Üç
katlı bir apartmanın üçüncü katında gözlerimi açtığımda dünyaya; susuzluktan
boğazım kurumuş, kavruluyor ve canım aşırı derecede sigara çekiyordu; üstüne
üstlük acayip şekilde sıkışmış, bir an önce işemeliydim.
Her
katında birbirinin aynı; iki oda, bir mutfak ve banyosu olan küçük birer daire
bulunan; yapılmadan önce neye benzeyeceği hakkında üzerinde düşünülmemiş,
yapılırken üzerinde pek de özenilmiş izlenimi bırakmayan, eskimiş ve
yenilenmemiş bu apartmanda benden başka kimse kalmıyordu, tütünüm bitmiş, evde
su kalmamış ve işemek için dahi önce ayağa kalkıp biraz yürümem gerekiyordu.
Güneşliğin
aralığından içeri sızan sarılığı, göz aralıklarımla görebiliyordum; demek bugün
güneşlişliydi; eğer binaların sıkıştırdığı, bozuk, dar, kaldırımsız ya da ‘dar
kaldırımlı’, ‘karanlık sokaklar’dan; avlu veya meydanlara çıkarsam, güneş
batana değin, bulutların izin verdiği ölçüde kendimi ısıtabilirdim, hatta
mevsimlik temkinli giysilerimin altında yürümeye kalksam terleyebilirdim bile.
İkinci
katta,sayılarını tam olarak bilemediğim geceli gündüzlü, ailecek çalışan bir
kalabalık kalıyordu, yakın zamanda daha geniş ve fazla odalı, daha iyi ısınan
bir eve taşınabilmişlerdi sonunda. Birinci kattakiler aylar öncesinden
kaybolmuştu, küçük bir çocukları olan karı ve kocaydı bunlar. İlk
taşındığımızda eşya arıyorduk, herif de ev arkadaşıma ikinci el eşya işi
yaptığını söylemişti, aynı zamanda bir fabrikada çalışıyormuş; nelere
ihtiyacımız olduğunu sormuş, birkaç gün sonra da telefonunda fotoğraflarıyla
eşyaları göstermişti, eşyaları bir kere de gözlerimizle görmek istediğimizi
söylediğimizde birkaç gün sonra tekrar kapımızı çalmış, bizi evine çağırmıştı.
Evindeki eşyaları bize pazarlamaya çalışıyordu, hatta çamaşır makinesinin
sağlam ve çalışır olduğunu o anda çalıştığından anlayabilmiştik; anladığım
kadarıyla evindeki eşyaları bu şekilde değiştirerek eline geçen birkaç kuruşla
bütçeye katkı yapıyordu; teşekkür ettik, almadık. Ev arkadaşım da uzun zamandır
uğramıyordu.
Yatakta
öylece uzanmış tavana, sırf boyanması için rastgele ve zevksizce seçilen renkli
duvarlara, ne hikmetse bir türlü birbiryle birleşememiş kirişlere, odanın
yamukluğuna, perdelere, perdelerden taşıp her yanı dolduran aydınlığa, masama
bakıyordum; kitaplar, şişeler ve küllükler -fazla eşyam olmamasına karşın bunların
bir kısmı yerdeydiler de- bavulum ve üzerindeki her gün giydiğim kıyafetlerle.
Mutfağın hali içler acısıydı; pek yemek yemediğim, nadiren de olsa yediğimde de
genelde dışarda olduğum halde dolap tam takır ve şişelerle beraber epeydir
yıkanmamış bulaşıklar ortalıktaydı ve mutfağa sığmıyorlardı.
İşemek
için nasıl olsa kalkacaktım ve tütün ve su almak içinse dışarı çıkmak
zorundaydım, acelem olmamasına karşın o anda kararımı verdim, madem dışarı
çıkacaktım eve dönmekte acele etmeyim bari okula gideyim dedim, kalktım ve
öncelikle tuvalete yöneldim. Aylardır banyoyu da temizlememiştim ve kesinlikle
temiz sayılmazdı. İşedikten sonra madem elimi yıkıyorum dedim, bari yüzümü de
yıkayım, dişlerimi de fırçalayım.
