Güneşin tepede parladığı ama
hafif rüzgarın da serinletici etkisiyle bunaltmadığı; uçsuz bucaksız yemyeşil
çayırlarda rengarenk kır çiçeklerinin açtığı, beyaz bulutlarla bezeli masmavi
gökyüzünün, sonsuz berrak denizle birleştiği ufkun bile ötesinin göründüğü
yerler, hatta bu manzarayı gören gözler bile vardı belki de; ben onlardan
değildim ve bunları düşünmekten çok uzaktım. Betonun, arabaların, gürültünün,
kalabalığın, acelenin, kirli havanın arasında kalmıştım, nerde olduğumu
kestirmem kolay olmadı; bir yanda üstü, başı dökülen, kirli, leş gibi kokan,
bakımsız ama gözleri parlayan çocuklar; diğer tarafta iyi giyimli, hijyenik ve
maalesef ki parfümleri berbat kokan, bakımlı ve nursuz suratlar; bütün bunlar
her zaman için benim kafamı karıştırmaya yetmiştir.
Geriye kalan
hayatımın ilk gününe; içim huzurla dolup, umutla bakmadan, yeni bir gün diye
düşünmeksizin uyanmıştım yine; her zamankinden, hayat işte. “Hayat böyle daha
güzel.” gibi uzun cümleler kurmuyordum; bütün maceralarım ve dolayısıyla
soluğum anca “hayat böyle...” ya da çoğunlukla, “hayat...”a kadar
yetebiliyordu; oysa her zaman zenci bir saksofoncu olmak istemişimdir.
Söylediğim gibi güneş parlıyordu, gözlüklerimin arkasından bunu görebiliyordum
ve etrafta çok fazla ses vardı; ışığı biraz kısıp, müziğin sesini biraz daha
açmak isterdim, eğer dans edecek olsaydım çünkü; böyle şeyler için önce havaya
girmek gerekir ve ben hiç havamda değildim; dans etmeyecektim, eski bir dostla
buluşacaktım sadece, onun bir başka dostunun çalıştığı çay bahçesinde.
Kısa bir bahar
yürüyüşünün ardından buluşma noktasına varmıştım, o çoktan gelip, bir yer
bulup, oturmuştu bile; uzun zaman olmuştu, görmeyeli, nasılsa öyleydi; ben, her
zamankinden. Lafladık biraz, sonra birbirimizin sohbetinden sıkıldık ve birer
akşamüzeri, yorgunluk birası içmeye karar verdik, kahveler ve sodalardan para
almadı dostu, hadi yine iyiydik hani, beleşe getirmiştik sohbeti. Yürürken,
dönüşte işportadan birer tane tespih alma fikri hoşuma gitmişti. Biraz da orda
konuştuk ve gece tekrar buluşmak üzere ayrıldık, tezgah toplanmış, tespihler
gitmişti; yani almak için, en az bir sonraki seferi bekleyecektik; “İşte,
yaşamak için bir sebep daha.” diye geçirdim içimden, ne çok sebep vardı yaşamak
için; bazen, tam da sırf bu sebepler yüzünden, yaşayamıyordu insan.
Gecesi, yani
otuz nisan cumartesi; daha önceleri de arada uğradığımız, eli, yüzü düzgün,
fiyatları uygun bir meyhaneye gittik, rakı söyledik; bir abisi varmış, o aradı,
bunu çağırdı, bir on beş dakika onu görmesi lazımmış, giderken telefonunu bana
bırakacaktı, ben evde unutmuştum benimkini, hiçbir zaman pek de bir işime
yaramamıştı zaten; lazım oldu mu da ya ben bulamazdım, ya yanımda olmazdı, ya
şarjım, ya da kontörüm olmazdı. O gitmeden; çay bahçesindeki dostu geldi, bira
söyledi; gitti sonra, telefona ihtiyacım kalmamıştı artık, o yüzden bırakmadı,
yeni almıştı, fena bir telefon da sayılmazdı; biz içmeye ve devam ettik
sohbete. Bir yarım saat sonra geldi, yanında abisi ve abisinin bir başka
kardeşi, daha büyük bir masaya geçtik ve sanırım tanıştık; sonra kalktılar
onlar, biz; yani ben, eski dostum ve yeni dostum oturmaya ve her ne yapıyorsak
devam ettik ona.
