25 Mart 2013 Pazartesi

BOKA SOR


                Üç katlı bir apartmanın üçüncü katında gözlerimi açtığımda dünyaya; susuzluktan boğazım kurumuş, kavruluyor ve canım aşırı derecede sigara çekiyordu; üstüne üstlük acayip şekilde sıkışmış, bir an önce işemeliydim.

                Her katında birbirinin aynı; iki oda, bir mutfak ve banyosu olan küçük birer daire bulunan; yapılmadan önce neye benzeyeceği hakkında üzerinde düşünülmemiş, yapılırken üzerinde pek de özenilmiş izlenimi bırakmayan, eskimiş ve yenilenmemiş bu apartmanda benden başka kimse kalmıyordu, tütünüm bitmiş, evde su kalmamış ve işemek için dahi önce ayağa kalkıp biraz yürümem gerekiyordu.
                Güneşliğin aralığından içeri sızan sarılığı, göz aralıklarımla görebiliyordum; demek bugün güneşlişliydi; eğer binaların sıkıştırdığı, bozuk, dar, kaldırımsız ya da ‘dar kaldırımlı’, ‘karanlık sokaklar’dan; avlu veya meydanlara çıkarsam, güneş batana değin, bulutların izin verdiği ölçüde kendimi ısıtabilirdim, hatta mevsimlik temkinli giysilerimin altında yürümeye kalksam terleyebilirdim bile.
                İkinci katta,sayılarını tam olarak bilemediğim geceli gündüzlü, ailecek çalışan bir kalabalık kalıyordu, yakın zamanda daha geniş ve fazla odalı, daha iyi ısınan bir eve taşınabilmişlerdi sonunda. Birinci kattakiler aylar öncesinden kaybolmuştu, küçük bir çocukları olan karı ve kocaydı bunlar. İlk taşındığımızda eşya arıyorduk, herif de ev arkadaşıma ikinci el eşya işi yaptığını söylemişti, aynı zamanda bir fabrikada çalışıyormuş; nelere ihtiyacımız olduğunu sormuş, birkaç gün sonra da telefonunda fotoğraflarıyla eşyaları göstermişti, eşyaları bir kere de gözlerimizle görmek istediğimizi söylediğimizde birkaç gün sonra tekrar kapımızı çalmış, bizi evine çağırmıştı. Evindeki eşyaları bize pazarlamaya çalışıyordu, hatta çamaşır makinesinin sağlam ve çalışır olduğunu o anda çalıştığından anlayabilmiştik; anladığım kadarıyla evindeki eşyaları bu şekilde değiştirerek eline geçen birkaç kuruşla bütçeye katkı yapıyordu; teşekkür ettik, almadık. Ev arkadaşım da uzun zamandır uğramıyordu.
                Yatakta öylece uzanmış tavana, sırf boyanması için rastgele ve zevksizce seçilen renkli duvarlara, ne hikmetse bir türlü birbiryle birleşememiş kirişlere, odanın yamukluğuna, perdelere, perdelerden taşıp her yanı dolduran aydınlığa, masama bakıyordum; kitaplar, şişeler ve küllükler -fazla eşyam olmamasına karşın bunların bir kısmı yerdeydiler de- bavulum ve üzerindeki her gün giydiğim kıyafetlerle. Mutfağın hali içler acısıydı; pek yemek yemediğim, nadiren de olsa yediğimde de genelde dışarda olduğum halde dolap tam takır ve şişelerle beraber epeydir yıkanmamış bulaşıklar ortalıktaydı ve mutfağa sığmıyorlardı.
                İşemek için nasıl olsa kalkacaktım ve tütün ve su almak içinse dışarı çıkmak zorundaydım, acelem olmamasına karşın o anda kararımı verdim, madem dışarı çıkacaktım eve dönmekte acele etmeyim bari okula gideyim dedim, kalktım ve öncelikle tuvalete yöneldim. Aylardır banyoyu da temizlememiştim ve kesinlikle temiz sayılmazdı. İşedikten sonra madem elimi yıkıyorum dedim, bari yüzümü de yıkayım, dişlerimi de fırçalayım.
