Titanic
Uzun ve yorucu bir günün ardından, biraz olsun dinlenmek ve yeni günün maratonuna hazırlanmak üzere, en sonunda yatağa girebilmişti Fatma. Koşturduğu işler arasında biraz olsun ayaklarını uzatmaya fırsatı olmazdı, eskisi kadar genç de sayılmazdı artık.
Külçe gibi yığıldığı yatakta kıpırtısız, uzun ve deliksiz bir uykudan başka bir isteği yoktu. Ne kafasını kurcalayan bir düşünce, ne rahatsızlık veren bir kaygıya yer vardı fakat; yine de hemen dalamazdı, uykusu açılırdı yorgunluktan.
Hiç hali kalmamış olmasına karşın kalkıp devam edebilirdi, otomatik pilotta bir şeyler yapmaya; çatlayan atlar gibi yere yığılana değin.
Zamanla esnekliğini yitirmiş ve deforme olan, batan, rahatsız yatakta; ufak tefek olmasına rağmen eşinin biraz da etine dolgun olmasının oluşturduğu çukurun eğimine kapılıp ancak, devrilmeden kedi gibi yanına kıvrıldı Mehmet, sırtını dönüp.
Fatma’nın aksine, seyrelmeye başlayan kırlaşmış saçlarının örttüğü kafasında dolanan kırk tilkiyle kapalı tutamıyordu çukurlaşan gözlerini. Kesik derin nefesler alıyor, bir tarafları kaşınıyor, pozisyonunu değiştirmek istiyor, hareket ihtiyacı hissediyor, bir türlü rahat edemiyordu. Öte yandan bitap düşen kadınceğizi de rahatsız etmek istemiyordu.
Başını, yastığın altındaki sağ kolunun üzerine alıp yüzüstü dönerek tavana dikti gözlerini; sağ şakağından girip açılmaya başlayan alnını ve sağ gözünü kaplayan ağrıyla.
Huzursuzdu, rahatsız etmemek için gösterdiği fazladan çaba; üzerinde daha büyük baskı oluşturuyor ve istemsizce daha çok hareket ediyordu, rahat durmayan kolu bacağı.
Vücudunun refleks olarak verdiği her tepkinin arkasından yavaşça kafasını çevirip sıkıca örttüğü başı ve burnuna kadar çektiği yorganla ölü gibi uzanan kadına kaçamak bakışlar atıyordu, suçlu gözlerle.
Sonunda dayanamayıp sessizce inleyerek şikayetini iletince hatun, baktı ki olacak gibi değil; salona gitmeye karar verdi, kalktı yanından.
Karanlıkta oturmuş televizyon izleyen büyük oğlunu bu saatte ayakta görünce,
“Siktir git, kalk yerine yat!” diyerek kovaladı.
Karanlıkta belirsiz gözlerini devirip suratını asarak gönülsüz bir şekilde gitti; bir şey demeden, itiraz etmeden ergen Mustafa.
Çekyata kurulan adam televizyona baktı. Sakallı, takım elbiseli ve kakasını tutar gibi bakan adamların; birbirlerine ahkam kestiği bir dizi oynamaktaydı. Küçük mahallelerin koca yürekli delikanlıları, boylarından büyük işlere bulaşarak başlarını türlü belaya sokmuşlar ve bu saçma kasıntı dünyayı; olanca doğallığıyla bir takım muhafazakar ve kutsal değerlere dayandırarak şüpheye yer bırakmaksızın büyük bir ciddiyetle rasyonalize etmeye çalışıyorlar ve kendilerini inandırmayı başarıp bunu sürdürebiliyorlardı. Bütün bu dönen şeyden hiçbir şey anlamayan Mehmet,
“Bu ne amnakoyim?” diye sordu kendine, kumandayı eline alıp kanalları hızlıca geçmeye başladı.
Aslında uzun çayırları, dipsiz okyanusları, kutupları veya herhangi bir yerdeki yaşamı anlatan; mümkünse sürüngenleri göstermeyen, avlanma görüntüleri içermeyen -hatta maymunlar olsa da yesek diye düşünerek- anlatıcının sakin ve dinlendirici sesiyle desteklenen, hayatın herhangi bir yeri ve anındaki görsel şölene kapılıp kendinden ve içinde bulunduğu alemden uzaklaşıp biraz gevşeyerek hipnotize olmuş vaziyette sızmayı arzulayarak listedeki belgesel kanalını arıyordu.
Fakat orada da acayip kılıklı, deli bakışlı ve boyuna yavşakça sırıtan bir adam; seneler önce, beklenmedik bir şekilde, büyük bir trajedi yaşanan Titanic isimli bir geminin görkemli batışı ve ardındaki gizemleri anlatıyordu.
