29 Mayıs 2012 Salı

ÇOK YORGUNUM, BENİ ELLEME KAPTAN


Gelin de katılmayın, şu küçük oyunumuza; hanımlar önden, beyler arkadan.
Bu dinginlik bana huzur veriyor; rakı, sigara; insan dünyayı bir masada tartabiliyor. Kendime, taşıyamayacağım bir yük yaratsam ve onu taşısam ne olurdu ve bu benim, küçük sırrım olsaydı ve kimse bilmeseydi, neyi değiştirirdi? Yinde de bu dinginlik bana huzur veriyor; öte yandan herkes dahil, hiçkimse anlamasaydı fark eder miydi ve sevmek, bu gece bana huzur veriyor. Oysa, her şey değişiyor ve bu bana huzur veriyor.
Koşardım, bekleseydin, yetişmek için; sokakta insanlar, akvaryumda balıklar; bakardım, şaşardım; kendi dünyamda yaşardım, şaşırdım.
Karanlıkta duş almayı severdi, bazen kendi sesinden bile ürkerdi, yataktan çıkmasa bile günler geçerdi; bana sorarsan, onu fazla ciddiye alma; sarkıtırdı oltasını, takılan tüm balıklar, canını acıttı; senin ağındaki hamamböceği değildi; kalabalıkta olmayı sevmezdi, ama tenha sokaklardan geçmezdi, yalnız kalmak istese bile bunu pek beceremezdi; örümcek, uğraştığın şeyleri çok ciddiye alma.
Biliyorum, ayık hiç çekilmiyorum; siz ikiniz öyle olmadığını söylüyorsunuz, inanmak işime geilr miydi kararsızım, ama söylediklerinizi önemsiyorum; siz ikiniz, ne kadar da şirinsiniz; ufuk çizgimde durmuş biriniz, mor ve beyaz; sarhoşum biraz, kaldırıp götürün beni, ya da uzanın yanıma yalnızca, lütfen sarılın bana?
Koşmak isterdim, yürüyemezken; anlık mutluluğun peşinden; cennet, ziyafet ve cinnet, vahşet! Sakin ol, sen çok mutlu bir çocuktun; o günler geride kaldı artık, çocukluğum başkasının hayatı, sesini rahatlıkla görebiliyorum karanlıkta, yine de tüm ışıklar yansın istiyorum; koşmak istiyorum, yürüyemezken; sadece gerçeğin peşinden; sakin ol, hepsi için artık çok geç, sen çok mutlu bir çocuktun, gözlerini kapa artık, seyret başkasının çocukluğunda hayatı; hatırla, o sendin bir zamanlar; sesinden rahatsız olmaya başladım bu karanlıkta, sadece tüm ışıklar yansın istiyorum.
Gri gökyüzüne baktı ve tanrım, ne kadar da mavi?
Haplarını içmeden uyuyamayan dostlarım var, sabahları yataktan çıkmak istemeyen; sarmadan iki nefes çekmeden kendine gelemeyenleri duymuşluğum var; iki duble bir şey atmadan, birbirine dokunamayan sevgililere nikahta şahitlik etmiş insanım lakin; kalktıktan, yatana kadar ne istiyorsa onu yapan başarılıdır; hayat ot ve kavaldan ibaret değildir; bencil misin peki; bir dava uğruna kahramanca ölerek birileri tarafından hatırlanmak mı yoksa, kimse tarafından örnek alınmadan, gösterişsizce yaşamak mı? İşaret dili sayesinde, dünyanın her yerinde anlaşabileceğin birilerini bulabilirsin; hayalperest olmak, diğerlerinden daha fazla mı gerçekçi olmayı gerektirir? Nüfus kağıdı diye bir şey; onda bir sürü şey yazar ama hiçbiri sizin tercihiniz değildir, faşizm anne karnından da mı önce başlar? Ama tavsiye ederim, aynaya bakınız; ben sıçarken, öyle yapıyorum.
Umutsuz sayılmazdım ama, kendimi çaresiz hissettiğim doğruydu; her gün çantamı alıp yola koyulmam ve ayakalarımın beni geri götürmesini başka türlü açıklayamazdım; Buda heykeli gibi kaskatı, yerde bağdaş kurmuş, başı önde, kıpırtısız duran, yalvarmayan, tevekkül içindeki dilencinin yanından geçtik; midyeciyle selamlaşıp, kokoreççinin önünden, börekçiye giden yolun, çorbaçıya ayrılan sapağına kadar birlikte devam ettik, ordan sonra ben gerisin geri döndüm; yaşlı bir adam, genç bir çocuğun henüz kustuğu çöpte aranıyordu, kendine uygun bir şeyler var mı diye; iki adım ilerde bir başka ergen, duvarın en karanlık bölgesine kedi gibi tünemiş, sevdiği kızın penceresini gözlüyordu gizlice; iki sokak ötede, neşeli çığlık ve  kahkahalarıyla sokağı çınlatan grubun sesi buraya kadar geliyordu; akşam vaktinin; çatal, kaşık sesleri, ışıklar ve güzel kokular gelen o sıcak pencereleri tükenerek, buz gibi duvara döndü; biri yine bisikletini içeri almayı unutmuştu ve ne balık kokan bir köşküm, ne de içinde beni bekleyen bir denizkızı vardı ve haliyle ben de oraya gitmedim; ayaz başlamıştı ve bu mevsimde hava gerçekten çok sertleşirdi, üzerindeki kronikleşmiş karı temizleyip banka oturduktan sonra ceketimin yakalarını kaldırdım, ellerimi delik ceplerime attım ve elimde ne vardı bilin bakalım; bir müddet sonra gün ışığı, üzerindeki karanlık örtüyü üstünden çekip sıyırdı ve ölü bedenini selamladı, hava o kadar yumuşak ve temizdi ki; geceleri bacalardan çıkan o kara duman nefessiz bırakırdı, o denli ki bazen ağlamak fikri gelirdi aklına; şimdi düşünüyorum da, eğer yaşamış olsaydım hayat neye benzerdi?
Kapı, hararetle çalar, elin ayağın dolaşır, aceleyle üzerine bir şeyler uydurur, kapıyı açarsın, çoktan gitmiştir; vefa, bir bozadır, yalnızlıktan üşüdüğün soğuk kış gecelerinde canın çeker, içmek isteyebilrsin ama, satın almak için dışarı çıkmaya üşenirsin; rutin, uyandığında ilk yaptığın, geriye kalan hayatının ilk gününe, için huzurla dolup, umutla bakmadan, yeni bir gün diye düşünmeksizin, giyinip eve gitmektir; gece, sürpizlerle dolu, küçük havasız bir odada otururken karanlıkta son biran, sigaran bitmişken, hala uykusuzken ve uykulu değilken, başını öne eğip, düğmesi kopmuş donundan sarkan aletinle yüzleşebilirsin ve her sabah “votka, rakı ve şarap”: şampiyonların kahvaltısı.
Belki bir mezarın olur ama, ya üzerine şarap dökecek kimse olmazsa?