                Belki de gerçekten aslında hayat sokaklardaydı da, bizim muhite pek uğramıyordu yalnızca ve sokaklarda hayat kovalamak pek de bana göre sayılmazdı çünkü öncelikle benim hayatımda maceraya yer yoktu ve hemen ardından en önemlisi de kim uğraşacaktı onla, benim derdim bana yeterdi? Her sabah durağa kadar yürümek, saatler gibi geçen dakikaların bir türlü bitmeyişi, beklemek, sonucunda bazen otobüs geldiği halde binememek, bindiğin takdirde dahi içerde nefes alacak kadar bile hava kalmayışı, herkesin birer fortçuya dönüşmesi ve bazı fırsatçıların bu durumdan gerçekten zevk alışı; kurbanlık koyunlar gibi bi yerlere gidişimiz, konserve balıklar gibi, çarşı iznindeki hepsi birbirine benzeyen askerler ya da toplama kampına giden Yahudiler gibi otobüslere binişimiz, boka üşüşen sineklermişizcesine bize gösterilen yerlere yerleşişimiz, hayatta bizden istenen konumları alışımız ve böylelikle dersimizin veya işimizin başına geçişimiz ve hiç inanılası değil ama bundan gerçekten hoşlanan insanların zevk alışı. Bitmek tükenmek bilmeyen hiçbir öğretici tarafı olmayan sıkıcı dersler, aralarda sırf konuşmuş olmak için konuşan, kendilerini evrenin merkezine koymaya çalışan ve buna inanmak için etraflarındaki insanları teyakkuza geçiren ve onları da buna inandırmaya çabalayan, karşılarındaki insanları hayatlarında bir kerecik olsun asla dinlememiş olan, onların anlattıklarıyla ancak ilgilerini çektiği ölçüde ilgilenen, onları anlamayı hiç denememiş, bencillikleri insanlarla insani ilişkiler kurmalarının önüne geçecek denli insanlıktan bihaber, ihtiyaç duydukları ölçüde muhatap olan ve bu ihtiyaçlarının karşılanmasını bekleyen, aslında hiç sevinmeyen, üzülmeyen, bir barın ardından tüm dünyaya her gece konuşma sesiyle: “yanlış yaşıyorsunuz!” diye haykıran adamın bile yüzüne bakabilmekte en ufak güçlük çekmeyen, gocunmayan, utanmayan, aslında buna da kulak asmayan, tüm varlıklarını çoktan tüketime armağan etmiş, aslında hiç yaşamayan, yaşamaya çalışan insanları asla ve asla anlayamayan, onların varlıklarından rahatsız olan, ancak ve ancak onların arkalarından konuşup yargılayan ve yüzlerine icap ettiği müddetçe gülümsemekten imtina etmeyen insanlar tarafından kuşatma altında bulunmak karşısında hayatta kalma ihtimalimi arttırmak ve dış dünyanın olası ve şapkadan çıkan tavşanmışçasına sürprizlerle dolu tehlikeleriyle yüzleşip boş gezmek, tüm bunlara karşı temkinli olmamak hiç akıl kârı değil. Benim hiçbir kalıcılığı olmayan geçici çözümüm, hiçbir kalıcılığı olmayan bu dünyada, sistem bütün unsurlarıyla bana yalan söylerken, bilinçli veya bilinçsiz sisteme eklemlenmeye çalışan ve en iyi ve en acı ihtimalle tüm iyi niyetleriyle beni idare etmeye sistemle bir şekilde barıştırmaya çalışan insanların, onunla kol kola girerek bu yalana ortak olmalarına yanımdan ayırmadığım ucuz bir cep viskisiyle cevap vermek. Bulgaristan’dan gizlice ithal edilen, bebek şampuanı gibi plastik bir şişede satılan tadı da en fazla viskiyi andıran bu içeceğin satıldığı bakkalın yerini önceden bir arkadaşım tarif etmişti lakin, yön duygum olmadığından mütevellit bir türlü bulamadığım ancak sonrasında başka bir arkadaşımın elimden tutarak beni oraya götürmesiyle kavuştuğum en iyi dostlarımdandır kendisi. Her aklımda geldiğinde yüklenmiyorum ona, bir iki fırt çekiyorum en fazla; evden çıkmadan örneğin, işlerim rast gitsin diye değil, yalnızca onlarla başa çıkarken daha az zorlanmak için; etrafımdakilerin ihtiyacı olduğunda imdadına yetişebilmesi de hoşuma gidiyor ayrıca, tadı bazılarının pek de hoşlarına gitmese bile.