Belki
de gerçekten aslında hayat sokaklardaydı da, bizim muhite pek uğramıyordu
yalnızca ve sokaklarda hayat kovalamak pek de bana göre sayılmazdı çünkü
öncelikle benim hayatımda maceraya yer yoktu ve hemen ardından en önemlisi de
kim uğraşacaktı onla, benim derdim bana yeterdi? Her sabah durağa kadar yürümek,
saatler gibi geçen dakikaların bir türlü bitmeyişi, beklemek, sonucunda bazen
otobüs geldiği halde binememek, bindiğin takdirde dahi içerde nefes alacak
kadar bile hava kalmayışı, herkesin birer fortçuya dönüşmesi ve bazı
fırsatçıların bu durumdan gerçekten zevk alışı; kurbanlık koyunlar gibi bi
yerlere gidişimiz, konserve balıklar gibi, çarşı iznindeki hepsi birbirine
benzeyen askerler ya da toplama kampına giden Yahudiler gibi otobüslere
binişimiz, boka üşüşen sineklermişizcesine bize gösterilen yerlere yerleşişimiz,
hayatta bizden istenen konumları alışımız ve böylelikle dersimizin veya
işimizin başına geçişimiz ve hiç inanılası değil ama bundan gerçekten hoşlanan
insanların zevk alışı. Bitmek tükenmek bilmeyen hiçbir öğretici tarafı olmayan
sıkıcı dersler, aralarda sırf konuşmuş olmak için konuşan, kendilerini evrenin
merkezine koymaya çalışan ve buna inanmak için etraflarındaki insanları
teyakkuza geçiren ve onları da buna inandırmaya çabalayan, karşılarındaki
insanları hayatlarında bir kerecik olsun asla dinlememiş olan, onların
anlattıklarıyla ancak ilgilerini çektiği ölçüde ilgilenen, onları anlamayı hiç
denememiş, bencillikleri insanlarla insani ilişkiler kurmalarının önüne geçecek
denli insanlıktan bihaber, ihtiyaç duydukları ölçüde muhatap olan ve bu
ihtiyaçlarının karşılanmasını bekleyen, aslında hiç sevinmeyen, üzülmeyen, bir
barın ardından tüm dünyaya her gece konuşma sesiyle: “yanlış yaşıyorsunuz!”
diye haykıran adamın bile yüzüne bakabilmekte en ufak güçlük çekmeyen,
gocunmayan, utanmayan, aslında buna da kulak asmayan, tüm varlıklarını çoktan
tüketime armağan etmiş, aslında hiç yaşamayan, yaşamaya çalışan insanları asla
ve asla anlayamayan, onların varlıklarından rahatsız olan, ancak ve ancak
onların arkalarından konuşup yargılayan ve yüzlerine icap ettiği müddetçe
gülümsemekten imtina etmeyen insanlar tarafından kuşatma altında bulunmak
karşısında hayatta kalma ihtimalimi arttırmak ve dış dünyanın olası ve şapkadan
çıkan tavşanmışçasına sürprizlerle dolu tehlikeleriyle yüzleşip boş gezmek, tüm
bunlara karşı temkinli olmamak hiç akıl kârı değil. Benim hiçbir kalıcılığı
olmayan geçici çözümüm, hiçbir kalıcılığı olmayan bu dünyada, sistem bütün
unsurlarıyla bana yalan söylerken, bilinçli veya bilinçsiz sisteme eklemlenmeye
çalışan ve en iyi ve en acı ihtimalle tüm iyi niyetleriyle beni idare etmeye
sistemle bir şekilde barıştırmaya çalışan insanların, onunla kol kola girerek
bu yalana ortak olmalarına yanımdan ayırmadığım ucuz bir cep viskisiyle cevap
vermek. Bulgaristan’dan gizlice ithal edilen, bebek şampuanı gibi plastik bir
şişede satılan tadı da en fazla viskiyi andıran bu içeceğin satıldığı bakkalın
yerini önceden bir arkadaşım tarif etmişti lakin, yön duygum olmadığından
mütevellit bir türlü bulamadığım ancak sonrasında başka bir arkadaşımın elimden
tutarak beni oraya götürmesiyle kavuştuğum en iyi dostlarımdandır kendisi. Her
aklımda geldiğinde yüklenmiyorum ona, bir iki fırt çekiyorum en fazla; evden
çıkmadan örneğin, işlerim rast gitsin diye değil, yalnızca onlarla başa çıkarken
daha az zorlanmak için; etrafımdakilerin ihtiyacı olduğunda imdadına
yetişebilmesi de hoşuma gidiyor ayrıca, tadı bazılarının pek de hoşlarına
gitmese bile.
