22 Mayıs 2012 Salı

BİR MAYIS


Güneşin tepede parladığı ama hafif rüzgarın da serinletici etkisiyle bunaltmadığı; uçsuz bucaksız yemyeşil çayırlarda rengarenk kır çiçeklerinin açtığı, beyaz bulutlarla bezeli masmavi gökyüzünün, sonsuz berrak denizle birleştiği ufkun bile ötesinin göründüğü yerler, hatta bu manzarayı gören gözler bile vardı belki de; ben onlardan değildim ve bunları düşünmekten çok uzaktım. Betonun, arabaların, gürültünün, kalabalığın, acelenin, kirli havanın arasında kalmıştım, nerde olduğumu kestirmem kolay olmadı; bir yanda üstü, başı dökülen, kirli, leş gibi kokan, bakımsız ama gözleri parlayan çocuklar; diğer tarafta iyi giyimli, hijyenik ve maalesef ki parfümleri berbat kokan, bakımlı ve nursuz suratlar; bütün bunlar her zaman için benim kafamı karıştırmaya yetmiştir.
Geriye kalan hayatımın ilk gününe; içim huzurla dolup, umutla bakmadan, yeni bir gün diye düşünmeksizin uyanmıştım yine; her zamankinden, hayat işte. “Hayat böyle daha güzel.” gibi uzun cümleler kurmuyordum; bütün maceralarım ve dolayısıyla soluğum anca “hayat böyle...” ya da çoğunlukla, “hayat...”a kadar yetebiliyordu; oysa her zaman zenci bir saksofoncu olmak istemişimdir. Söylediğim gibi güneş parlıyordu, gözlüklerimin arkasından bunu görebiliyordum ve etrafta çok fazla ses vardı; ışığı biraz kısıp, müziğin sesini biraz daha açmak isterdim, eğer dans edecek olsaydım çünkü; böyle şeyler için önce havaya girmek gerekir ve ben hiç havamda değildim; dans etmeyecektim, eski bir dostla buluşacaktım sadece, onun bir başka dostunun çalıştığı çay bahçesinde.
Kısa bir bahar yürüyüşünün ardından buluşma noktasına varmıştım, o çoktan gelip, bir yer bulup, oturmuştu bile; uzun zaman olmuştu, görmeyeli, nasılsa öyleydi; ben, her zamankinden. Lafladık biraz, sonra birbirimizin sohbetinden sıkıldık ve birer akşamüzeri, yorgunluk birası içmeye karar verdik, kahveler ve sodalardan para almadı dostu, hadi yine iyiydik hani, beleşe getirmiştik sohbeti. Yürürken, dönüşte işportadan birer tane tespih alma fikri hoşuma gitmişti. Biraz da orda konuştuk ve gece tekrar buluşmak üzere ayrıldık, tezgah toplanmış, tespihler gitmişti; yani almak için, en az bir sonraki seferi bekleyecektik; “İşte, yaşamak için bir sebep daha.” diye geçirdim içimden, ne çok sebep vardı yaşamak için; bazen, tam da sırf bu sebepler yüzünden, yaşayamıyordu insan.
Gecesi, yani otuz nisan cumartesi; daha önceleri de arada uğradığımız, eli, yüzü düzgün, fiyatları uygun bir meyhaneye gittik, rakı söyledik; bir abisi varmış, o aradı, bunu çağırdı, bir on beş dakika onu görmesi lazımmış, giderken telefonunu bana bırakacaktı, ben evde unutmuştum benimkini, hiçbir zaman pek de bir işime yaramamıştı zaten; lazım oldu mu da ya ben bulamazdım, ya yanımda olmazdı, ya şarjım, ya da kontörüm olmazdı. O gitmeden; çay bahçesindeki dostu geldi, bira söyledi; gitti sonra, telefona ihtiyacım kalmamıştı artık, o yüzden bırakmadı, yeni almıştı, fena bir telefon da sayılmazdı; biz içmeye ve devam ettik sohbete. Bir yarım saat sonra geldi, yanında abisi ve abisinin bir başka kardeşi, daha büyük bir masaya geçtik ve sanırım tanıştık; sonra kalktılar onlar, biz; yani ben, eski dostum ve yeni dostum oturmaya ve her ne yapıyorsak devam ettik ona.
Sonra bir baktık, yalnızca masada üçümüz kalmamıştık, herkes gitmişti, geride sadece çalışanlar ve biz vardık, ışıklarını da kapamışlardı dükkanın, bizi bekliyorlardı, başta farkında bile değildik, zaman almıştı anlamamız ama ne kadar zaman sıkışıp kalmıştı arada, bilemedik asla; dikdörtgen bir masada eski karşımda, yeni onun solunda?
“Kalkalım, ben kötü oldum.” dedi eski, dirsekleri masaya dayalı, başı ellerinin arasında, gözlerini sıkarak.
“Yapma, içkini bitir daha karıya götürcem seni.” dedi yeni.
