11 Mayıs 2012 Cuma

KIZARMIŞ PATATES


                Saat yedi civarlarıydı, acıktığımı hissetmiş ve henüz kahvaltı yapmadığımı fark etmiştim. Daha fazla zaman kaybetmeden üzerime bir şeyler geçirip dışarı çıktım, uyandığımda beş filan olmalıydı, güneş yeni batmakta, karanlık örtü gözümün alabildiği her yere egemen olmaktaydı, havanın serin olması yanı sıra herkesin kurulu bir düzeni vardı ve geçtiğim sokaklar tenha sayılırdı. Dükkandan içeri girdim, daha dolmamıştı, boş masalardan birine oturdum ve siparişimi verdim. Patatesimin kızarmasını beklerken, bir yandan da etrafa göz atıyordum, yalnızken ve beklerken ya da biri bir şeyler anlatırken insan sıkılıyordu haliyle; bu zor zamanlarda kadraja güzel bir kadın yüzü veya vücudunun güzel bir parçası girse hiç fena olmazdı, uygun bir şey aramış ancak bulamamıştım; piyasalar durgun, işler kesat, esnaf kan ağlıyor diye geçirdim içimden ve bir sigara içmeye karar verdim beklerken, bunun için dışarı, kapının önüne çıkmam gerekiyordu çünkü içerde sigara içmek yasaktı.
                Dışarı çıktığımda sigara içen iki kişi gördüm, sırtı bana dönük olan karşısındakine hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu, arkadan sessizce yaklaştım ve elimi omzuna atarak
                “Dostum, benim de seks hayatım berbat!” dedim, şaşkınlık içinde güldüler, tanıdıklardı, neler yaptığımı sordular.
                “Herzamankinden. Geçen sabah okulda, sigara içiyorum avluda; hatunun biri gülümseyerek bana selam verdi. Hemen gülücüğe odaklandım, Kemal Sunal’ın efsanevi repliğini anımsadım, sanırım benden hoşlanıyordu, eh ben de ona karşı boş değildim hani, karşılık olarak ben de ona bakıp aletimi sıvazladım, sanırım bana aşık oldu.”
                Sigaraları bitmişti, içeri geçeceklerdi, yeni geldiklerini öğrenmiştim ve kızarmış patates istediğimi söyleyerek onları masama davet ettim, mezarcılar(!) hemen kabul ettiler.
                Ben de bitirdikten sonra yanlarına oturdum, biram ve patatesim gelmişti, hararetliye ne olduğunu sordum:
“Çok sevdik be abi!”
“İnsan insana bunu yapar mı?”
“Yok, bunu yapan insan olamaz!”
Aramızdaki sohbet aşağı yukarı bu şekilde gelişti, sevgilisinden ayrılıyormuş; benim için sürpriz değildi, açıkçası üzülmemiştim de, anlaşamıyorlarmış. Kızı ilk gördüğümüz zamanı hatırladım; hararetliyle oturup laflıyorduk. Arkadaşlarıyla durakta buluşmuş, buraya kadar kısa mesafe yürümüşler, yolda tipsiz, kılıksız düşük erkeklerin tacizkar bakışlarından ve belki de laf atmalarından tiksinmiş olmalıydılar, yan masalardan birine oturduklarında. Bizimki de bakıyordu, hatta bakmıyor gözleriyle seviyordu ona; hacı, hacıyı Mekke’de; deli, deliyi dakkada; kör tuttuğunu; bense uzaktan, severim gözlerimle; demiştim. Hanımkızımız da bu durumdan hiç de rahatsız değildi; oğlanımızın eli yüzü düzgün, kılığı kıyafeti temiz tam bir küçük burjuvaydı. Yengenin de maşallahı vardı hani, tezgahtaki bir erik gibiydi, kütür kütür. Kuyucaklı Yusuf’ta, Sabahattin Ali ne kadar başarılı tarif etmişti hanımkızlarımızın genel vaziyetini; Yusuf’un kadını Muazzez’di bu arada, benim aşkımsa Macide, İçimizdeki Şeytan’dan; peki ya Maria Puder? Aman tanrım Kürk Mantolu Madonna benim itirafnamemdir!
