15 Mayıs 2012 Salı

BAĞ


Ütüsü bozulmuş beyaz takımı, pantolondan özgür kalmış gömlek etekleri, sökülmüş kravatıyla, dağılmış yağlı saçlı adam düşünür hikayeyi; asma katlı müzikli, loş ve zeytin yağlı mezeleri oldukça hoş bir Rum tavernasında, uzarken sakalları:
Adamın biri bir kadını sevdi, kadın başka bir adamı.
Her zaman için böyle değildi, bu küçük adanın çalışkan, kendi halinde, sakin ve huzurlu kimselerinden biriydi bir zamanlar; bir zamanlar yalnızca bağıyla ilgilenir, kendi şarabını üretirken, kadın hayran, hayran onu seyrederdi, ne kadar şanslı olduğunu düşünürken.
Adanın kuzeyindeki dağlık bölgeleri, kıtadan gelen avcılara eğlencelik ederdi, yılın belli dönemleri; yağmur bastırmıştı, hava ansızın kararmıştı; tüfeği, fişeği, besili bedeniyle, kürk montu, kürk şapkası, deri eldiven ve çizmeleriyle dağdan inen avcı; eteklerindeki bir bağ evinin kapısını çalmıştı; evin hanımı kapıyı açtı, şaşkındı; yabancı “merhaba” dedi, evin beyi içerden “kimmiş?” diye seslendi, iki adımda kapıya geldi, “sırılsıklam olmuşsunuz bey'fendi lütfen geçin içeri.”
İki odası bulunan evin, oturma odası, mutfak ve aynı anda yemek odası olan odada, ince mavi üzerine beyaz yıldız işlemeli kazağı ve kahve rengi kadife pantolonuyla beyefendi; oturdu ateşin başına ve sofrayı hazırlayan ev sakinlerini, sürekli birlikte çalışmaktan uyumlu, otomatikleşmiş hızlı fakat acelesiz hareketlerini, evi, tahta masayı, beyaz örtüyü, cam kadehleri, porselen tabakları, alaşım çatal ve bıçakları incelemeye koyuldu, ilk başta fark edemediği balık kokusunu duymaya başladı.
Kadın çaktırmadan misafirlerini süzüyordu ara, ara; ölü bir hayvanın postunu ilk kez, henüz okşamıştı, biraz yadırgamıştı ancak, hoşlanmıştı, postun gerçek sahibi hakkında düşünmekten çok uzaktı.
Laf lafı açmış, çinko damı ve pencereyi döven yağmur dinmiş, balıklar yenip şaraplar çoktan içilmişti, misafir kalkmak istedi, geç olduğu için olanca sıcakkanlı misafirperverliği ve samimiyetiyle adam müsaade etmedi, “hem bu saatte adadan ayrılamazsın, evden çıktın diyelim nereye gideceksin?”, kadın sessizdi ama bakışları ve başıyla kocasını destekliyordu, misafir kadına baktı; “haklısınız, peki madem, yalnız çok sağ olun” dedi adama, gerçekte kendi de durumun farkında, doğuştan gelen, iliklerine işlemiş ikiyüzlülükle kibarlık ediyordu yalnızca, ertesi sabah kahvaltıdan sonra, tekrar dönmek üzere ayrıldı, tüfeği deri kılıfında.
Zamanla sıklaşırken ziyaretleri, aralıkları seyrekleşmişti; susarken beraber susarlar, konuşurken o anlatır, berikililer dinlerdi, aslında bakarsanız öteki, kayıtsız, şarap içerek boş gözlerle boşluğu seyrederdi; kadın, büyüsüne kapılıp dinlerken, gözlerini ayırmaksızın; bir keresinde, anlatırken kadının gözlerine baktı bir an için, zaten farkında olduğu, anlattıklarından daha iyi bildiği bakışlarla, doğru zaman ve doğru yerde karşılaştı ve gülümsedi kadına ve duraksamadan devam etti akıcı konuşmasına.
Kadın dehşete düştü, göz bebekleri büyümüş ve gözleri ıslanmıştı, yanakları kızarıp, ağzı kurumuş, yutkunmaya çalışmıştı, nefessiz kaldı, daha çok hava almak için soluk alışları sıklaşmış, göğüsleri hızlıca inip kalkmaya başlamıştı, göğsünde bir sızı hissetti, telaşlıydı, sert ve acele bir deviniyle kafasını eşine çevirdi.