Bizimkinin gözleri birden fal taşı gibi açıldı:
“Karıya götürcem dedi bak, şahitsin, bu gece götürcek, o zaman içiyorum.” diyerek, dikti kafaya, bardağın dibinde kalan rakıyı, bizimkiler de bitmişti zaten ve ekledi: “Ben tuvalete sikimi kaldırmaya gidiyorum.”
Eski içerde meşgulken, yeni bana döndü ve sordu:
“N’apcaz, bunun kafası olmuş, karı diye tutturdu?”
O anda, “Meursault’u” kendime inanılmaz yakın hissetmiş, hatta kendi kendime içimden; “Aslında o adam benim.” bile demiştim.
Yeni geldi, oturdu, sanırım tuvalette işler iyi gitmişti, “İçkileriniz bittiyse kalkalım, daha işimiz var.” dedi.
“Ayıpsın, yalnız emanet var mı ...” dedi eski, “... geçen gün çevirdiler de yolda?”
Eski, masadan bir çatal aldı ve bir peçeteye silerek: “Tamam, sen merak etme.” dedi.
Hesabı istedik, geldi, paraları çıkardık, hesabı ödemeye gitti yeni; eskiyle biz masada kaldık ve o, gayet düzeyli bir şekilde üç meze tabağının ağzına kadar kustu, öyle ki; git, dök tabakları, doldur ve tekrar servis et, bir damla taşırmamış ve sıçratmamıştı.
Çıktık, “İstersen, sen gelme.” dedi bana, eski; asla böyle bir şeyi kabul edemezdim, toplamda yirmi lira ve bir çatalla, üç kişi koyulduk yola; toplumun en alt katmanının, dışlanmış insanların yaşadığı varoşlara; emniyet haritasında gösterilmeyen, polisin giremediği, kırmızı bölgeye.
Karanlıktı, hiç sokak lambası yoktu, gecekondular vardı ve sadece bazılarının ışıkları yanıktı, sokaklar dardı sonra, havlayan köpeklerin yakından ve uzaktan kulağımıza çalınan sesleri ve yolda boklar vardı ve her şey birbirine benziyordu; rehberimiz, yani yeni; yolu karıştırdığını söyledi; bana göre hava hoştu, yolu bilmediğimden, kaybolmuş gibi de hissetmiyordum; çok geçmeden yolu doğrulttu, karşımıza da kimse çıkmamıştı ve sonunda: “Burası.” dedi, girdik içeri.
Küçük, çıplak bir salon, zemini mermer ve duvarları beyaz; kapının hemen yanında, sol tarafta bir pencere; önünde lavabonun olduğu bir tezgah, üzerinde, el yapımı ahşap; kitaplık gibi duran, eskimiş ve verniksiz; bardak, tabak ve çanakları taşıyan raflar; hemen önünde küçük dikdörtgenler prizması bir soba; hani şu üzerinde, çay yapıp yemek pişirebildiklerinizden, altında da fırını vardır, orda örneğin; kestane ve patates yapabilirsiniz ve harika olurlar, olsa da yesek; sobanın önünde beyaz, plastik bir sandalye ve sandalyede oturan yaşlı başörtülü bir hanımefendi; kadının hemen önünde, köşede, çapraz bir televizyon; baştan STV açıktı, sonra Kanal 7’ye döndüler, sanırım Kurtuluş Savaşı’yla alakalı bir film yahut bir dizi dönüyordu; televizyonun sağında mavi bir tekli koltuk, koltukta gene yaşlı bir başka kadın; kadının solunda kapalı bir kapı; kapının berisinde yine aynı takımdan mavi bir ikili koltuk. Ben hemen kendimi bırakıp o koltuğa yayılmış; sonra derinlerde, ağır bir tiksinti duyup, bir solucan ya da bir kene gibi büzülmüştüm; mürşit de yanıma oturmuştu, arkadaşımız tezgahın yanındaki pencerenin önünde, ayaktaydı.
Pazarlıklar başladı, dediğim gibi toplamda yirmi liramız vardı yalnızca ve sandalyedeki pezevenk olan kadın, onu kedine alacağını söylemişti, ya orospusu? Başka paramız olmadığını söylediler, ve bana döndüler, ben de olmadığını söyledim. “O zaman, para bulun, öyle gelin.” dedi pezevenk, sonra eski dostum; şu yeni telefonunu çıkarıp, yeni aldığını ve az kullanıldığını söyledi, dediğine göre piyasada elli lira edermiş. Koltuktaki kadın, baştan etse de mırın, kırın; telefona ikna olmuştu, kızının istediği telefondanmış sanırım, öyle bir şeyler söylemişti; kartını çıkarıp telefonu kadına verdi, yirmi lirayı da ötekine verdiler; kızı kimdi acaba, güzel miydi, nasıl biriydi, bizim yaşlarda mıydı, sevsem, acaba aşkıma karşılık verir miydi?
