Ütüsü bozulmuş
beyaz takımı, pantolondan özgür kalmış gömlek etekleri, sökülmüş kravatıyla,
dağılmış yağlı saçlı adam düşünür hikayeyi; asma katlı müzikli, loş ve zeytin
yağlı mezeleri oldukça hoş bir Rum tavernasında, uzarken sakalları:
Her zaman için
böyle değildi, bu küçük adanın çalışkan, kendi halinde, sakin ve huzurlu
kimselerinden biriydi bir zamanlar; bir zamanlar yalnızca bağıyla ilgilenir,
kendi şarabını üretirken, kadın hayran, hayran onu seyrederdi, ne kadar şanslı
olduğunu düşünürken.
Adanın
kuzeyindeki dağlık bölgeleri, kıtadan gelen avcılara eğlencelik ederdi, yılın
belli dönemleri; yağmur bastırmıştı, hava ansızın kararmıştı; tüfeği, fişeği,
besili bedeniyle, kürk montu, kürk şapkası, deri eldiven ve çizmeleriyle dağdan
inen avcı; eteklerindeki bir bağ evinin kapısını çalmıştı; evin hanımı kapıyı
açtı, şaşkındı; yabancı “merhaba” dedi, evin beyi içerden “kimmiş?” diye
seslendi, iki adımda kapıya geldi, “sırılsıklam olmuşsunuz bey'fendi lütfen
geçin içeri.”
İki odası
bulunan evin, oturma odası, mutfak ve aynı anda yemek odası olan odada, ince
mavi üzerine beyaz yıldız işlemeli kazağı ve kahve rengi kadife pantolonuyla
beyefendi; oturdu ateşin başına ve sofrayı hazırlayan ev sakinlerini, sürekli
birlikte çalışmaktan uyumlu, otomatikleşmiş hızlı fakat acelesiz hareketlerini,
evi, tahta masayı, beyaz örtüyü, cam kadehleri, porselen tabakları, alaşım
çatal ve bıçakları incelemeye koyuldu, ilk başta fark edemediği balık kokusunu
duymaya başladı.
Kadın
çaktırmadan misafirlerini süzüyordu ara, ara; ölü bir hayvanın postunu ilk kez,
henüz okşamıştı, biraz yadırgamıştı ancak, hoşlanmıştı, postun gerçek sahibi
hakkında düşünmekten çok uzaktı.
Laf lafı
açmış, çinko damı ve pencereyi döven yağmur dinmiş, balıklar yenip şaraplar
çoktan içilmişti, misafir kalkmak istedi, geç olduğu için olanca sıcakkanlı
misafirperverliği ve samimiyetiyle adam müsaade etmedi, “hem bu saatte adadan
ayrılamazsın, evden çıktın diyelim nereye gideceksin?”, kadın sessizdi ama bakışları
ve başıyla kocasını destekliyordu, misafir kadına baktı; “haklısınız, peki
madem, yalnız çok sağ olun” dedi adama, gerçekte kendi de durumun farkında,
doğuştan gelen, iliklerine işlemiş ikiyüzlülükle kibarlık ediyordu yalnızca, ertesi
sabah kahvaltıdan sonra, tekrar dönmek üzere ayrıldı, tüfeği deri kılıfında.
Zamanla
sıklaşırken ziyaretleri, aralıkları seyrekleşmişti; susarken beraber susarlar,
konuşurken o anlatır, berikililer dinlerdi, aslında bakarsanız öteki, kayıtsız,
şarap içerek boş gözlerle boşluğu seyrederdi; kadın, büyüsüne kapılıp
dinlerken, gözlerini ayırmaksızın; bir keresinde, anlatırken kadının gözlerine
baktı bir an için, zaten farkında olduğu, anlattıklarından daha iyi bildiği
bakışlarla, doğru zaman ve doğru yerde karşılaştı ve gülümsedi kadına ve
duraksamadan devam etti akıcı konuşmasına.
Kadın dehşete
düştü, göz bebekleri büyümüş ve gözleri ıslanmıştı, yanakları kızarıp, ağzı
kurumuş, yutkunmaya çalışmıştı, nefessiz kaldı, daha çok hava almak için soluk
alışları sıklaşmış, göğüsleri hızlıca inip kalkmaya başlamıştı, göğsünde bir
sızı hissetti, telaşlıydı, sert ve acele bir deviniyle kafasını eşine çevirdi.