                Ve olaylar gelişir; bakışırlarken bizim masada dönen muhabbette düzey belin altındadır ancak han’fendinin yanında arkadaşımız İstanbul Beyfendisi’ne dönüşmüştür, bu bok yiyip pasta sıçmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Süreç içinde elde etmenin rahatlığıyla rol yapmayı bırakan adamımızın gerçek yüzü karşısında hayrete düşer kadın: odunmuş bu, ilk zamanlarımızda hiç böyle değildi, tam bir öküze dönüştü, asla böyle bir şey kabul edemem; şurdaki çocuk da sanırım benle ilgileniyor, hazır buralardayken, şansımı bir de onla deneyim diye düşünerek; tezkereyi vermişti işte, bizim hararetlinin eline.
                Olanca ilgisizliğimle mevcut dikkatimin tümünü tekrar masaya verdim, diğeri telefonu yanağından yeni indirmişti masaya; kim olduğunu sordum, söyledi, çok geçmeden o da masaya damladı, tam bir yancıydı, onu hoşlarken “Yancılara ayrı hesap açın!” diye bara doğru seslendim, misafirlerim karşımda oturuyorlardı, o da yanıma geçmişti.
                Ekip tamamlanmıştı, eğer isterlerse şimdi bu ikisi bir olup bu gece benim canıma pekala okuyabilirdi. Hararetlinin yanındaki; evde sorunlu bir çocukluk geçirmiş, mahallede arkadaşları bunla hep alay etmiş, okuldaysa hocaları azarlayıp, dövmüşler, fatura yatırırken önüne geçen adama bile hesap soramamış ezik bir tip; bir yandan içten içe bana hayranlık besliyor, benden bir şeyler kapmaya çalışıp acemi ve beceriksizce taklit etmesi onu kolaylıkla ele veriyor, ayrıca benzerliklerimizi gördükçe şaşakalıyor ve öte yandan içten içe bana acayip gıcık oluyor; asla bir otorite olmadım, bunun için üzülmüyorum da; örnek yahut iyi bir insan olmadığımın da farkındayım, öyle bir iddiam da yok, ama bu herif sapıkça bir şekilde beni olmak istediği adam yapmış, kafasında otoriteyle eşleştirmiş ve yerime geçmek istiyor. Çok sakat bir durum ama dahası var; yancı, yancılığı haricinde çok tehlikeli bir adamdır; size sezdirmeden kısa vadeli anlık öfke birikimlerini, uzun vadeli nefret hesaplarında değerlendirirken yüzünüze gülmeyi ihmal etmez, sinsidir, en uygun anı kollar; bu yüzden çok önceden onu şerefsizler listeme eklemiştim. Tanık hararetlinin huzurunda ve yancının desteğiyle hayattan intikamını benim üzerimden alabilir, hararetlinin umrunda olmaz, sadece izler belki aksiyon hoşuna bile gider, sonuçta bu onun meselesi değil, onu ilgilendirmez, o ne şiş yansın ne kebap ister, bana yaptığı haksızlık onun yanına kâr kalırken, hararetli ikimizle de arkadaşlığına devam eder; fakat galiba bu gece böyle bir gösteri olmayacak, niyeti yok gibi ne var ki bu ikiyüzlülükle, belli olmaz yine de.
                Gelenek, çoğu zaman hatada ısrar demekti, kıtlamanın hikayesini bilip bilmediklerini sordum ve anlatmaya koyuldum:
                “İran’da eskiden çaya hurma filan katıyolarmış, sonra bi İngiliz şirketi bunlara şeker satalım demişler, Mollalar da kârdan pay istemişler, anlaşmışlar ve içeriği; bundan kelli Allah’ın nimeti üzümü ve hurmayı çaya katmayın günah, şeker katın olan bi fetva vermişler ve olaylar gelişir, İngilizler anlaşmaya uymayıp mollalara paylarını vermemişler, bunun üzerine onlar da: cünüp gavurların icadı şekeri çaya katmak caiz değildir, yukarda Allah, aşağıda Cehennem; ona göre demişler halka, şehadet parmaklarını sallayarak. Eh imam bunu osurunca cemaat de sıçmış haliyle; şekerleri sokaklara dökmüşler, pabucu pahalı gören İngilizler çaresiz, mollalarla tekrar masaya oturmuş ve mollalar için birinciden daha kârlı ikinci bir anlaşma yapmışlar. Mollalar da halka: hey, hey, hey siz bizi yanlış anladınız dostum, kıtlama yaparak gusül aldırırsanız işte o zaman helaldir, bundan gayri öyle yapın demişler.”