Sağ dirseği ve kolunun altta kalan kısmıyla masadan destek alıp omzuna yüklenmiş, sigarasını işaret ve orta parmakları arasında tuttuğu sol elinin dirseğini de sol bacağının üstüne attığı sağ bacağına ve bakışlarını da masadaki kadehine dikmiş duran bu adamı yadırgadı; kadının sevdiği, şefkatle üzerine titrediği, hayran olduğu bu adam ona; daha önce hiç görmediği, bambaşka bir ülkede, oranın gelenekleri ve kültürüyle yetişmiş, hiç tanışmadığı bir yabancı gibi gözüktü ilk defa.
*
Sol tarafındaki yabancının uyuduğundan emin, düşünmeye devam etti, yatağın sağında; gaipten gelen, şans eseri tanıştıkları, misafir ettikleri ve kısa sürede dost oldukları, bir zamanlar sonsuz uzaklıkta olan fakat artık inanmakta güçlük çektiği denli yakınlık hissettiği yabancı hakkında ve o gece gözünü bir kere bile kırpmadı
Sabahında; erkenden uyanıp, uyandırmadan sırtı dönük yatan -ama zaten uyumayan- kadını, sessizce diğer odaya geçti, su içip, masaya bıraktı bardağı, ekmek arası bir şeyler hazırladı çabucak, gürültü etmeden, hareketlerindeki aynı ölçülülükle ve evden çıktı.
Kapının sesini duyunca kadın, gözlerini sıktı, bir müddet bekledikten sonra, kararlılıkla doğruldu hızlıca, pencereye yöneldi ve perdenin kenarından baktı, sırtı dönük üzümler arasındaki silikleşen, uzaklaştıkça kaybolan adama; yürüdü seri adımlarla arkadaki odaya, perdeler örtüktü, kapıyı sürgüledi, sonra vazgeçti, açmaya niyetlendi, korkuyordu, gergindi, nefesini tutmuştu ve göğsünde tehlike altındaki bir kuş kanat çırpıyordu sanki, bir anda aklından binlerce yalan geçirdi, sakinler gibi oldu, çünkü yalan sakinleştirir, üzerinde düşünmeyi reddetti, çok mu önemliydi sanki, kimin umrundaydı? Gözlerini açtı ve nefes verdi, raftan temiz bir bardak aldı, sürahiden su doldurdu, içti ve bardağı tezgaha bıraktı, arkasında duran masanın etrafındaki dört sandalyeden birini, uyumakta olan adamın ayak ucuna çekti, gözlerini üzerine dikti, sabitledi ve oturdu, çok gergindi, burnundan soluyordu, müthiş heyecanlıydı ve bir o kadar da kararsız; beyaz teni hepten beyazlaşmış, yanaklarıysa bir o kadar kızarmıştı ve gözleri de ıslanmıştı, tehlike altındaki bir hayvandan farksızdı; bir yerden sonra herkes korkar ama herkes de  bir yere kadar korkar; gözünü karartmıştı artık, bir ok gibi fırladı yerinden, emin ama bir o kadar da kararsız hareketlerle örtüsünü kaldırdı misafirin, yanına uzandı, soluk soluğaydı, titreyen elleriyle adamın yanağını okşadı, ilk defa ona bu kadar yakından bakmaktaydı, gözlerini kapadı, ağzını ağzına yaklaştırdı; yüzündeki nefesi hisseden adam, irkilerek kırmızı gözlerini kocaman açtı, dudaklarını araladı, sıkıca kavradı kendini akıntıya bırakan kadını, sertçe üzerine çıktı, kontrolü eline aldı, kadına pislikmiş gibi, düşmanca bir öfkeyle, nefretle bakıyordu; bu bir gövde gösterisi, bir iktidar mücadelesinden başka bir şey değildi, kendinden emindi, bir iki git, gelden sonra çabucak işini gördü ve kalktı, kazanmıştı, sigarasını aradı, buldu, yaktı ve su doldurdu masanın üzerine bırakılan bardağa, içti, giyindi ve o anda dünyanın en mutlu ve şaşkın insanı olan kadının yüzüne bile bakmadı, çıktı. Az önce bir şeyler olmuştu, gerçekten olmuş muydu, gerçek miydi, yoksa rüyada mıydı kadın, beklediği gibi değildi, mutlu muydu, kafası karışıktı ve o anda yapması gereken şey kalkıp yatağı toplamak ve öğle yemeğini hazırlamaktı?