Bu konunun uzmanı olduğu besbelliydi, sanki sabaha kadar anlatmak için hep bugünü beklemişti, coştukça coşuyordu konuşurken.
Bütün ömrünü vakfettiği bu meseleye hayret etmişti Mehmet. Demek ki işi gücü yoktu gerçekten ve hayatın anlamını paylaşır gibi heyecanlı, çok büyük iş becermiş gibi gururlu bu adamın; daha ilk bakışta tipine uyuz olmuştu zaten.
Serengeti, safari beklerken onun yerine, üstelik bu saatte; bu programı yayınlamayı uygun bulan kanal da adamcığı hüsrana uğratmıştı.
Kanalları gezmeye başlarken söylendi kendi kendine,
“Siz kafayı yemişiniz; sen aklını peynir, ekmekle yemişsin.”
Gerçeklerden kaçamayacağını da anlamasıyla birlikte; eski filmler, penis büyütücüler, futbol programları, tüy dökücü kremler, herkesin çok mutlu olduğu ve tek derdinin aşk olduğu romantik komediler, beyin yakan entrikalar, el sıkışır gibi herkesin birbirini vurduğu mafya dizileri ve tüm saçmalıklarıyla çöpten ibaret yüzlerce kanal arasında yolunu ararken seçme hakkını; kendini de yakından ilgilendiren konuların masaya yatırıldığı, çeşni olsun diye bir kadını da bünyesinde barındıran ve esasında konunun muhatapları veya uzmanlarına yer verilmeyen ama kendilerine yakıştırdıkları çeşitli titrleriyle her şeyin uzmanı olan insanların saatlerce konuştuğu yalan makinası, sözüm ona haber kanalındaki bir tartışma programından yana kullandı.
Söz almış olan adamın anlattıkları ilgisini çekmişti, doğruları söylüyordu, gecenin bu saatinde uykusuz kalmışken ihtiyacı olan tam da buydu.
“Milli birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan, içinden geçtiğimiz bu zor günlerde,” diyordu adam,
“Bizim Allah’ımız var, evelallah geçecek.”
Hızını alamıyordu,
“Ülkemize oynanan büyük oyunlar var, hepsi üst üste geldi, bütün bunlar dış güçlerin oyunu.”
Yalnız onlar mıydı peki?
“Bizim başarısız olmamız için didinen içimizdeki hainler, teröristler, şer ittifakları.”
Mesele göründüğünden çok daha çetrefilli ve ciddiydi.
“Yüce devletimizin bekası söz konusu!”
Ya bütün dünyanın karşısında, iç ve dışarıdaki düşmanların ortasında yalnız ve çaresiz mi kalmıştık?
“Neyse ki bu milletin adamı var. Allah’ın lütfu. Hepimiz aynı gemideyiz. Siyaseti bırakıp hepimizin arkasında durmamız gereken tek bir adam var. Başka hiç kimsemiz yok belki fakat; kendisi cihana bedel!”
Biraz olsun ferahlamıştı içi Mehmet’in; tam zamanında, Hızır gibi yetişmişti konuşan adam.
Kolay mıydı bütün dünyaya kafa tutmak, mümkün müydü öncesinde? Daha düne kadar ‘öz vatanında parya’ idi bu millet.
Yollar yapılmıştı herkesin kıskandığı, kolay mıydı?
Sadece biraz daha sabır, tevekkül; sonrası kolaydı, Allah vardı; bu vatanda bayrakların inmesine, ezanların dinmesine müsaade etmeyen milleti mükafatlandıracaktı.
Bu aralar delik deşik olmuş muhtelif yerlerinden su almaya başlamış olsa da, şimdilik batıyor gibi görünse de hatta gemi; telaşa mahal yoktu, sabrın sonu selametti.
Hepimiz aynı gemideydik ve imanla, el birliğiyle atlatacaktık bu zor günleri.
Bu tarif ve konuşmaların üzerine, aklına mükemmel zamanlamayla bıraktığı eski işindeki patronu geldi; o ister miydi seneler önce yaşanan faciada yüzlerce çalışanının ölmesini?
Sınavdı, Allah vermişti; o herkesten çok üzülmüştü kesin. Halen daha bir sürü insana ekmek veriyordu, yılmamış daha çok çalışmıştı.
Utandı kendini uykusuz bırakan boğulduğu sıkıntılardan; büyük başın derdi de büyük olurdu. Kendisi sorumlu olduğu dört boğazı düşünüp gözüne uyku girmezken ya Kadir Bey ne yapsındı?
Ama o pes etmiyor, daha çok çabalıyor ve insanlara ekmek vermenin türlü yollarını arıyordu; ne kriz dinliyordu ne de salgın?
