Saat
yedi civarlarıydı, acıktığımı hissetmiş ve henüz kahvaltı yapmadığımı fark
etmiştim. Daha fazla zaman kaybetmeden üzerime bir şeyler geçirip dışarı
çıktım, uyandığımda beş filan olmalıydı, güneş yeni batmakta, karanlık örtü
gözümün alabildiği her yere egemen olmaktaydı, havanın serin olması yanı sıra
herkesin kurulu bir düzeni vardı ve geçtiğim sokaklar tenha sayılırdı. Dükkandan
içeri girdim, daha dolmamıştı, boş masalardan birine oturdum ve siparişimi
verdim. Patatesimin kızarmasını beklerken, bir yandan da etrafa göz atıyordum,
yalnızken ve beklerken ya da biri bir şeyler anlatırken insan sıkılıyordu
haliyle; bu zor zamanlarda kadraja güzel bir kadın yüzü veya vücudunun güzel
bir parçası girse hiç fena olmazdı, uygun bir şey aramış ancak bulamamıştım;
piyasalar durgun, işler kesat, esnaf kan ağlıyor diye geçirdim içimden ve bir
sigara içmeye karar verdim beklerken, bunun için dışarı, kapının önüne çıkmam
gerekiyordu çünkü içerde sigara içmek yasaktı.
Dışarı
çıktığımda sigara içen iki kişi gördüm, sırtı bana dönük olan karşısındakine
hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu, arkadan sessizce yaklaştım ve elimi
omzuna atarak
“Dostum,
benim de seks hayatım berbat!” dedim, şaşkınlık içinde güldüler, tanıdıklardı,
neler yaptığımı sordular.
“Herzamankinden.
Geçen sabah okulda, sigara içiyorum avluda; hatunun biri gülümseyerek bana
selam verdi. Hemen gülücüğe odaklandım, Kemal Sunal’ın efsanevi repliğini
anımsadım, sanırım benden hoşlanıyordu, eh ben de ona karşı boş değildim hani,
karşılık olarak ben de ona bakıp aletimi sıvazladım, sanırım bana aşık oldu.”
Sigaraları
bitmişti, içeri geçeceklerdi, yeni geldiklerini öğrenmiştim ve kızarmış patates
istediğimi söyleyerek onları masama davet ettim, mezarcılar(!) hemen kabul
ettiler.
Ben
de bitirdikten sonra yanlarına oturdum, biram ve patatesim gelmişti, hararetliye
ne olduğunu sordum:
“Çok sevdik be
abi!”
“İnsan insana
bunu yapar mı?”
“Yok, bunu
yapan insan olamaz!”
Aramızdaki
sohbet aşağı yukarı bu şekilde gelişti, sevgilisinden ayrılıyormuş; benim için
sürpriz değildi, açıkçası üzülmemiştim de, anlaşamıyorlarmış. Kızı ilk
gördüğümüz zamanı hatırladım; hararetliyle oturup laflıyorduk. Arkadaşlarıyla
durakta buluşmuş, buraya kadar kısa mesafe yürümüşler, yolda tipsiz, kılıksız
düşük erkeklerin tacizkar bakışlarından ve belki de laf atmalarından tiksinmiş
olmalıydılar, yan masalardan birine oturduklarında. Bizimki de bakıyordu, hatta
bakmıyor gözleriyle seviyordu ona; hacı, hacıyı Mekke’de; deli, deliyi dakkada;
kör tuttuğunu; bense uzaktan, severim gözlerimle; demiştim. Hanımkızımız da bu
durumdan hiç de rahatsız değildi; oğlanımızın eli yüzü düzgün, kılığı kıyafeti
temiz tam bir küçük burjuvaydı. Yengenin de maşallahı vardı hani, tezgahtaki bir
erik gibiydi, kütür kütür. Kuyucaklı Yusuf’ta, Sabahattin Ali ne kadar başarılı
tarif etmişti hanımkızlarımızın genel vaziyetini; Yusuf’un kadını Muazzez’di bu
arada, benim aşkımsa Macide, İçimizdeki Şeytan’dan; peki ya Maria Puder? Aman
tanrım Kürk Mantolu Madonna benim itirafnamemdir!