Sağ dirseği ve
kolunun altta kalan kısmıyla masadan destek alıp omzuna yüklenmiş, sigarasını
işaret ve orta parmakları arasında tuttuğu sol elinin dirseğini de sol
bacağının üstüne attığı sağ bacağına ve bakışlarını da masadaki kadehine dikmiş
duran bu adamı yadırgadı; kadının sevdiği, şefkatle üzerine titrediği, hayran
olduğu bu adam ona; daha önce hiç görmediği, bambaşka bir ülkede, oranın
gelenekleri ve kültürüyle yetişmiş, hiç tanışmadığı bir yabancı gibi gözüktü
ilk defa.
*
Sol
tarafındaki yabancının uyuduğundan emin, düşünmeye devam etti, yatağın sağında;
gaipten gelen, şans eseri tanıştıkları, misafir ettikleri ve kısa sürede dost
oldukları, bir zamanlar sonsuz uzaklıkta olan fakat artık inanmakta güçlük
çektiği denli yakınlık hissettiği yabancı hakkında ve o gece gözünü bir kere
bile kırpmadı
Sabahında;
erkenden uyanıp, uyandırmadan sırtı dönük yatan -ama zaten uyumayan- kadını,
sessizce diğer odaya geçti, su içip, masaya bıraktı bardağı, ekmek arası bir
şeyler hazırladı çabucak, gürültü etmeden, hareketlerindeki aynı ölçülülükle ve
evden çıktı.
Kapının sesini
duyunca kadın, gözlerini sıktı, bir müddet bekledikten sonra, kararlılıkla
doğruldu hızlıca, pencereye yöneldi ve perdenin kenarından baktı, sırtı dönük
üzümler arasındaki silikleşen, uzaklaştıkça kaybolan adama; yürüdü seri
adımlarla arkadaki odaya, perdeler örtüktü, kapıyı sürgüledi, sonra vazgeçti,
açmaya niyetlendi, korkuyordu, gergindi, nefesini tutmuştu ve göğsünde tehlike
altındaki bir kuş kanat çırpıyordu sanki, bir anda aklından binlerce yalan
geçirdi, sakinler gibi oldu, çünkü yalan sakinleştirir, üzerinde düşünmeyi
reddetti, çok mu önemliydi sanki, kimin umrundaydı? Gözlerini açtı ve nefes
verdi, raftan temiz bir bardak aldı, sürahiden su doldurdu, içti ve bardağı
tezgaha bıraktı, arkasında duran masanın etrafındaki dört sandalyeden birini,
uyumakta olan adamın ayak ucuna çekti, gözlerini üzerine dikti, sabitledi ve
oturdu, çok gergindi, burnundan soluyordu, müthiş heyecanlıydı ve bir o kadar
da kararsız; beyaz teni hepten beyazlaşmış, yanaklarıysa bir o kadar kızarmıştı
ve gözleri de ıslanmıştı, tehlike altındaki bir hayvandan farksızdı; bir yerden
sonra herkes korkar ama herkes de bir
yere kadar korkar; gözünü karartmıştı artık, bir ok gibi fırladı yerinden, emin
ama bir o kadar da kararsız hareketlerle örtüsünü kaldırdı misafirin, yanına
uzandı, soluk soluğaydı, titreyen elleriyle adamın yanağını okşadı, ilk defa
ona bu kadar yakından bakmaktaydı, gözlerini kapadı, ağzını ağzına yaklaştırdı;
yüzündeki nefesi hisseden adam, irkilerek kırmızı gözlerini kocaman açtı,
dudaklarını araladı, sıkıca kavradı kendini akıntıya bırakan kadını, sertçe
üzerine çıktı, kontrolü eline aldı, kadına pislikmiş gibi, düşmanca bir
öfkeyle, nefretle bakıyordu; bu bir gövde gösterisi, bir iktidar mücadelesinden
başka bir şey değildi, kendinden emindi, bir iki git, gelden sonra çabucak
işini gördü ve kalktı, kazanmıştı, sigarasını aradı, buldu, yaktı ve su
doldurdu masanın üzerine bırakılan bardağa, içti, giyindi ve o anda dünyanın en
mutlu ve şaşkın insanı olan kadının yüzüne bile bakmadı, çıktı. Az önce bir
şeyler olmuştu, gerçekten olmuş muydu, gerçek miydi, yoksa rüyada mıydı kadın,
beklediği gibi değildi, mutlu muydu, kafası karışıktı ve o anda yapması gereken
şey kalkıp yatağı toplamak ve öğle yemeğini hazırlamaktı?