*
Elleri titriyordu, avuçları karıncalanıyor, ordan dirseklerine kadar bir uyuşma yükseliyor ve omuzlarına kadar da sızı, omuzlarıysa elleri gibi kaskatı, kütük gibi ve güçlükle hareket ettirdiği parmaklarının en ufak devinisiyle bile acıdan kopuyor, sanki Atlas gibi dünya omuzlarına binmişti, ordan kürek kemiklerine ve sırtına ve tüm vücuduna, tüm vücudu kaskatı, boynunu en ufak oynatamıyor, terliyordu, yüzü ve dudakları yanıyor, ama aynı surat solgun ve bembeyaz, sarhoş ve dayak yemiş gibiydi, midesine yumruk atmışlar gibi, göğsünün sızladığını da hissedebiliyordu her nefes alışında, bacakları da oturduğu halde, hem acayip sızlıyor, hem de ona ait değillermiş gibi, kaskatı ve kıpırtısız duruyorlar, sanki tüm düşünceleri kafasının içinde cisimleşmiş gibi, ağırlaşmış bir şekilde, gözlerini oynatabiliyordu sadece; içine kapanmıştı, artık daha az konuşuyor hatta mecbur kalmadıkça hiç konuşmuyor, kaldığı zamanlardaysa tek kelimelik basit cümleler ağzından güçlükle dökülüyordu baştan, zaten az konuşan bünyesi artık konuşamaz hale gelmişti, durumu her geçen gün kötüye gidiyordu ve gün geçtikçe ağırlaşıyordu; kaçmak, kaybolmak, yok olmak istiyordu; ağzı açılmış bir balon gibi yavaşça sönmekteydi de zaten, ama çok zorlanıyordu, acı çekiyordu, artık eşinin yüzüne bile bakmak içinden gelmiyordu adamın; kadın da kaçıyordu zaten ondan, o da bakmak istemiyordu, biliyordu adam, bir şeyler oluyordu ve her şeyin farkındaydı ne var ki; uzaktan izlemekten başka bir şey gelmiyordu elinden; bu yalnızlık ve çaresizlik için de bağ da bakımsız kalmıştı, her şey dökülüyordu zaten, her şeyin içi boşalıyordu ama bununla birlikte ağırlaşıyordu da.
Son dua diye bir şey var bir de, ölmeden önce yapılması gerekenlerden; ölene kadar edilen duaların hepsi, kişinin kendisi içindir, başkası için ederken bile insan aslında kendini cennete sokmanın peşindedir; ilişkide bulunanların tanrıyla olan bu ilişkileri tamamen ikiyüzlülükten ibarettir, inkar etmek belki kendini daha iyi hissettirebilir fakat, gerçeği değiştirmez; bazı insanlar gerçeğin peşindedir ve ancak gerçekle huzur bulabilirken, bir kısmı da yalnız ve yalnız yalanlarla avunabilir; şu, su götürmez bir gerçektir ki; son dua da cenneti garantiye almaktan başka bir şey değildir ve bu anlaşılabilen isteğe genelde saygı da duyulur ancak Saddam da olduğu gibi bazen buna bile tahammül edilmez; mesele Saddam’ın kim olduğundan ziyade, ölümü kesinleşen ve hiçbir kurtuluş ihtimali kalmamış, zaten çoktan elde edilmiş bir adamın son duasının bile ettirilmemesinden başka bir şey değildir orda ya da İsa, son dakikaya kadar yalvarmış tanrıya: “baba, beni kurtar. Baba, beni kurtar...” en sonunda, kurtarılmayacağını anladığında: “baba, onları affet!” demiş, son sözleri bunlar olmuş; Alman askerleri tarafından kurşuna dizilen Feldmann’sa: “Ahmaklar, sizin için ölüyorum!” diye haykırmış, suratlarına; hıristiyan inancına sahip biri Feldmann’ı tanımasa bile İsa’nın kendisi için öldüğünü bilir; son nefesteki bu insani bencillik anlaşılabilirken ve kimseye çok görülmemesi gerekirken, bazı insanlar da son nefeslerini dahi kendileri için harcamaz, işte böyle insanlar da var; onlar cennete gitmenin veya kendilerini kurtarmanın peşinde değildirler, onlaraysa çoğu zaman saygı