Sonra bir
baktık, yalnızca masada üçümüz kalmamıştık, herkes gitmişti, geride sadece
çalışanlar ve biz vardık, ışıklarını da kapamışlardı dükkanın, bizi
bekliyorlardı, başta farkında bile değildik, zaman almıştı anlamamız ama ne
kadar zaman sıkışıp kalmıştı arada, bilemedik asla; dikdörtgen bir masada eski
karşımda, yeni onun solunda?
“Kalkalım, ben
kötü oldum.” dedi eski, dirsekleri masaya dayalı, başı ellerinin arasında,
gözlerini sıkarak.
“Yapma, içkini
bitir daha karıya götürcem seni.” dedi yeni.
Bizimkinin
gözleri birden fal taşı gibi açıldı:
“Karıya
götürcem dedi bak, şahitsin, bu gece götürcek, o zaman içiyorum.” diyerek,
dikti kafaya, bardağın dibinde kalan rakıyı, bizimkiler de bitmişti zaten ve
ekledi: “Ben tuvalete sikimi kaldırmaya gidiyorum.”
Eski içerde
meşgulken, yeni bana döndü ve sordu:
“N’apcaz,
bunun kafası olmuş, karı diye tutturdu?”
O anda,
“Meursault’u” kendime inanılmaz yakın hissetmiş, hatta kendi kendime içimden;
“Aslında o adam benim.” bile demiştim.
Yeni geldi,
oturdu, sanırım tuvalette işler iyi gitmişti, “İçkileriniz bittiyse kalkalım,
daha işimiz var.” dedi.
“Ayıpsın,
yalnız emanet var mı ...” dedi eski, “... geçen gün çevirdiler de yolda?”
Eski, masadan
bir çatal aldı ve bir peçeteye silerek: “Tamam, sen merak etme.” dedi.
Hesabı
istedik, geldi, paraları çıkardık, hesabı ödemeye gitti yeni; eskiyle biz
masada kaldık ve o, gayet düzeyli bir şekilde üç meze tabağının ağzına kadar
kustu, öyle ki; git, dök tabakları, doldur ve tekrar servis et, bir damla
taşırmamış ve sıçratmamıştı.
Çıktık,
“İstersen, sen gelme.” dedi bana, eski; asla böyle bir şeyi kabul edemezdim,
toplamda yirmi lira ve bir çatalla, üç kişi koyulduk yola; toplumun en alt
katmanının, dışlanmış insanların yaşadığı varoşlara; emniyet haritasında
gösterilmeyen, polisin giremediği, kırmızı bölgeye.
Karanlıktı,
hiç sokak lambası yoktu, gecekondular vardı ve sadece bazılarının ışıkları
yanıktı, sokaklar dardı sonra, havlayan köpeklerin yakından ve uzaktan
kulağımıza çalınan sesleri ve yolda boklar vardı ve her şey birbirine
benziyordu; rehberimiz, yani yeni; yolu karıştırdığını söyledi; bana göre hava
hoştu, yolu bilmediğimden, kaybolmuş gibi de hissetmiyordum; çok geçmeden yolu
doğrulttu, karşımıza da kimse çıkmamıştı ve sonunda: “Burası.” dedi, girdik
içeri.