Kendi dertlerini unutup onun dertlerine içlenerek uykusuz kalmıştı Mehmet.
Kadir ise muhtemelen, “Nasıl olsa mülkiyetimin nöbetini tutan gübreler var,” diye düşünüp “biraz da şurama yatayım.” derken; götünde pireler uçuşuyordu. Lüzum olmadığından yaşam standartlarından herhangi bir taviz vermemişti, keyfi yerindeydi.
Kutlama
Hemen her akşam olduğu gibi iş çıkışı ev arkadaşını almaya gelmişti. Paydos vakti gelince bütün yorgunluğu, tatlı bir heyecana dönüşür, kapıda Reem’i gördüğünde dünyalar Şima’nın olurdu.
Her şeyden önce, akşam vakti sokakta yalnız başlarına yürüyen iki kadın olduklarından; yol boyunca tek kelime etmezlerdi ve her ne kadar mümkünse o kadar sokularak birbirlerine, öyle ilerlerlerdi.
Özellikle bunun gibi yazı anımsatan hafif rüzgarlı akşamlarda, hem bir an önce eve varmak ve dünyayı dışarıda bırakıp sonunda baş başa kalabilmek için sabırsızlanır, hem de bu saadet yolu hiç bitmesin isterdi Şima.
Bir güvercin tedirginliğinde kanat çırpardı onun da yüreği. Daha ne olduğunu anlayamadan; bir anda dünya tersine dönecek, bu hayatta tutunmaya çalıştığı her şey; birden bire ondan koparılacak, ellerinden kayıp gidecek, kaybedecek diye kaygılanırdı.
Gerçekliğinden şüphe ettiği mutluluğundan; bir kabahat gibi utanırdı, suçluluk duygusuyla. Değersiz varlığının, hak etmediği bir ödülün altında ezildiğini düşünürdü.
Kızardı kendine ve “Ben biliyordum zaten.” diyeceği kaçınılmaz sonu, ölüm gibi beklerdi; tadına varamadığı ve ne koparsam kârdır diye düşünerek felekten çaldığı böyle anlarda; “Ölsem de ne gam?” diye de geçirirdi içinden, aynı zamanda.
Ancak tanıyan, dikkatli gözlerle güçlükle fark edebilirdi, belli belirsiz; ışıltılı bakışlarının arkasına saklanan hüznü ve korkuları. Göründüğü gibi değildi, anlayabilmek için fazla karmaşıktı; içinde kopan fırtınalarda çalkalanırdı ruhu, harap ederdi kendini.
Fazlasıyla sıradan olmasına rağmen, ona olağanüstü görünen her anın sihrine çabucak kapılır; aynı hızda ve telaşla feleğin öteki elinde gizlice beklettiği sürpriz darbesi için düşürdüğü gardını almaya çalışırdı.
Uçmak isterdi ama, düşmekten korkardı. Bildiği bütün hikayelerde kahramanlar; tam da işler yolundayken, bir anda, hiç hesapta yokken, en zayıf ve hazırlıksız anında; anlamadan yere çakılırdı.
Nereden, nasıl ve ne zaman geleceği belirsiz ve kaynağı kestirilemeyen tehlikenin tehdidi altındaydı daima ve ne yapacağını bilemez halde, kafası karışmış vaziyette donakalırdı çoğu zaman.
Gereksiz ve saçma olduğunu düşünmesi onu anlatmaktan alıkoymayacaktı. Koca bir iş gününde ona anlatmak için biriktirdiği o kadar çok şey olurdu ki, sanki bütün yaşananlar ve varlığı; muhtaç olduğu Reem’in onayıyla anlam kazanırdı.
Ne kadar moral bozucu ve can sıkıcı da olsa, baş etmek güç olsa da, sonunda onunla paylaştığında; hiç kimsenin umursamayacağı, farkına bile varmayacağı kadar eften püften ve önemsiz de olsa; anlatılacak bir hikaye kılığına büründüğü vakitte; arkadaşından aldığı güçle birlikte, yüzleşmesi ve devam edebilmesi de kolaylaşırdı genç kadının.
Reem de onu içten gelen büyük bir ilgi ve merakla dinler, üstüne bir de yorum yapardı; işte o zaman dünyalar, yaşadığını fark eden Şima’nın olurdu.
Anlatımındaki coşku, bakış açısı, şaka anlayışı, konuşurken takındığı tavır, yüzünün aldığı şekil, gözlerini kırpması, ses tonundaki ince geçişleri, anlatımını destekleyen minicik mimikleri, abartılı jestleri ve tercih ettiği bağlaçları harikulade etkiler yaratırdı. Arkadaşını dinlerken, Reem’in de içi yaşam sevinciyle dolardı.