*
Elleri
titriyordu, avuçları karıncalanıyor, ordan dirseklerine kadar bir uyuşma
yükseliyor ve omuzlarına kadar da sızı, omuzlarıysa elleri gibi kaskatı, kütük
gibi ve güçlükle hareket ettirdiği parmaklarının en ufak devinisiyle bile
acıdan kopuyor, sanki Atlas gibi dünya omuzlarına binmişti, ordan kürek
kemiklerine ve sırtına ve tüm vücuduna, tüm vücudu kaskatı, boynunu en ufak
oynatamıyor, terliyordu, yüzü ve dudakları yanıyor, ama aynı surat solgun ve
bembeyaz, sarhoş ve dayak yemiş gibiydi, midesine yumruk atmışlar gibi,
göğsünün sızladığını da hissedebiliyordu her nefes alışında, bacakları da
oturduğu halde, hem acayip sızlıyor, hem de ona ait değillermiş gibi, kaskatı
ve kıpırtısız duruyorlar, sanki tüm düşünceleri kafasının içinde cisimleşmiş
gibi, ağırlaşmış bir şekilde, gözlerini oynatabiliyordu sadece; içine kapanmıştı,
artık daha az konuşuyor hatta mecbur kalmadıkça hiç konuşmuyor, kaldığı
zamanlardaysa tek kelimelik basit cümleler ağzından güçlükle dökülüyordu
baştan, zaten az konuşan bünyesi artık konuşamaz hale gelmişti, durumu her
geçen gün kötüye gidiyordu ve gün geçtikçe ağırlaşıyordu; kaçmak, kaybolmak,
yok olmak istiyordu; ağzı açılmış bir balon gibi yavaşça sönmekteydi de zaten,
ama çok zorlanıyordu, acı çekiyordu, artık eşinin yüzüne bile bakmak içinden
gelmiyordu adamın; kadın da kaçıyordu zaten ondan, o da bakmak istemiyordu,
biliyordu adam, bir şeyler oluyordu ve her şeyin farkındaydı ne var ki; uzaktan
izlemekten başka bir şey gelmiyordu elinden; bu yalnızlık ve çaresizlik için de
bağ da bakımsız kalmıştı, her şey dökülüyordu zaten, her şeyin içi boşalıyordu
ama bununla birlikte ağırlaşıyordu da.
Son dua diye
bir şey var bir de, ölmeden önce yapılması gerekenlerden; ölene kadar edilen
duaların hepsi, kişinin kendisi içindir, başkası için ederken bile insan
aslında kendini cennete sokmanın peşindedir; ilişkide bulunanların tanrıyla
olan bu ilişkileri tamamen ikiyüzlülükten ibarettir, inkar etmek belki kendini
daha iyi hissettirebilir fakat, gerçeği değiştirmez; bazı insanlar gerçeğin
peşindedir ve ancak gerçekle huzur bulabilirken, bir kısmı da yalnız ve yalnız
yalanlarla avunabilir; şu, su götürmez bir gerçektir ki; son dua da cenneti
garantiye almaktan başka bir şey değildir ve bu anlaşılabilen isteğe genelde
saygı da duyulur ancak Saddam da olduğu gibi bazen buna bile tahammül edilmez;
mesele Saddam’ın kim olduğundan ziyade, ölümü kesinleşen ve hiçbir kurtuluş
ihtimali kalmamış, zaten çoktan elde edilmiş bir adamın son duasının bile
ettirilmemesinden başka bir şey değildir orda ya da İsa, son dakikaya kadar
yalvarmış tanrıya: “baba, beni kurtar. Baba, beni kurtar...” en sonunda,
kurtarılmayacağını anladığında: “baba, onları affet!” demiş, son sözleri bunlar
olmuş; Alman askerleri tarafından kurşuna dizilen Feldmann’sa: “Ahmaklar, sizin
için ölüyorum!” diye haykırmış, suratlarına; hıristiyan inancına sahip biri
Feldmann’ı tanımasa bile İsa’nın kendisi için öldüğünü bilir; son nefesteki bu
insani bencillik anlaşılabilirken ve kimseye çok görülmemesi gerekirken, bazı
insanlar da son nefeslerini dahi kendileri için harcamaz, işte böyle insanlar
da var; onlar cennete gitmenin veya kendilerini kurtarmanın peşinde
değildirler, onlaraysa çoğu zaman saygı gösterilmez; kötü adam Saddam’a bencil