En
azından sohbetini sevdiğim, samimiyetlerinden şüphe etmediğim ve bana tahammül
etmeye çalışan insanlar da var onlarla geçenlerde başımdan geçen bir anımı
paylaşmıştım, laf açılmıştı da ‘sıçamadığın yer senin değildir.’ diyerek ve
eklemiştim sonuna ‘bu da böyle bir anımdır’, özet geçip:
Annem
sünnet için Kırklareli’ne gideceğimizi söylemişti, ona kendi sünnetim olduğunu
mu sormuştum, hayır demişti, peki demiştim sünneti yapacak olan ben miydim,
hayır, o zaman ne işim vardı orda? Ege sahillerinde yaşayan babaannesi bize
gelmişti kurbanın önce. O kadın kan bağım olan pek çok insandan pek çok yakındı
bana, o çocuk ve ana, babası da; yine de bu durumun benim gitmemi
gerektirdiğinden pek de emin değildim, gittik, pişman olmadım, bilakis memnun
dahi oldum bile diyebilirim gönül rahatlığıyla.
Sünnetin
ilk çıkışı bu coğrafyalardı yine, kıskanç bir babanın oğlunu hadım etme
töreninden başka bir şey değildi, zamanla evrilerek bugüne gelmişti, korkusuyla
beraber toplumsal hafızada muhafaza. Sonra Yahudilere geçiyor bu gelenek,
peygamberin birinin tanrıyla bir güreşi sonucu karara bağlanan bir anlaşmanın
nişanı olarak; onlardan müslümanlara, bizim memlekette dini motifiyle beraber
bir erkek olma seremonisi de aynı anda; dünyanın pek çok yerinde de buna benzer
uygulamalar mevcut kültürel olarak; erkek olmak işlemediğin suçların cezasını
çekmek için peşinen bedel ödemeyi gerektiriyor pek çok toplumda, dinler yahut
inanış, testiyi kırılmadan dövmeyi salık veriyor insanlara çocuklarını ve kimse
de bunu sorgulamaksızın kabul edip uyguluyor da. Ruhsal ve fiziksel olarak
verdiği kalıcı hasarlarla beraber; peki daha işlenmeden organlara,
bedenlerimize ve düşünce dünyalarımıza atfedilen bu suçun gerçekten bir cezası
var mı ya da bu aslında bir suç mudur? O zamana kadarki en büyük korkularımdan
biriydi sünnet.
Erkek
olduğumu fark etmiştim ve herkes benim gibi değildi, bende olanın herkeste
olmadığını fark ettiğimde elimde olanı yitirebilme fikri gerçekten can sıkıcı
olmaktan daha öteydi. Bunu ilk fark ettiğimde; ben ne bileyim herkes bir
kızceğize bir köşede elimdeki bu diye gösterirmiş, öteki de al benden de bu
kadar dermiş; ben anasınıfındaki tüm kızlara göstermiştim, öğretmenim; bu işin
eğitimini almış, bize nasıl yaklaşmasını bilen kişi beni dövmüştü, ben
eğitimsizdim, henüz terbiye edilmemiş, onların tezgahından geçmemiştim ama
girmiştim, kolay pes edecek değildim o zamanlar; öğrenilmiş çaresizlik ve
gerçek dışı suçluluk durumlarını bilmiyor ve onlar tarafından kuşatılıp, etkisi
altında kalmamıştım; kendimi ve içinde bulunduğum dünyayı keşfetmekteydim ve ben de ona, bana vurana karşılık vermiştim;
kültürümüz kızlara kendilerini sakınma ve ayıp fikrini aşılarken bana
misafirlere kendimi sergilememi önerip, desteklemiş, beni ödüllendirmişti bu
zamana değin. Sünnet oluşumsa ayrı bir hikayeydi; ilkolkuldaydım ve o yaz sona
kalan herkes sünnet oluyordu, mahalle baskısını içimde hissetmiştim ve aileme
sünnet olmak istediğimi söyledim, annem istersem olmayabileceğimi söylemişti
ancak asla böyle bir şeyi kabul edemezdim, kararlıydım ve şimdiki aklım yoktu.