Şima sahte bir ciddiyetle biraz kasılarak, biraz da Reem’i ve içinde yaşadıkları yeni kültüre özgü davranışları; müthiş bir doğallıkla taklit ederek onu finale güzelce hazırlar ve kocaman açılan kahve rengi gülen gözlerinin eşlik ettiği kaçık bir kahkahayla gönlünü fethederdi, her gösterinin sonunda.
Reem’in nemli ve dolgun dudaklarının altında, inci gibi parlayan muntazam dişlerini ortaya çıkaran kocaman, sıcacık bir gülümsemesi vardı; uzun kirpikli yeşil gözleri kaybolur, kısılırdı. İnsanın içini ısıtırdı.
Yine kuruntularına kapılıp anı yaşamayı mı ıskalıyordu yoksa; gerçek dışı kaygıları, sonunda bozuk saat misali, doğru zamanı mı işaret ediyordu; kendini gerçekleştiren bir kehanet olarak?
Başka türlü yaşamayı bilmese de bir türlü alışamıyordu, kim bilir bu kaçıncıydı? Her an tetikte beklediği, kendi çağırdığı belanın nöbetini tutmaya Şima.
İçi geçip bir anlığına gözlerini yumduğunda ziyaret ettiği rüyalar aleminden büyük bir gürültü ve telaşla; vücuduna saplanan şarapnel parçalarıyla uyanmaktan korkarak mevzisini korumaya çalışan ve savaşı en ön sıradan takip eden siperdeki, vicdani retçi askerdi bir nevi.
Eve vardıklarında, tek hamleyle çekip aldığı baş örtüsünden kurtularak omuzlarını geçen bal köpüğü rengi saçlarını bir isyan bayrağı gibi savurdu Reem, kuğu gibi uzun ve beyaz boynunun üzerinden ve dünya bir anlığına güzelleşti; gözlerini ondan alamayan kadın için.
Dört mevsimlik uzun pardesüleri ve dışarı giysilerinin hepsinden çabucak kurtulup ellerine ve yüzlerine çarptıkları soğuk suyla ferahlayıp vakit kaybetmeden, piknik tüpünde kırdıkları yumurtaları yemek üzere tavanın başına oturdular; yuvarlak, plastik beyaz masalarında.
Birbirinin eşi olmayan, biri bir zamanlar mavi olan, kararmış iki plastik sandalye; aynı zamanda yatak olarak kullandıkları, vahı da gitmiş, meydandaki parçalanmış süngerleri ve tahta iskeletiyle kevgire dönmüş, kiremit rengi kumaşın kararmış kalıntılarıyla kenarda duran, kapanmayan ve eğimli bir çekyattan başka eşyaları yoktu.
Aynı zamanda banyo olarak da kullandıkları tuvaletin kapısı önünde, aynasız bir lavabodan oluşan tezgahsız ve rafsız bölümüyle Amerikan Mutfaklı; tek göz müstakil daireleri, asgari bütün ihtiyaçlarını ziyadesiyle karşılayan minimalist dekorasyonun en güzel örneklerindendi.
Dalgındı biraz Reem; fazla söze katılmıyor, daha kötüsü pek dikkatini vermiyordu.
Her şey yolundayken bile uyandıran çimdik niyetine, “İyi misin?” diye kontrol eden dostu; kötüye yormaya her ne kadar teşne bile olsa yakıştıramıyordu ve kendini sakinleştirmeye çalışarak sormaktan kaçınıyordu ürkerek ama bozulmuştu.
Tepkisini kestiremediği Şima’nın lokmaları boğazına dizilmesin veya hepten iştahı kaçmasın diye yemeğin bitmesini bekledi Reem; sonunda ağzındaki baklayı çıkardı,
“Bugün bi iş teklifi aldım.”
Elinde yeterince veri olmayan arkadaşı daha fazlası için savunmaya geçmiş beklerken; genç kadın da alıştırarak tepkisini ölçmeye çalışıyordu.
Gözlerini sabitlediği boşluğa bakarak konuşmasına devam etti,
“Yine temizlik işi,” az duraksadı, “ama bu defa parası iyi.”
Vereceği tepkiyi seçemeyen Şima, sessizliğini bozarak merakla sordu,
“Ne kadar?”
“Haftalık altı yüz yirmi beş.”
Şaşkınlıktan kocaman açılan gözleriyle,
“Sen ciddi misin?”
Herhangi bir duygu belirtisi göstermeksizin, daha çok karşısındakini çözmeye çalışarak kaçamak bakışlarla devam etti tane tane,
“Patron, hayırsever bir iş insanıymış.”