                En azından sohbetini sevdiğim, samimiyetlerinden şüphe etmediğim ve bana tahammül etmeye çalışan insanlar da var onlarla geçenlerde başımdan geçen bir anımı paylaşmıştım, laf açılmıştı da ‘sıçamadığın yer senin değildir.’ diyerek ve eklemiştim sonuna ‘bu da böyle bir anımdır’, özet geçip:
                Annem sünnet için Kırklareli’ne gideceğimizi söylemişti, ona kendi sünnetim olduğunu mu sormuştum, hayır demişti, peki demiştim sünneti yapacak olan ben miydim, hayır, o zaman ne işim vardı orda? Ege sahillerinde yaşayan babaannesi bize gelmişti kurbanın önce. O kadın kan bağım olan pek çok insandan pek çok yakındı bana, o çocuk ve ana, babası da; yine de bu durumun benim gitmemi gerektirdiğinden pek de emin değildim, gittik, pişman olmadım, bilakis memnun dahi oldum bile diyebilirim gönül rahatlığıyla.
                Sünnetin ilk çıkışı bu coğrafyalardı yine, kıskanç bir babanın oğlunu hadım etme töreninden başka bir şey değildi, zamanla evrilerek bugüne gelmişti, korkusuyla beraber toplumsal hafızada muhafaza. Sonra Yahudilere geçiyor bu gelenek, peygamberin birinin tanrıyla bir güreşi sonucu karara bağlanan bir anlaşmanın nişanı olarak; onlardan müslümanlara, bizim memlekette dini motifiyle beraber bir erkek olma seremonisi de aynı anda; dünyanın pek çok yerinde de buna benzer uygulamalar mevcut kültürel olarak; erkek olmak işlemediğin suçların cezasını çekmek için peşinen bedel ödemeyi gerektiriyor pek çok toplumda, dinler yahut inanış, testiyi kırılmadan dövmeyi salık veriyor insanlara çocuklarını ve kimse de bunu sorgulamaksızın kabul edip uyguluyor da. Ruhsal ve fiziksel olarak verdiği kalıcı hasarlarla beraber; peki daha işlenmeden organlara, bedenlerimize ve düşünce dünyalarımıza atfedilen bu suçun gerçekten bir cezası var mı ya da bu aslında bir suç mudur? O zamana kadarki en büyük korkularımdan biriydi sünnet.
                Erkek olduğumu fark etmiştim ve herkes benim gibi değildi, bende olanın herkeste olmadığını fark ettiğimde elimde olanı yitirebilme fikri gerçekten can sıkıcı olmaktan daha öteydi. Bunu ilk fark ettiğimde; ben ne bileyim herkes bir kızceğize bir köşede elimdeki bu diye gösterirmiş, öteki de al benden de bu kadar dermiş; ben anasınıfındaki tüm kızlara göstermiştim, öğretmenim; bu işin eğitimini almış, bize nasıl yaklaşmasını bilen kişi beni dövmüştü, ben eğitimsizdim, henüz terbiye edilmemiş, onların tezgahından geçmemiştim ama girmiştim, kolay pes edecek değildim o zamanlar; öğrenilmiş çaresizlik ve gerçek dışı suçluluk durumlarını bilmiyor ve onlar tarafından kuşatılıp, etkisi altında kalmamıştım; kendimi ve içinde bulunduğum dünyayı keşfetmekteydim ve  ben de ona, bana vurana karşılık vermiştim; kültürümüz kızlara kendilerini sakınma ve ayıp fikrini aşılarken bana misafirlere kendimi sergilememi önerip, desteklemiş, beni ödüllendirmişti bu zamana değin. Sünnet oluşumsa ayrı bir hikayeydi; ilkolkuldaydım ve o yaz sona kalan herkes sünnet oluyordu, mahalle baskısını içimde hissetmiştim ve aileme sünnet olmak istediğimi söyledim, annem istersem olmayabileceğimi söylemişti ancak asla böyle bir şeyi kabul edemezdim, kararlıydım ve şimdiki aklım yoktu. Sünnet oluşumu kamerayla kaydetmişlerdi, odamı süslemiş bana sünnet kıyafetleri almıştık iş ciddiye binmişti ve üç buçuk atıyordum. Hastaneye gitmiştik, son anda tuvalete gitmek istediğimi söylemiştim, babam bana refakat etmişti son anda kaçmak istedim, tam tuvaletin kapısına geldiğimde ama babam bana mani olmuş, beni tutmuştu, masaya yatırdılar beni, birkaç orospu çocuğu bir olup tuttular beni, bağırıyordum, doktor önce uyuşturmak için sprey sıktı bana, “taşaklarım dondu” dedim, güldüler, sonra iğneleri saplamaya başladı bana, acı çekmiyordum ama hissedebiliyor ve feryat ediyordum, kimse dinlemedi beni ve ben anlayamadan bitirdi hekim işini, kafamı kaldırıp baktım, her şey bitmişti; sonra bir defa sünnet videomu izledim, her şey bir anda olup bitiveriyordu, benim zırladığım zamanlar makaslanmıştı lakin olup biten her şey işlenmişti altlı üstlü olarak bilincime. Kendi sünnet tecrübemi ve sünnetin tarihçesini anlatmadım kurbana.