Sünnet oluşumu kamerayla kaydetmişlerdi, odamı süslemiş bana sünnet kıyafetleri
almıştık iş ciddiye binmişti ve üç buçuk atıyordum. Hastaneye gitmiştik, son
anda tuvalete gitmek istediğimi söylemiştim, babam bana refakat etmişti son
anda kaçmak istedim, tam tuvaletin kapısına geldiğimde ama babam bana mani
olmuş, beni tutmuştu, masaya yatırdılar beni, birkaç orospu çocuğu bir olup
tuttular beni, bağırıyordum, doktor önce uyuşturmak için sprey sıktı bana, “taşaklarım
dondu” dedim, güldüler, sonra iğneleri saplamaya başladı bana, acı çekmiyordum
ama hissedebiliyor ve feryat ediyordum, kimse dinlemedi beni ve ben anlayamadan
bitirdi hekim işini, kafamı kaldırıp baktım, her şey bitmişti; sonra bir defa
sünnet videomu izledim, her şey bir anda olup bitiveriyordu, benim zırladığım
zamanlar makaslanmıştı lakin olup biten her şey işlenmişti altlı üstlü olarak
bilincime. Kendi sünnet tecrübemi ve sünnetin tarihçesini anlatmadım kurbana.
Bizde
kaldığımız akşam büyükanne benden gitar çalmamı istemişti, bu işte de diğer her
şeyde olduğu gibi pek parlak sayılmazdım; odun olmayım diye doğum günlerimde
annem gitar almaya başlamıştı bana; annemin şaka anlayışını severim, pek traş
olmam mesela annem bir doğum günümde bana bir traş makinesi almıştı, bir
diğerindeyse saat mesajlar açık, anlaşılır ve dostaneydi, sorun benim bunları
pek kullanmayışımdı artık; doğum günü de kutlamazdım en azından kendiminkini,
bir keresinde kendi doğum günümde başka bir arkadaşmın doğum günü partisine
katılmıştım, eğlenceliydi. Her neyse, çalmaya başlamıştım büyükanne “Pink Floyd
mu bu?” deyince şaşrımış, kafamı kaldırıp onun o zamana kadar gördüğüm en kalın
camlı gözlüklerinin arkasındaki dolan
gözleriyle yüzleşmiştim. Ortalığın epeyce karışık olduğu 12 Eylül öncesi
zamanlarda, üç çocuğuyla İstanbul’da yaşamaya çalışan genç bir kadındı; kendi
ifadesine göre, ömrü başkalarına hizmet etmekle geçmişti; uzun ve yorucu art
arda gelen işlerden sonra bir iki parça bi şeylerle döndüğünde eve, akşamları
ailecek plak dinlerlermiş; o günlere götüremesem de anımsatmıştım işte ve bu
yüzden çalışıma özen göstermeye çalıştım.
Düğün
evine vardık, başka misafirler de vardı, çoktandır görmediğim çocuk kocaman
olmuştu ve gerçekten çok akıllıydı. Gece Pompeii konserini izleyip kahve
içmiştik, babasıyla; henüz gerçek müzik ilgisini çekmiyordu çocuğun, ama
şanslıydı. Ertesi gün düğün günüydü, ev yine acayip kalabalıktı her yerde hiç
tanımadığım bir sürü insan vardı ve hepsi bir şeylerden bahsediyorlardı, yatak
odasının balkonuna sığınıp biraz kitap okudum. Konvoy sırası gelmişti, daha
öncede Kırklareli’de bulunmuştum ama haritaya pek hakim değildim ve öte yandan,
önceden de belirttiğim üzere yön duygumun olmayışı, konvoyun ilgimi çekmesini
sağladı. İşime gelmişti, etrafa, her yana bakmaya çalışıyordum ve bu biraz
kafamı karıştırıyordu ama sonunda bulmuştum, buna değmişti, sonunda neşem
yerine gelmişti, orda gözüme kestirdiğim bir birahane beni bekliyordu. Şehir
merkezinden çıkıp, bir piknik alanına yöneldik, orda biraz davullu zurnalı
oyunlar oynandı, sonra arabalara atlayıp, düğün evine dönüldü.