İlgiyle ve anlamaya çalışarak,
“Peki seni nasıl bulmuş, kimden duymuş?”
“Bi arkadaş,” az duraksayıp sürdürdü, “senden iyi olmasın?”
Sanki bir çevreleri ve arkadaşları varmış gibi bunu söyleyip Şima’yı gıcık etmeyi severdi. Belki komik değildi, hatta sinir bozucuydu daha çok ama; bütün yüzüne yayılan ve rahatlıkla okunabilen, sadistçe bir zevk alıyordu bu cümleyi kurmaktan.
Diğeri de kızıyordu yalandan, oyundu fakat; bu sıkıcı ve sinir bozucu oyunu, hiçbir fırsatı ıskalamaksızın ısrarla devam ettirmek, bu sabır ve her defasında söylerken aldığı aynı hazzı görmek; yıpratıyordu kızceğizin de ister istemez sinirlerini.
“Biz de boş adam değiliz.” diyerek kasıldı Reem, ortamı biraz da yumuşatmak için daha çok şımardı.
Göz teması kurmaktan kaçınıyordu ama, arkadaşının sorgulayan bakışlarının ağırlığını her zerresinde hissediyordu.
Konuşmanın geneline egemen olan kısa süreli bir başka sessizliğin ardından yine devam etti.
“Adam, Kadir Bey; bilhassa savaş yüzünden yurdunu terk etmiş ve yaşam mücadelesi veren, yalnız, bekar, çocuksuz ve kimsesiz genç kadınlara yardımcı olmak istiyormuş.”
Safça sordu Şima,
“Gerçekten böyle insanlar var mıymış?”
Beklemediği ve aynı doğallıkla yanıtlayamayacağı soru karşısında afalladı. Küçük dostu bazen böyle yapardı.
“Peki,” dedi, “Öteki elindeki ne?”
Asıl çekindiği ve gerçekten akıl almak istediği kısma gelmişlerdi,
“Altı gün, ama yatılı.”
Hiç hoşuna gitmese ve kafasına yatmasa da doğrusunun; sonuna kadar arkasında durması ve desteklemesi gerektiği oluğunu düşündüğünden onu yüreklendirdi.
“İnsanın karşısına her zaman böyle fırsatlar çıkmaz. Sonrası bizim için çok daha güzel olacak.”
Sözlerinde aradığı itirazın en ufak kırıntısını gözlerinde bulabilmek için, içlerine baktı Reem. Yolları kesişeli beri, onu yalnız bıraktığı olmamıştı.
Bu cazip teklifin altında gözle göremediği ama içine sinmeyen bir şeyler vardı; korkuyordu belki de inanamadığı için.
Öte yandan bundan sonraki planları için bulunmaz bir nimetti. Sadece, onu caydıracak minicik bir işareti görebilmeyi çok istedi.
Başı önünde masaya vurduğu yumruğunun devamında, kollarını iki yana açıp gözlerinin içine bakarken sırıtarak Reem’in; son sözünü söyledi,
“Bunu kutlamamız lazım.”
Bulaşıcı gülümsemesi Reem’e geçti.
“Sen de kötü alıştın, ha!”
Yine ciddi tavırlara girerek oynamaya başlamıştı Şima,
“Yapıcak bi şey yok, bu işler böyle.”
Daha geçenlerde yapmışlardı ilk kutlamalarını. Yeni taşındıkları evlerinde karşılamışlardı yeni yılı; Reem’in sürpriz bir şekilde, çantasından Nutuk gibi çıkardığı iki şişe şarapla.
Kocaman açılmıştı Şima’nın gözleri, ilk defa şarap görünce. Korkmuştu da. Bugüne kadar yanlışlıkla bile semtinden geçmemişti, yolunu şaşırıp. Zaten sihir gösterisine verdiği tepkilerin devamında,
“Bu da nesi, Nerden buldun bunu?” diye sormuştu.
“İyi bi şey.” diye yanıtlamıştı, devam ederek sırıtmaya ve ekledi,
“Yalnız çok fazla Müslüman var civarda, şimdi onları kızdırmayalım; zaten fırsat kolluyolar bizi kovalamaya. İyisi mi çaktırma, sessizce kutlayalım kendi aramızda.”
Kuralları çiğnemenin heyecanı, daha önemlisi Reem ile suç ortaklığının cazibesiyle karartarak gözlerini; bıraktı kendini, aklına hayaline bile gelmeyecek yeni bir tecrübeye; bir yemin gibi tutarak tembihini. İlk defa yeni yılı kutluyordu hatta, bu yaptığı ilk kutlamaydı hayatında.