gösterilmez; kötü adam Saddam’a bencil son duasını ettirmeyenlerle, Deniz Gezmiş’in hiç de bencil olmayan son sözlerine bile tahammül edemeyen ve tamamlamasına izin vermeyenler aslında aynı kişiler; ölmekteydi adam, kadın onu günden güne zehirlemişti yavaşça, biliyordu ama ses çıkarmamıştı; böyle olsun istemezdi belki ama kızgın da değildi kadına, hatta içten içe teşekkür bile ediyordu, çünkü kendini öldüremiyordu, yapamamıştı, yapamazdı; mutlu da olmuştu sonra, o yüzden bu evresi bile değerdi yaşamaya, gözü açık gitmeyecekti, içi rahattı, onun daha fazla yaşama ve mutlu olma şansı kalmamıştı ama kadının vardı ve seviyordu kadını hala; bir mazileri ve hukukları vardı sonuçta, kadın da bir an olsun ayrılmadı başucundan son anlarında, ellerini tutmak istedi, sarılmak istedi, dokunmak istedi hatta, yapamadı ama yaptığından da pişman değildi, sadece vefalıydı; kendini suçlu hissetmediği için de suçlu hissetmiyordu, “niye böyle oldu?” diye de düşünmüyordu; nefes almakta zorlanan ve güçlükle yutkunmaya çalışan adamın ağzından hırıltı gibi, fısıltı gibi döküldü son sözleri, gayet yavaş ve tane, tane: ”Senin için ölüyorum.”
Tamam adam belki ölmüştür lakin tanrı misafiri zaten seyrekleşen ziyaretlerini, bitirmiştir de; birkaç defa sevişmişlerdir sadece ve hiçbiri de kadının hayal ettiği gibi olmamıştır, hepsi misafirin tam istediği gibi olsa da; ama olsun kadın için yetinmek yeni bir şey değildir zaten, önceki hayatında yalıtık küçük bir adanın, küçük bir bağının ortasındaki küçük evinde, kendi gibi küçük insanlardan olan eşiyle de mutludur; kendi yetersizliğini görmeyen ve yetinmek bilmeyen misafirdir zaten, sırf bu yüzden gelmiştir, sırf bu yüzden gitmiştir ve yine sırf bu yüzden bir daha geri dönmeyecektir.
*
Ütüsü bozulmuş beyaz takımı, pantolondan özgür kalmış gömlek etekleri, sökülmüş kravatıyla, dağılmış yağlı saçlı adama, karşısındaki sandalyemden hafifçe öne doğru eğilerek sokuldum ve elimdeki kadehi ona uzattım; asma katlı, müzikli, loş ve zeytin yağlı mezeleri oldukça hoş bir Rum tavernasında, uzarken sakalları ve dedim ki:
“Abi, sen mi kurtarcan bu memleketi, ne düşünüyosun öyle, çok düşünme böyle, bak kafayı yersin, sonra ben bile kurtaramam seni, hadi şerefe!”
Sarhoş, yorgun ve kızarmış gözlerini, gözlerime dikti delici bakışlarla, sert, kıpırtısız ve hüzünlü kısacık bir süre baktı; aslında bakışlarından korktuğum adamlardandı, bazı adamlar vardır; size bakışlarıyla çok derin ve anlamlı pek çok şey anlatırlar lakin, siz bir bok anlamazsınız; pek göz teması da kurmaz, hatta çoğu zaman kaçırırlar ama baktıklarında sanki sizin içinizi görürler, kafanızın içindeki bütün gizli düşünceleri, kalbinizdeki sakladığınız bütün hisleri anlarlar ve sizi çözerler; ben o adamlardan çok korkarım, bana zarar vereceklerinden değil; çünkü zararsız olurlar genelde, o sinsilikten ve ikiyüzlülükten iz yoktur bakışlarında; ama ben yine de gizlenebildiğim ölçüde hayatta kalma şansımı arttırabilirim, bu da benim gerçeğim, o da öyle belki de; her neyse, şöyle bir gözlerime baktı kadehini eline aldı, kaldırdı ve benimkine vurdu, gözlerini ve başka hiçbir kasını oynatmaksızın, sadece dudaklarını yanlara küçücük gererek, sıcacık gülümsedi, kadehime vurdu ve başını hafifçe sallayarak:
“Şerefe” dedi.