Küçük, çıplak
bir salon, zemini mermer ve duvarları beyaz; kapının hemen yanında, sol tarafta
bir pencere; önünde lavabonun olduğu bir tezgah, üzerinde, el yapımı ahşap;
kitaplık gibi duran, eskimiş ve verniksiz; bardak, tabak ve çanakları taşıyan
raflar; hemen önünde küçük dikdörtgenler prizması bir soba; hani şu üzerinde,
çay yapıp yemek pişirebildiklerinizden, altında da fırını vardır, orda örneğin;
kestane ve patates yapabilirsiniz ve harika olurlar, olsa da yesek; sobanın
önünde beyaz, plastik bir sandalye ve sandalyede oturan yaşlı başörtülü bir
hanımefendi; kadının hemen önünde, köşede, çapraz bir televizyon; baştan STV açıktı,
sonra Kanal 7’ye döndüler, sanırım Kurtuluş Savaşı’yla alakalı bir film yahut
bir dizi dönüyordu; televizyonun sağında mavi bir tekli koltuk, koltukta gene
yaşlı bir başka kadın; kadının solunda kapalı bir kapı; kapının berisinde yine
aynı takımdan mavi bir ikili koltuk. Ben hemen kendimi bırakıp o koltuğa
yayılmış; sonra derinlerde, ağır bir tiksinti duyup, bir solucan ya da bir kene
gibi büzülmüştüm; mürşit de yanıma oturmuştu, arkadaşımız tezgahın yanındaki
pencerenin önünde, ayaktaydı.
Pazarlıklar
başladı, dediğim gibi toplamda yirmi liramız vardı yalnızca ve sandalyedeki
pezevenk olan kadın, onu kedine alacağını söylemişti, ya orospusu? Başka
paramız olmadığını söylediler, ve bana döndüler, ben de olmadığını söyledim. “O
zaman, para bulun, öyle gelin.” dedi pezevenk, sonra eski dostum; şu yeni
telefonunu çıkarıp, yeni aldığını ve az kullanıldığını söyledi, dediğine göre
piyasada elli lira edermiş. Koltuktaki kadın, baştan etse de mırın, kırın;
telefona ikna olmuştu, kızının istediği telefondanmış sanırım, öyle bir şeyler
söylemişti; kartını çıkarıp telefonu kadına verdi, yirmi lirayı da ötekine
verdiler; kızı kimdi acaba, güzel miydi, nasıl biriydi, bizim yaşlarda mıydı,
sevsem, acaba aşkıma karşılık verir miydi?
Biraz sonra
sağımdaki kapı açıldı, başka bir hanım çıktı, lavaboda elini yıkadı, bir
zamanlar beyaz olan sabunla ve bir zamanlar temiz olan koyu renkli yatay
şeritli bir havluyla ellerini sildi, işte bu kadar, temizlenmişti; peşi sıra
içerden başka bir adam çıktı; bizimki, koltuktaki kadınla içeri girdi, cüzdanı
mürşide ve çatalı bana bırakarak; çıkan kadın tekli koltuğa oturup televizyon
izlemeye koyuldu, adamsa çoktan gitmişti, bir kez olsun yüzümüze bakmadan.
Dostumun
içerden sesleri geliyordu, sürekli bir şeyler söylüyordu fakat ne dediğini
anlayamıyordum. Yanımdaki, pezevenge; buraya çok geldiğini, daha önce başka
müşteriler de getirdiğini ve o telefonun gerçekten kaliteli olduğunu söyledi.
Kadın da, “Beni borçlu mu çıkarıcaksın, mesleğimi elimden mi alıcaksın
pezevenk?” dedi, güldük.
Yeni dostum
mürşit: “Burda çalışan biri daha vardı, o nerde?” diye sordu.
Pezevenk:
“Saatlik işe
çıktı, arabaya gitti, nerdeyse gelir.” diye cevapladı.
İşi bitmişti
ve o da gelmişti, yeniyle selamlaştılar, dürttü beni yeni ve eliyle de
göstererek, “Ben bu karıya kaydım işte!” dedi, böbürlenerek.