son duasını ettirmeyenlerle, Deniz Gezmiş’in hiç de bencil olmayan son
sözlerine bile tahammül edemeyen ve tamamlamasına izin vermeyenler aslında aynı
kişiler; ölmekteydi adam, kadın onu günden güne zehirlemişti yavaşça, biliyordu
ama ses çıkarmamıştı; böyle olsun istemezdi belki ama kızgın da değildi kadına,
hatta içten içe teşekkür bile ediyordu, çünkü kendini öldüremiyordu, yapamamıştı,
yapamazdı; mutlu da olmuştu sonra, o yüzden bu evresi bile değerdi yaşamaya,
gözü açık gitmeyecekti, içi rahattı, onun daha fazla yaşama ve mutlu olma şansı
kalmamıştı ama kadının vardı ve seviyordu kadını hala; bir mazileri ve
hukukları vardı sonuçta, kadın da bir an olsun ayrılmadı başucundan son
anlarında, ellerini tutmak istedi, sarılmak istedi, dokunmak istedi hatta,
yapamadı ama yaptığından da pişman değildi, sadece vefalıydı; kendini suçlu
hissetmediği için de suçlu hissetmiyordu, “niye böyle oldu?” diye de
düşünmüyordu; nefes almakta zorlanan ve güçlükle yutkunmaya çalışan adamın
ağzından hırıltı gibi, fısıltı gibi döküldü son sözleri, gayet yavaş ve tane,
tane: ”Senin için ölüyorum.”
Tamam adam
belki ölmüştür lakin tanrı misafiri zaten seyrekleşen ziyaretlerini,
bitirmiştir de; birkaç defa sevişmişlerdir sadece ve hiçbiri de kadının hayal
ettiği gibi olmamıştır, hepsi misafirin tam istediği gibi olsa da; ama olsun
kadın için yetinmek yeni bir şey değildir zaten, önceki hayatında yalıtık küçük
bir adanın, küçük bir bağının ortasındaki küçük evinde, kendi gibi küçük
insanlardan olan eşiyle de mutludur; kendi yetersizliğini görmeyen ve yetinmek
bilmeyen misafirdir zaten, sırf bu yüzden gelmiştir, sırf bu yüzden gitmiştir
ve yine sırf bu yüzden bir daha geri dönmeyecektir.
*
Ütüsü bozulmuş
beyaz takımı, pantolondan özgür kalmış gömlek etekleri, sökülmüş kravatıyla,
dağılmış yağlı saçlı adama, karşısındaki sandalyemden hafifçe öne doğru
eğilerek sokuldum ve elimdeki kadehi ona uzattım; asma katlı, müzikli, loş ve
zeytin yağlı mezeleri oldukça hoş bir Rum tavernasında, uzarken sakalları ve
dedim ki:
“Abi, sen mi
kurtarcan bu memleketi, ne düşünüyosun öyle, çok düşünme böyle, bak kafayı
yersin, sonra ben bile kurtaramam seni, hadi şerefe!”
Sarhoş, yorgun
ve kızarmış gözlerini, gözlerime dikti delici bakışlarla, sert, kıpırtısız ve
hüzünlü kısacık bir süre baktı; aslında bakışlarından korktuğum adamlardandı,
bazı adamlar vardır; size bakışlarıyla çok derin ve anlamlı pek çok şey
anlatırlar lakin, siz bir bok anlamazsınız; pek göz teması da kurmaz, hatta
çoğu zaman kaçırırlar ama baktıklarında sanki sizin içinizi görürler, kafanızın
içindeki bütün gizli düşünceleri, kalbinizdeki sakladığınız bütün hisleri
anlarlar ve sizi çözerler; ben o adamlardan çok korkarım, bana zarar
vereceklerinden değil; çünkü zararsız olurlar genelde, o sinsilikten ve
ikiyüzlülükten iz yoktur bakışlarında; ama ben yine de gizlenebildiğim ölçüde
hayatta kalma şansımı arttırabilirim, bu da benim gerçeğim, o da öyle belki de;
her neyse, şöyle bir gözlerime baktı kadehini eline aldı, kaldırdı ve benimkine
vurdu, gözlerini ve başka hiçbir kasını oynatmaksızın, sadece dudaklarını
yanlara küçücük gererek, sıcacık gülümsedi, kadehime vurdu ve başını hafifçe
sallayarak:
“Şerefe” dedi.