                Bizde kaldığımız akşam büyükanne benden gitar çalmamı istemişti, bu işte de diğer her şeyde olduğu gibi pek parlak sayılmazdım; odun olmayım diye doğum günlerimde annem gitar almaya başlamıştı bana; annemin şaka anlayışını severim, pek traş olmam mesela annem bir doğum günümde bana bir traş makinesi almıştı, bir diğerindeyse saat mesajlar açık, anlaşılır ve dostaneydi, sorun benim bunları pek kullanmayışımdı artık; doğum günü de kutlamazdım en azından kendiminkini, bir keresinde kendi doğum günümde başka bir arkadaşmın doğum günü partisine katılmıştım, eğlenceliydi. Her neyse, çalmaya başlamıştım büyükanne “Pink Floyd mu bu?” deyince şaşrımış, kafamı kaldırıp onun o zamana kadar gördüğüm en kalın camlı gözlüklerinin arkasındaki dolan  gözleriyle yüzleşmiştim. Ortalığın epeyce karışık olduğu 12 Eylül öncesi zamanlarda, üç çocuğuyla İstanbul’da yaşamaya çalışan genç bir kadındı; kendi ifadesine göre, ömrü başkalarına hizmet etmekle geçmişti; uzun ve yorucu art arda gelen işlerden sonra bir iki parça bi şeylerle döndüğünde eve, akşamları ailecek plak dinlerlermiş; o günlere götüremesem de anımsatmıştım işte ve bu yüzden çalışıma özen göstermeye çalıştım.
                Düğün evine vardık, başka misafirler de vardı, çoktandır görmediğim çocuk kocaman olmuştu ve gerçekten çok akıllıydı. Gece Pompeii konserini izleyip kahve içmiştik, babasıyla; henüz gerçek müzik ilgisini çekmiyordu çocuğun, ama şanslıydı. Ertesi gün düğün günüydü, ev yine acayip kalabalıktı her yerde hiç tanımadığım bir sürü insan vardı ve hepsi bir şeylerden bahsediyorlardı, yatak odasının balkonuna sığınıp biraz kitap okudum. Konvoy sırası gelmişti, daha öncede Kırklareli’de bulunmuştum ama haritaya pek hakim değildim ve öte yandan, önceden de belirttiğim üzere yön duygumun olmayışı, konvoyun ilgimi çekmesini sağladı. İşime gelmişti, etrafa, her yana bakmaya çalışıyordum ve bu biraz kafamı karıştırıyordu ama sonunda bulmuştum, buna değmişti, sonunda neşem yerine gelmişti, orda gözüme kestirdiğim bir birahane beni bekliyordu. Şehir merkezinden çıkıp, bir piknik alanına yöneldik, orda biraz davullu zurnalı oyunlar oynandı, sonra arabalara atlayıp, düğün evine dönüldü.
