kadar birlikte devam ettik, ordan sonra ben gerisin geri döndüm; yaşlı
bir adam, genç bir çocuğun henüz kustuğu çöpte aranıyordu, kendine uygun bir
şeyler var mı diye; iki adım ilerde bir başka ergen, duvarın en karanlık
bölgesine kedi gibi tünemiş, sevdiği kızın penceresini gözlüyordu gizlice; iki
sokak ötede, neşeli çığlık ve kahkahalarıyla
sokağı çınlatan grubun sesi buraya kadar geliyordu; akşam vaktinin; çatal,
kaşık sesleri, ışıklar ve güzel kokular gelen o sıcak pencereleri tükenerek,
buz gibi duvara döndü; biri yine bisikletini içeri almayı unutmuştu ve ne balık
kokan bir köşküm, ne de içinde beni bekleyen bir denizkızı vardı ve haliyle ben
de oraya gitmedim; ayaz başlamıştı ve bu mevsimde hava gerçekten çok
sertleşirdi, üzerindeki kronikleşmiş karı temizleyip banka oturduktan sonra
ceketimin yakalarını kaldırdım, ellerimi delik ceplerime attım ve elimde ne
vardı bilin bakalım; bir müddet sonra gün ışığı, üzerindeki karanlık örtüyü
üstünden çekip sıyırdı ve ölü bedenini selamladı, hava o kadar yumuşak ve
temizdi ki; geceleri bacalardan çıkan o kara duman nefessiz bırakırdı, o denli
ki bazen ağlamak fikri gelirdi aklına; şimdi düşünüyorum da, eğer yaşamış
olsaydım hayat neye benzerdi?
Kapı,
hararetle çalar, elin ayağın dolaşır, aceleyle üzerine bir şeyler uydurur,
kapıyı açarsın, çoktan gitmiştir; vefa, bir bozadır, yalnızlıktan üşüdüğün
soğuk kış gecelerinde canın çeker, içmek isteyebilrsin ama, satın almak için
dışarı çıkmaya üşenirsin; rutin, uyandığında ilk yaptığın, geriye kalan
hayatının ilk gününe, için huzurla dolup, umutla bakmadan, yeni bir gün diye
düşünmeksizin, giyinip eve gitmektir; gece, sürpizlerle dolu, küçük havasız bir
odada otururken karanlıkta son biran, sigaran bitmişken, hala uykusuzken ve
uykulu değilken, başını öne eğip, düğmesi kopmuş donundan sarkan aletinle
yüzleşebilirsin ve her sabah “votka, rakı ve şarap”: şampiyonların kahvaltısı.
Belki bir
mezarın olur ama, ya üzerine şarap dökecek kimse olmazsa?