Başlarda tadını beğenmedi ancak, eşlik etmek için gayretledi. Zaman ilerledikçe yanakları al al olmaya başladı, sıcak basmıştı; sonra gülmeye başladı, biraz geçince de durgunlaştı, hüzün çökmüştü ki,
“Sakın,” dedi Reem, sakin ve yatıştırıcı ama buyuran bir sesle; “iyisi mi burda bırak. Mutluyuz, korkacak hiçbir şey yok ve her şey yolunda. Birlikte yepyeni bir yılı selamlıyoruz.”
“Daha üçüncü bardaktayım,” emin olamadı, “doğru mu?”
Düşünmeye çalıştı, baktı çıkamayacak içinden; gözleri, kaşları, dudakları ve eliyle boş verdiğini belirten tepkisini koyverdi.
“İyi geldi, alışıyorum.”
Reem muzip ve kendinden emin şekilde,
“Kuzucuğum hiç korkma, ben yavaş yavaaş her şeye alıştırıcam seni.”
Masaya baktı Şima, hıçkırık tutmuştu. Böyle çok daha sevimli olmuştu.
“İkinci şişe mi, yarıladık? Çoğu gitmiş, azı kalmış.” sözleriyle devam etme tercihini belirtiyordu.
“Sen şimdi tadında bırakmazsan boka sarıcak.” Durdu ve iç geçirdi, “İçki içmek güzeldir oysa. İlişkin ve anıların olumlu olsun isterim.”
“Yarasın beygirime, hepsini sen içtin zaten.”
“Gel bakalım buraya.” diyerek kollarını açtı Reem.
Şima da hemen başını göğsüne yasladı, yumup gözlerini. Tekrar açtı sonra, elindeki sigarasına uzandı dostunun ve bir nefes çekip tekrar aldığı yere, dudaklarına taktı.
Dışarı üfürürken soluduğu mavi dumanı, yine gözlerini kapamıştı. Gözlerinin alıştığı karanlıkta ışıklı tek nokta, Reem’in ağzının ucundaydı.
Yeniden açtı gözlerini ve
“Çişim geldi.” dedi.
“Üstüme yap.” diye yanıtladı Reem.
“Asla böyle bi şeyi kabul edemem.”
“Benim daha çok hoşuma gider.”
“Rica emerim.”
“ ’Israr eder, iyi dans ederim.’ ”
“Valla olmaz kanki.”
“Olsa da yesek.”
“Bu kumu yirim.”
“Bu kum yenilmez mi be abi?”
“Yi kızanım.”
“KABUL.”
“Tamam, yeter. Gidiyorum ben.” ciddileşerek kalkmaya niyetlendi.
Yeltenince kollarıyla tuttu kuzucuğunu ve o da gayet ciddi bir tavırla,
“Olmaz, yakışmaz usta.” diyerek oturttu tekrar.
Üsteledi Şima,
“Kalk da gideyim, bırak.”
Aynı ağırbaşlılık ve sakinlikle,
“Yavrucum zaten üstteki sensin, nasıl kalkayım?”
“A yallaya!” derken başını kaşıdı sırıtarak.
“Böyle iyi, biraz böyle kalalım.” diyerek kollarını gevşetti ve ekledi,
“Canım benim, gittiğinde zaten kalkmış olacaksın.”
Başı döndü ayağa kalkarken Şima’nın, gerçekten çarpılmışım diye düşündü. Güldü.
Tuvalete girip gözden kaybolana kaybolana kadar pürdikkat ve şefkatle seyretti; onun ağır aksak yalpalayarak yürümesini. Söndürdü sigarasını, dikti bardağını.
Genç Girişimciler
Ahmet terhis olduktan sonra soluğu ablasının yanında almıştı. Sofra kurulmuş, saatler ilerlemiş, yemeğin sonuna gelinmişti ama Mehmet’in çenesi açılmış, kendi anlattıklarının etkisinde; içinde bulunduğu zamandan kopmuş, iki dünya arasında, geçmişten haberler iletiyordu.
Askerlik onun için inanılmaz bir hayat tecrübesi ve bildiği çoğu şeyi öğrendiği, farklı kültürler ve sosyal çevrelerden gelen insanlarla bir arada bulunma fırsatı yakaladığı; bugünkü dünya görüşü ve hayatı algılayışının oluştuğu, kişiliğinin geliştiği gerçek bir okuldu. Tam anlamıyla gerçekten, orada şekillenmişti.
Hayatının belki de en güzel ve en farklı günleri orada geçmişti. Ömründe ilk defa insan yerine konmuş, diğerleriyle eşit koşullarda değerlendirilmiş; çalışkanlığı, azmi ve yetenekleri takdir görmüştü.
Oysa, kendini bildi bileli çalıştığı halde; başı hiç okşanmamış bir çocuktu.