Ve
olaylar gelişir; bakışırlarken bizim masada dönen muhabbette düzey belin
altındadır ancak han’fendinin yanında arkadaşımız İstanbul Beyfendisi’ne
dönüşmüştür, bu bok yiyip pasta sıçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Süreç
içinde elde etmenin rahatlığıyla rol yapmayı bırakan adamımızın gerçek yüzü
karşısında hayrete düşer kadın: odunmuş bu, ilk zamanlarımızda hiç böyle
değildi, tam bir öküze dönüştü, asla böyle bir şey kabul edemem; şurdaki çocuk
da sanırım benle ilgileniyor, hazır buralardayken, şansımı bir de onla deneyim
diye düşünerek; tezkereyi vermişti işte, bizim hararetlinin eline.
Olanca
ilgisizliğimle mevcut dikkatimin tümünü tekrar masaya verdim, diğeri telefonu
yanağından yeni indirmişti masaya; kim olduğunu sordum, söyledi, çok geçmeden o
da masaya damladı, tam bir yancıydı, onu hoşlarken “Yancılara ayrı hesap açın!”
diye bara doğru seslendim, misafirlerim karşımda oturuyorlardı, o da yanıma
geçmişti.
Ekip
tamamlanmıştı, eğer isterlerse şimdi bu ikisi bir olup bu gece benim canıma
pekala okuyabilirdi. Hararetlinin yanındaki; evde sorunlu bir çocukluk
geçirmiş, mahallede arkadaşları bunla hep alay etmiş, okuldaysa hocaları
azarlayıp, dövmüşler, fatura yatırırken önüne geçen adama bile hesap soramamış
ezik bir tip; bir yandan içten içe bana hayranlık besliyor, benden bir şeyler
kapmaya çalışıp acemi ve beceriksizce taklit etmesi onu kolaylıkla ele veriyor,
ayrıca benzerliklerimizi gördükçe şaşakalıyor ve öte yandan içten içe bana
acayip gıcık oluyor; asla bir otorite olmadım, bunun için üzülmüyorum da; örnek
yahut iyi bir insan olmadığımın da farkındayım, öyle bir iddiam da yok, ama bu
herif sapıkça bir şekilde beni olmak istediği adam yapmış, kafasında otoriteyle
eşleştirmiş ve yerime geçmek istiyor. Çok sakat bir durum ama dahası var;
yancı, yancılığı haricinde çok tehlikeli bir adamdır; size sezdirmeden kısa
vadeli anlık öfke birikimlerini, uzun vadeli nefret hesaplarında
değerlendirirken yüzünüze gülmeyi ihmal etmez, sinsidir, en uygun anı kollar;
bu yüzden çok önceden onu şerefsizler listeme eklemiştim. Tanık hararetlinin
huzurunda ve yancının desteğiyle hayattan intikamını benim üzerimden alabilir,
hararetlinin umrunda olmaz, sadece izler belki aksiyon hoşuna bile gider,
sonuçta bu onun meselesi değil, onu ilgilendirmez, o ne şiş yansın ne kebap
ister, bana yaptığı haksızlık onun yanına kâr kalırken, hararetli ikimizle de
arkadaşlığına devam eder; fakat galiba bu gece böyle bir gösteri olmayacak,
niyeti yok gibi ne var ki bu ikiyüzlülükle, belli olmaz yine de.
Gelenek,
çoğu zaman hatada ısrar demekti, kıtlamanın hikayesini bilip bilmediklerini
sordum ve anlatmaya koyuldum:
“İran’da
eskiden çaya hurma filan katıyolarmış, sonra bi İngiliz şirketi bunlara şeker
satalım demişler, Mollalar da kârdan pay istemişler, anlaşmışlar ve içeriği;
bundan kelli Allah’ın nimeti üzümü ve hurmayı çaya katmayın günah, şeker katın
olan bi fetva vermişler ve olaylar gelişir, İngilizler anlaşmaya uymayıp
mollalara paylarını vermemişler, bunun üzerine onlar da: cünüp gavurların icadı
şekeri çaya katmak caiz değildir, yukarda Allah, aşağıda Cehennem; ona göre
demişler halka, şehadet parmaklarını sallayarak. Eh imam bunu osurunca cemaat
de sıçmış haliyle; şekerleri sokaklara dökmüşler, pabucu pahalı gören
İngilizler çaresiz, mollalarla tekrar masaya oturmuş ve mollalar için
birinciden daha kârlı ikinci bir anlaşma yapmışlar. Mollalar da halka: hey,
hey, hey siz bizi yanlış anladınız dostum, kıtlama yaparak gusül aldırırsanız
işte o zaman helaldir, bundan gayri öyle yapın demişler.”