                Hoşlarına gitti, bunun aynısı bir başka hikaye daha geldi aklıma: Tanrı çoğalın demiş, bunlar da onu dinlemiş, sonra bunu kontrol altında tutmak için nikahı icat etmişler, törene ve ticari bir alışverişe dönmüş zamanla iş; eskiden din adamlarının kıyım işini laik devlette memurlar devralmış. Nikahsız olunca zina, günah; ama bunu gerekli yerlere bildirdiğinde tanrı buyruğu ve sevap; iki gönül bir olunca işi tanrıya intikal ettirmek için niye bir aracıya ihtiyaç duyalım, elbette söz konusu bir üstyapı kurumu devlet olunca anlarım. Ama bu hikayeyi onlarla paylaşmadım; osurmanın değil de, sesli osurmanın ayıpsandığı bir toplumda yaşıyorduk; peki osurmak niye ayıptı, neden komikti; peki ya komikle gülünç arasındaki fark neydi? Nükte, ironi, mizah; ya gülme davranışının kökeni?
                Masada sohbet koyulaştıkça, bulantım artmaya başladı; kadınlardan, futboldan, arabalar ve pornoculara kadar geniş bir yelpazede sürüyordu sohbet, Sodom ve Gomore’yi duymuşlar mıydı acaba? Ahlaksız halka çok kızan tanrı; büyük bir afetle onları ve bu ahlaksızlığa ses çıkarmayarak ortak olanları cezalandırmıştı, yalnızca muhalifler hayatta kalmıştı. Ahlak anlayışlarını yargılamıyorum ve toplumun bireylerinin kendilerine sunulan kabın şeklini almalarını da anlayabilirim, onlara yaptıkları gayet normal geliyor; tıpkı bizim masadakiler gibi ve onlar ruhlarına, soyut bir vicdan üflendiğini zannediyorlar oysa insan; yaşadığı dünyanın yabancısı değildir, kendi değerlerini yaratabilir, bunun için ne soyut bir nefese ne de korkuya ihtiyaçları vardır zira, durum ortada; eğer dedikleri gibi olsaydı, bu halde mi olurlardı? Gerçeğin anlık geçici bir görüntüsünün yanılgısına kapılıp, ordan yargılayan ve hemen sonuç çıkaran insanlardı ve durumları havucun peşinden koşan atlardan farksızdı; insan doğası dediklerini duyar gibiyim ancak, ahlak üzerine kurulduğu temelin yansıması olan, bir müddet gelişmesini daha sonraysa devamlılığını sağlayan bir üstyapı ögesidir. Doğduğundan itibaren sistem tarafından, tüm unsurlarıyla tam saha pres kişiye dikte ettirilen, dayatılan bir dünya görüşüdür; bireysel ilişkilerde de, toplumsal meselelerde de görülür. Şekere abdest aldıran, bok yiyip pasta sıçmaya çalışan, kendisine yabancı, kendinden olmayana düşman ve etrafındaki haksızlıklara kayıtsız, ikiyüzlülüğü ve kumpasçılığı salık veren, pragmatist, makyavelist pislikler yaratan anlayışın ürünü insan modelleri karşımdaydı; kabul edelim aslında, hepimiz serbest piyasa çocuklarıydık.
                Tanrıdan bir Mesih ya da olmadı ibretlik büyük bir afet bekleyecek değildim, kimse gelip beni kurtarmayacaktı, etrafımdakilere baktım, ne işim vardı burda, bu insanlarla? Tarihin nesnesi olan ben, aynı zamanda öznesiydim, her şey benim elimdeydi ve yine tek başına olunca yetersizdim, benim gibilerle yan yana gelebildiğim ölçüde anlam kazanabilirdim, daha fazla bekleyemezdim; son yudumu çekip yanlarından kalktım, hesabı ödeyip doğruca başka bir mekanın yolunu tuttum…