Birazdan
mevlüt okunacaktı ama kafam rahattı, bu ritüele katılmak istemediğimi
söyleyerek evden ayrıldım, istikamet birahane. Bulmak hiç kolay olmadı tabi,
şehrin altını üstüne getirdim, ne orayı bulabiliyor ne de tam olarak
kaybolabiliyordum. Bir yandan zamanla yarışıyor, sıcaktan terliyor ve
yoruluyordum ve bu da beni daha çok susatmıştı. Buldum, “merhaba” dedim, beni
kapıda karşılayan adama, bir bira içmek istediğimi söyledim. “Saat beşte
açılıyoruz.” “Peki” dedim, “buralarda bir öğleden sonra, yorgunluk birası
içebileceğim bir yer var mı?” Tarif etti, yakındaydı ve benim bile zorlanmadan
bulabileceğim bir açıklıkta anlatmıştı, zorlanmadan buldum sokağı. Sıra sıra
dizilmiş mekanlara bakıyordum sokaktan geçerken, sonra her şeyin arasına sıkışmış
gibi duran küçük bir yer ilişti gözüme, dükkana girdim şüphe etmeden. Barda iki
kişi sohbet ediyordu içerde bir masada da başka iki kişi, dışarıyı gören
rastgele bir yere oturdum, dükkandaki saati de görebiliyordum. Saat benle
konuştu; acele etmez ama elimi de çabuk tutarsam rahatlıkla iki bira
içebileceğimi söyledi, başımla onayladım onu ve öğüdünü tuttum.
Eve
döndüğümde tören bitmişti, tavukla pilav yiyip, ayran içtim, sırada düğün
vardı. Akşam düğüne katıldık, malesef ki içkisizdi ve bu beni terletiyordu,
herkes habire oynuyordu, her şey olması gerektiği gibiydi hatta yaşlı bir amca -şairmiş
kendisi- kendi yazdığı bir şiiri söyledi, ısrarları kıramayarak; bu istemem yan
cebime koy değildi, görebiliyordum; muhtemelen ne alaka, ne gerek var diye
geçirmişti içinden; ben de eşek hoşaftan ne anlar diye. Açıkçası daha iyi
şiirler de duymuş ve okumuştum.
Ertesi
gün de orda kaldık, gündüz ve gece dolaşmaya çıktık, günlerdir ordaydık ve bir
kez olsun sıçmamıştım. Çekiniyordu insan ilk etapta, yeni bir yere sıçmak kolay
değildi, her şey ilk sefere kadardı ondan sonrası kolaydı, artık bokunla
bölgeni işaretliyor, orayı senin, seni de oranın bir parçası haline getiren
şeyi gerçekleştirmiş oluyordun. Son gecemizdi, benim için hazırlanan yatağa
uzanmış Douglas Dowd’un “Kapitalizm ve Kapitalizmin İktisadı” adlı yapıtını
okuyordum, bir anda karnıma feci bir ağrı saplandı, ne olduğunun farkındaydım,
bir müddet direndim; kalktım mutfağın balkonunda sigara içtim, biraz daha
okumaya hatta uyumaya bile çalıştım, işe yaramayacağını biliyor ama yine de
deniyordum. Nihayetinde kalktım ve tuvalete gittim. Günlerin birikimini çıkarmak
o kadar da kolay olmamıştı ama korktuğum kadar da zorlanmamıştım, aslında her
şey sıçtıktan sonra başlamıştı. Sindirim artığım benden büyüktü ve sifon çekmek
kâr etmiyordu, orda öylece uzanmış yatıyordu, telaşlandım, sifonu birkaç defa
daha zorladım ama hala ordaydı. Çıktım sigara içtim döndüm birkaç defa daha
sifonladım, çıktım sigara içtim, kitap okudum, döndüm sifonladım, sifonladım ve
sifonladım, fayda etmedi. Gözüm tuvalet fırçasına ilişti, Musa için asa neyse
benim için de fırça oydu, ona sarıldım. İnatçı boku sifon ve fırçayla biraz
daha uğraşarak sonunda yolculamayı başardım, sıra fırçanın temizlenmesindeydi,
sifonu çekiyor fırçalıyordum ama fırça temizlenmiyordu, bok her yerine
işlemişti, bir müddet de onunla cebelleştim, sonunda pes ettim; elimden gelen
her şeyi yapmış, kanımın son damlasına kadar savaşmış, olanca terimi bu uğurda
dökmüş, tüm gücümü tüketmiş ve yenilmiştim. Boynumu büküp bir sigara daha
yaktım, sonra da yattım. Sabah kalktığımda kurbanın annesinin tüm banyoyu
çamaşır suyuyla elden geçirmekte olduğunu gördüm, utandım yine de bu maceramı
her seferinde herkese yüzüm kızarsa bile gülerek anlattım. Tüm bu olan
bitenlerse içine sıçabildiğin ve sıçabileceğin hayatın sadece seninki olabileceği anlamına gelmiyordu.