Hoşlarına
gitti, bunun aynısı bir başka hikaye daha geldi aklıma: Tanrı çoğalın demiş,
bunlar da onu dinlemiş, sonra bunu kontrol altında tutmak için nikahı icat
etmişler, törene ve ticari bir alışverişe dönmüş zamanla iş; eskiden din
adamlarının kıyım işini laik devlette memurlar devralmış. Nikahsız olunca zina,
günah; ama bunu gerekli yerlere bildirdiğinde tanrı buyruğu ve sevap; iki gönül
bir olunca işi tanrıya intikal ettirmek için niye bir aracıya ihtiyaç duyalım,
elbette söz konusu bir üstyapı kurumu devlet olunca anlarım. Ama bu hikayeyi
onlarla paylaşmadım; osurmanın değil de, sesli osurmanın ayıpsandığı bir
toplumda yaşıyorduk; peki osurmak niye ayıptı, neden komikti; peki ya komikle
gülünç arasındaki fark neydi? Nükte, ironi, mizah; ya gülme davranışının
kökeni?
Masada
sohbet koyulaştıkça, bulantım artmaya başladı; kadınlardan, futboldan, arabalar
ve pornoculara kadar geniş bir yelpazede sürüyordu sohbet, Sodom ve Gomore’yi
duymuşlar mıydı acaba? Ahlaksız halka çok kızan tanrı; büyük bir afetle onları
ve bu ahlaksızlığa ses çıkarmayarak ortak olanları cezalandırmıştı, yalnızca
muhalifler hayatta kalmıştı. Ahlak anlayışlarını yargılamıyorum ve toplumun
bireylerinin kendilerine sunulan kabın şeklini almalarını da anlayabilirim,
onlara yaptıkları gayet normal geliyor; tıpkı bizim masadakiler gibi ve onlar
ruhlarına, soyut bir vicdan üflendiğini zannediyorlar oysa insan; yaşadığı
dünyanın yabancısı değildir, kendi değerlerini yaratabilir, bunun için ne soyut
bir nefese ne de korkuya ihtiyaçları vardır zira, durum ortada; eğer dedikleri
gibi olsaydı, bu halde mi olurlardı? Gerçeğin anlık geçici bir görüntüsünün
yanılgısına kapılıp, ordan yargılayan ve hemen sonuç çıkaran insanlardı ve
durumları havucun peşinden koşan atlardan farksızdı; insan doğası dediklerini
duyar gibiyim ancak, ahlak üzerine kurulduğu temelin yansıması olan, bir müddet
gelişmesini daha sonraysa devamlılığını sağlayan bir üstyapı ögesidir.
Doğduğundan itibaren sistem tarafından, tüm unsurlarıyla tam saha pres kişiye
dikte ettirilen, dayatılan bir dünya görüşüdür; bireysel ilişkilerde de,
toplumsal meselelerde de görülür. Şekere abdest aldıran, bok yiyip pasta
sıçmaya çalışan, kendisine yabancı, kendinden olmayana düşman ve etrafındaki
haksızlıklara kayıtsız, ikiyüzlülüğü ve kumpasçılığı salık veren, pragmatist,
makyavelist pislikler yaratan anlayışın ürünü insan modelleri karşımdaydı;
kabul edelim aslında, hepimiz serbest piyasa çocuklarıydık.
Tanrıdan
bir Mesih ya da olmadı ibretlik büyük bir afet bekleyecek değildim, kimse gelip
beni kurtarmayacaktı, etrafımdakilere baktım, ne işim vardı burda, bu insanlarla?
Tarihin nesnesi olan ben, aynı zamanda öznesiydim, her şey benim elimdeydi ve
yine tek başına olunca yetersizdim, benim gibilerle yan yana gelebildiğim
ölçüde anlam kazanabilirdim, daha fazla bekleyemezdim; son yudumu çekip
yanlarından kalktım, hesabı ödeyip doğruca başka bir mekanın yolunu tuttum…