Ahmet, yorgun gözlerle oturduğu sandalyeyle bütünleşmiş, için için uyurken; yatma zamanını bekliyor, eniştesinin anlattıklarını duymuyor, anlamıyordu bile.
Onun yanına oturan Mustafa, biraz da çekingenlikle fakat büyük bir ilgiyle dayısını seyrederken kendi dünyasındaydı.
Karşılarında oturan Zeynep, uyuşmuş ve aval aval bakan kardeşinin aksine; çakmak çakmak gözleriyle en ince ayrıntısına kadar her şeye dikkat kesilmiş, gözlem yapıyordu. Bir yandan da daima göreve hazır, isminin söylenip ondan bir şey istenmesini bekliyordu tetikte.
Onun dışında anlatılanlar zerre ilgisini çekmiyordu; daha ziyade bir masanın etrafına yemek yemek üzere törensel bir şekilde toplanmış insanlar ve tavırlarıyla alakadardı. Orada yaşanan veya anlatılan olaylar kesinlikle değil; orada bulunma hali çok daha büyüleyiciydi.
Dünyanın en ilginç şeylerini, yalnızca kendi başına gelmiş gibi çoşkuyla anlatan, anlattıkça daha fazlasını hatırlayan, andıkça yaşıyormuş ve paylaşmazsa ölecekmiş gibi dilinin bağı çözülen ve hızını alamayan enişteyi susturmak belki mümkün değildi fakat; birinin bu gidişe “Dur!” demesi, en azından denemesi gerekiyordu.
Mehmet de her zaman böyle konuşkan değildi, vatani görevini tamamlayan biraderini yakalayınca aşka gelmişti.
Bu tarihsel sorumluluk mecburen Fatma’nın omuzlarındaydı. Soluksuz konuşan eşinden bulduğu ilk aralıkta lafa girdi.
“Çay olmuştur.”
Çocuklara doğru otoriter bir sesle,
“Haydi yatağa, laf dinlemeyin bakiyim.”
Onlardan tarafa bakmadan,
“Bunların palavrası tükenmez.”
Annesinin yanında oturan ve daha orada kalmak isteyen Zeynep de bu çağrıyla ayılıp kendine gelen Mustafa da; masanın yanındaki küçük kardeşlerinin beşiğini kaldıran annelerinin eteğine tutunup yatak odasının yollandılar, ikiletmeden.
Salonda oturum henüz sonlanmadığından, annelerinin yataklarında yatacaklardı, daha sonra yatakları açıldığında geri getirilmek üzere.
Dönüşte mutfağa uğrayıp bardakları ve çaydanlığı getiren ablasına yalandan,
“Yardım edeyim.” dedi kardeşi.
Kadın hiç oralı olmadı, çay servislerini yaptıktan sonra sofrayı toplamaya başladı. Çayları getirdiği büyük tepsiye doldurduğu bulaşıkları yıkamak üzere tekrar mutfağın yolunu tutarken Mehmet’i,
“Çocuk daha yeni geldi, yorgun. Şişirdin kafasını.” diye uyardı.
“Olur mu abla, sohbet ediyoruz.” diye atladı Ahmet, yine samimiyetsizce.
“Sen işine bak,” diyerek tersledi evin erkeği, kızar gibi yaparak abartılı bir şekilde.
Fatma, şakayla karışık ve biraz da gülerek; tehditkar bir tavırla,
“Çocuğun yanında ağzımı açtırma şimdi.” diyerek mutfağa doğru hareketlendi.
“Ne anlatıyodum ben?” diye sordu Mehmet, kafasını kayınbiraderine çevirip,
Onu dinlemeyen çocuk, hazırcevaplıkla,
“Biz askerdeyken, diyodun enişte.”
Kafası karışan adam, hatırlayamadı,
“Öyle işte, bende hikayeler bitmez. Sen anlat biraz da.”
Aslında konuşmanın başında da ondan aynı talepte bulunmuş fakat, ağzını açtırmadan kendi anılarına dalmıştı.
Oğlan lafa,
“Askerlik işte, gittik geldik. Bi şey yapmadık pek, ben senin gibi güzel anlatamıyorum hem.” diyerek başladı.
“Sen şimdi farkında değilsin, yeni geldin, du bakalım acık, biraz demlensin.”
Sazı tekrar eline almaya niyetlenen eniştesinden bulduğu bu fırsatı da kaçırmadan asıl konuşmak istediği konuya giriş yaptı, aceleyle.
“Asıl askerlik şimdi başlıyo; senin gibi düzenimi, yuvamı kurmak istiyorum Allah’ın izniyle, ben de.”