“Eyvallah ...”
dedim, “... saygı duyarım.” kafamı çevirdim, televizyona ve küllüğe bakıyordum
ve sigara içiyordum; bir mayısın erken saatlerindeydik ve çalıp söylemeyi çok
sevdiğim o şarkının içindeydim, hatta tam olarak “keep you doped with religion,
sex and TV” kısmındaydım; dışarı işinden geleni beyaz plastik bir tabureyi
pezevengin yanına çekti, dikkat etmemiştim o tabure daha önce nerdeydi?
Pezevenge yirmi beş lira verdi, sonra sobadaki çaydanlıktan çay koydu ona.
Kapı açıldı,
kadın çıktı ve yine aynı şekilde sadece ellerin yıkadı. Mürşit:
“Nası, memnun
ettin mi çocuğu?”
“Etmem mi,
milli aşkım o benim?”
Milli aşkı da
kapıdan çıktı, biz ayağa kalktık, dışarı çıkarken kapıda bizimki, kadınlara:
“Amınıza bereket!”
Seviştiği
kadın:
“Senin sikine
bereket!” dedi ve ordan ayrıldık.
Ana caddeye
çıkmadan hemen bir sokak önce, mürşit başka bir yoldan kendi evine gitmek üzere
aramızdan ayrıldı, biz de eskinin evinin önüne gelince, olaysız bir şekilde,
gürültü yapmadan dağıldık, sessizce; evimin yolunu tuttum, ezan okunmakta,
sabah olmaktaydı; bir zamanlar, Orhan Veli’nin Gün Doğuyor şiirini çok seven
bir sevgilim olmuştu; baştan elbiselerimi yakmayı düşünmüştüm aslında varınca
ama, kirliye attım.
Ertesi sabah,
daha doğrusu öğleden sonra bayram kutlamalarına katıldım; omuzdan tutmak
istemişlerdi beni ve halaya katmak; bense, oldum olası hiç beceremem halay
işini, telaşlanmış ve ağzımdaki sigarayı unutup ikinci bir sigara yakmıştım,
nazikçe reddederken, ısrarcı teklifleri; o gün hiç görüşmedik, pazartesi akşamı
beni aradı, akşamüzeri birasını içtiğimiz yerde yalnız başına içiyormuş, asla
böyle bir şeyi kabul edemezdim; “Geliyorum.” dedim, gittim.
“Takoz
gibiydi” dedi, “Bi an yalayıp biraz yumuşatsam mı dedim? Sonra tiksindim,
vazgeçtim.” dedi; sonra, “Ağzına alır
mısın, abla?” demiş.
Kadın da,
“Olmaz, oramla nimet yerim.” diyerek bir sigara yakmış, ilk postada kadın ‘v’
şeklinde, o ‘j’ şeklindeymiş, ikincisinde kadın dizleri üzerinde öne doğru
eğilmiş ancak, götü çok büyük olduğundan bizimkinin aletinin anca ucu
sürtüyormuş, hem çok yorulmuş bizimki:
“Abla, ben çok
yoruldum, biraz ben yatayım; sen üstümde git, gel olmaz mı?”
“Olmaz.”
diyerek bir sigara daha yakmış.
Bizimki ha
bire konuşmaktaymış, abla dayanamamış, en sonunda uyarmış:
“Çok
konuşuyosun, biraz sus da işimize bakalım.”
Babası,
telefonu sormuş, “Kırıldı.” demiş. “Babam telefonu takas ettiğimi bilse bana
kızmazdı, orospuya takas ettiğimi bilse yine kızmazdı ama; o karıya takas
ettiğim bilse beni öldürürdü herhalde!” dedi, güldük.
Pişmanlık
duyduğunu söyledi sonra, bana saçma gelmişti, bence birdi, fark eder miydi?
Ona, “Yapmadığın bir şeyden pişmanlık duyacağına, yaptığından duy, daha iyi.”
dedim, galiba morali düzeldi, birer bira daha söyledik.