Biraz sonra sağımdaki kapı açıldı, başka bir hanım çıktı, lavaboda elini yıkadı, bir zamanlar beyaz olan sabunla ve bir zamanlar temiz olan koyu renkli yatay şeritli bir havluyla ellerini sildi, işte bu kadar, temizlenmişti; peşi sıra içerden başka bir adam çıktı; bizimki, koltuktaki kadınla içeri girdi, cüzdanı mürşide ve çatalı bana bırakarak; çıkan kadın tekli koltuğa oturup televizyon izlemeye koyuldu, adamsa çoktan gitmişti, bir kez olsun yüzümüze bakmadan.
Dostumun içerden sesleri geliyordu, sürekli bir şeyler söylüyordu fakat ne dediğini anlayamıyordum. Yanımdaki, pezevenge; buraya çok geldiğini, daha önce başka müşteriler de getirdiğini ve o telefonun gerçekten kaliteli olduğunu söyledi. Kadın da, “Beni borçlu mu çıkarıcaksın, mesleğimi elimden mi alıcaksın pezevenk?” dedi, güldük.
Yeni dostum mürşit: “Burda çalışan biri daha vardı, o nerde?” diye sordu.
Pezevenk:
“Saatlik işe çıktı, arabaya gitti, nerdeyse gelir.” diye cevapladı.
İşi bitmişti ve o da gelmişti, yeniyle selamlaştılar, dürttü beni yeni ve eliyle de göstererek, “Ben bu karıya kaydım işte!” dedi, böbürlenerek.
“Eyvallah ...” dedim, “... saygı duyarım.” kafamı çevirdim, televizyona ve küllüğe bakıyordum ve sigara içiyordum; bir mayısın erken saatlerindeydik ve çalıp söylemeyi çok sevdiğim o şarkının içindeydim, hatta tam olarak “keep you doped with religion, sex and TV” kısmındaydım; dışarı işinden geleni beyaz plastik bir tabureyi pezevengin yanına çekti, dikkat etmemiştim o tabure daha önce nerdeydi? Pezevenge yirmi beş lira verdi, sonra sobadaki çaydanlıktan çay koydu ona.
Kapı açıldı, kadın çıktı ve yine aynı şekilde sadece ellerin yıkadı. Mürşit:
“Nası, memnun ettin mi çocuğu?”
“Etmem mi, milli aşkım o benim?”
Milli aşkı da kapıdan çıktı, biz ayağa kalktık, dışarı çıkarken kapıda bizimki, kadınlara:
“Amınıza bereket!”
Seviştiği kadın:
“Senin sikine bereket!” dedi ve ordan ayrıldık.
Ana caddeye çıkmadan hemen bir sokak önce, mürşit başka bir yoldan kendi evine gitmek üzere aramızdan ayrıldı, biz de eskinin evinin önüne gelince, olaysız bir şekilde, gürültü yapmadan dağıldık, sessizce; evimin yolunu tuttum, ezan okunmakta, sabah olmaktaydı; bir zamanlar, Orhan Veli’nin Gün Doğuyor şiirini çok seven bir sevgilim olmuştu; baştan elbiselerimi yakmayı düşünmüştüm aslında varınca ama, kirliye attım.
Ertesi sabah, daha doğrusu öğleden sonra bayram kutlamalarına katıldım; omuzdan tutmak istemişlerdi beni ve halaya katmak; bense, oldum olası hiç beceremem halay işini, telaşlanmış ve ağzımdaki sigarayı unutup ikinci bir sigara yakmıştım, nazikçe reddederken, ısrarcı teklifleri; o gün hiç görüşmedik, pazartesi akşamı beni aradı, akşamüzeri birasını içtiğimiz yerde yalnız başına içiyormuş, asla böyle bir şeyi kabul edemezdim; “Geliyorum.” dedim, gittim.
“Takoz gibiydi” dedi, “Bi an yalayıp biraz yumuşatsam mı dedim? Sonra tiksindim, vazgeçtim.” dedi;  sonra, “Ağzına alır mısın, abla?” demiş.
Kadın da, “Olmaz, oramla nimet yerim.” diyerek bir sigara yakmış, ilk postada kadın ‘v’ şeklinde, o ‘j’ şeklindeymiş, ikincisinde kadın dizleri üzerinde öne doğru eğilmiş ancak, götü çok büyük olduğundan bizimkinin aletinin anca ucu sürtüyormuş, hem çok yorulmuş bizimki:
“Abla, ben çok yoruldum, biraz ben yatayım; sen üstümde git, gel olmaz mı?”
“Olmaz.” diyerek bir sigara daha yakmış.
Bizimki ha bire konuşmaktaymış, abla dayanamamış, en sonunda uyarmış:
“Çok konuşuyosun, biraz sus da işimize bakalım.”
Babası, telefonu sormuş, “Kırıldı.” demiş. “Babam telefonu takas ettiğimi bilse bana kızmazdı, orospuya takas ettiğimi bilse yine kızmazdı ama; o karıya takas ettiğim bilse beni öldürürdü herhalde!” dedi, güldük.
Pişmanlık duyduğunu söyledi sonra, bana saçma gelmişti, bence birdi, fark eder miydi? Ona, “Yapmadığın bir şeyden pişmanlık duyacağına, yaptığından duy, daha iyi.” dedim, galiba morali düzeldi, birer bira daha söyledik.