                Birazdan mevlüt okunacaktı ama kafam rahattı, bu ritüele katılmak istemediğimi söyleyerek evden ayrıldım, istikamet birahane. Bulmak hiç kolay olmadı tabi, şehrin altını üstüne getirdim, ne orayı bulabiliyor ne de tam olarak kaybolabiliyordum. Bir yandan zamanla yarışıyor, sıcaktan terliyor ve yoruluyordum ve bu da beni daha çok susatmıştı. Buldum, “merhaba” dedim, beni kapıda karşılayan adama, bir bira içmek istediğimi söyledim. “Saat beşte açılıyoruz.” “Peki” dedim, “buralarda bir öğleden sonra, yorgunluk birası içebileceğim bir yer var mı?” Tarif etti, yakındaydı ve benim bile zorlanmadan bulabileceğim bir açıklıkta anlatmıştı, zorlanmadan buldum sokağı. Sıra sıra dizilmiş mekanlara bakıyordum sokaktan geçerken, sonra her şeyin arasına sıkışmış gibi duran küçük bir yer ilişti gözüme, dükkana girdim şüphe etmeden. Barda iki kişi sohbet ediyordu içerde bir masada da başka iki kişi, dışarıyı gören rastgele bir yere oturdum, dükkandaki saati de görebiliyordum. Saat benle konuştu; acele etmez ama elimi de çabuk tutarsam rahatlıkla iki bira içebileceğimi söyledi, başımla onayladım onu ve öğüdünü tuttum.
                Eve döndüğümde tören bitmişti, tavukla pilav yiyip, ayran içtim, sırada düğün vardı. Akşam düğüne katıldık, malesef ki içkisizdi ve bu beni terletiyordu, herkes habire oynuyordu, her şey olması gerektiği gibiydi hatta yaşlı bir amca -şairmiş kendisi- kendi yazdığı bir şiiri söyledi, ısrarları kıramayarak; bu istemem yan cebime koy değildi, görebiliyordum; muhtemelen ne alaka, ne gerek var diye geçirmişti içinden; ben de eşek hoşaftan ne anlar diye. Açıkçası daha iyi şiirler de duymuş ve okumuştum.
                Ertesi gün de orda kaldık, gündüz ve gece dolaşmaya çıktık, günlerdir ordaydık ve bir kez olsun sıçmamıştım. Çekiniyordu insan ilk etapta, yeni bir yere sıçmak kolay değildi, her şey ilk sefere kadardı ondan sonrası kolaydı, artık bokunla bölgeni işaretliyor, orayı senin, seni de oranın bir parçası haline getiren şeyi gerçekleştirmiş oluyordun. Son gecemizdi, benim için hazırlanan yatağa uzanmış Douglas Dowd’un “Kapitalizm ve Kapitalizmin İktisadı” adlı yapıtını okuyordum, bir anda karnıma feci bir ağrı saplandı, ne olduğunun farkındaydım, bir müddet direndim; kalktım mutfağın balkonunda sigara içtim, biraz daha okumaya hatta uyumaya bile çalıştım, işe yaramayacağını biliyor ama yine de deniyordum. Nihayetinde kalktım ve tuvalete gittim. Günlerin birikimini çıkarmak o kadar da kolay olmamıştı ama korktuğum kadar da zorlanmamıştım, aslında her şey sıçtıktan sonra başlamıştı. Sindirim artığım benden büyüktü ve sifon çekmek kâr etmiyordu, orda öylece uzanmış yatıyordu, telaşlandım, sifonu birkaç defa daha zorladım ama hala ordaydı. Çıktım sigara içtim döndüm birkaç defa daha sifonladım, çıktım sigara içtim, kitap okudum, döndüm sifonladım, sifonladım ve sifonladım, fayda etmedi. Gözüm tuvalet fırçasına ilişti, Musa için asa neyse benim için de fırça oydu, ona sarıldım. İnatçı boku sifon ve fırçayla biraz daha uğraşarak sonunda yolculamayı başardım, sıra fırçanın temizlenmesindeydi, sifonu çekiyor fırçalıyordum ama fırça temizlenmiyordu, bok her yerine işlemişti, bir müddet de onunla cebelleştim, sonunda pes ettim; elimden gelen her şeyi yapmış, kanımın son damlasına kadar savaşmış, olanca terimi bu uğurda dökmüş, tüm gücümü tüketmiş ve yenilmiştim. Boynumu büküp bir sigara daha yaktım, sonra da yattım. Sabah kalktığımda kurbanın annesinin tüm banyoyu çamaşır suyuyla elden geçirmekte olduğunu gördüm, utandım yine de bu maceramı her seferinde herkese yüzüm kızarsa bile gülerek anlattım. Tüm bu olan bitenlerse içine sıçabildiğin ve sıçabileceğin hayatın sadece seninki  olabileceği anlamına gelmiyordu.