“Olur hayırlısıyla, Allah Kerim. Var mı düşündüğün, aklında bi şeyler?”
“Var bi şeyler aklımda aslında,” önündeki bardağa sabitlediği gözlerini kaldırıp eniştesinin tavrını anlamak için gözlerinin içine bakarak kafasındaki projeden bahsetmeye başladı tane tane.
Askerlik onun da ufkunu açmış, orada dinlediği ve çok mantıklı gelen fikrin sunumunu; üstelik düzenini oturtmuş, işleri yolunda giden iyi örneklerle destekledi.
Ancak kendi başına yapabileceği bir şey değildi, desteğe ihtiyacı vardı.
Mehmet’in kafası pek o işlere basmazdı, başka türlü çalışırdı. Alın teriyle şükrederek kazandığı, bir lokma ekmek ve başını sokacağı bir damdan fazlasını da beklemezdi hayattan.
Eli ayağı tutuyor, namusuyla kazandığı, helal lokmayı ailesinin kursağından geçirebiliyordu ya bu ona yetiyordu. Çalışmak zorundaydı hayatını kazanmak için ve zor kazandığı, taştan çıkardığı ekmeği çok değerliydi.
Hayatıyla kumar oynayamaz, güçlü ve cesurların ayakta kaldığı vahşi dünyada; çoluğunun çocuğunun rızkını Allah veriyordu bir şekilde ama; riske atamazdı.
Başını önüne eğerek kaderine razı gelirdi. Yapamaz, yürütemez, beceremezdi; sonunda elindeki bulgurdan da olurdu, ona göre değildi iş dünyası.
Ahmet ise gençti, ihtiraslıydı, yolun başındaydı, delikanlıydı, kaynıyordu kanı; bu zamana kadar olduğu gibi bütün ömrünü elin işinde, başkasının emrinde geçirmek istemiyordu. Biraz olsun rahat etmek istiyordu hayatta, diğerleri gibi.
Askerde mesleği öğrenmiş, inceliklerini dinlemişti. Eğer geri zekalı değilse, işini bilenin başarısız olması mümkün değildi.
Baştan biraz zahmet çekecekler fakat, sonrasında rahat edeceklerdi. Dert değildi, nasıl olsa kolay ekmek yoktu bu dünyada onlara.
Mehmet etkilenmişti ancak, çekinceleri vardı. Ahmet’in anlattıkları en iyi senaryoydu lâkin, hayatta işler her zaman istediği gibi gitmeyebilirdi insanın. Kendine pek güvenemiyordu.
Kardeşinin imdadına, bulaşıktan yeni bir demlik çayla dönen Fatma yetişti. Gece boyunca ağzından girip burnundan çıkarak adamı sonunda ikna ettiler.
Daha yeni Güney Amerika’da çok büyük bir facia yaşanmıştı. Çalıştığı yerde, oradaki madenciler kadar bile hayatta kalma imkanı yoktu bizimkilerin.
Yaratan’a sığınıp iniyordu her gün. Çocukları babalarını görmeden büyüyorlardı, Yusuf’un doğumunda bile bulunamamıştı.
Fatma’nın yüreği ağzında her gün korkuyla bekliyordu. Haberlerden takip ettikleri Şili, onun için bardağı taşıran son damlaydı. Esasında uyanmasını sağlamıştı, tehlikenin farkında değildi. Öncesinde; hayatlarının doğal bir parçası olarak kabul ettiklerinden, masal gibi geliyordu anlatılanlar.
Hiç binmedikleri uçakla yolculuk yapmak, her ne kadar çok daha güvenli olsa da gözlerini daha çok korkutuyordu; uzak ve yabancı bir tehlike olarak.
Askerden geldiği gibi Mehmet, ayağının tozuyla inmişti madene. Giriş o giriş, on sene boyunca da çıkmadı. Zaman akıp gidiyordu ya, o da hızlıydı.
Hep doğru zamanda, doğru yerde bulunmaya gayret etti. Elinden her iş gelir, gözünü budaktan sakınmazdı. Çalışkan, fişek gibi delikanlıydı. Bu zamana kadar ekmeğini taştan çıkarmış, ne iş olsa yapmıştı.
Vatani görevini tamamlayan sağlıklı her genç erkek gibi artık bundan sonra; helal süt emmiş, düzgün ve kendine uygun bir eş bularak yuvasını kurma; ailesinin bütün yükünü sırtlayarak geçimlerini sağlama; kimseye el açmadan, muhtaç olmadan onlara bakma vakti gelmişti.
Bir yıldır yılmadan, canla başla çalıştığı işi eldeydi. Lâzım olan hemşehrisi kadınıysa bir aracı vasıtasıyla da bulduğunda bu iş tamamdı.
Oldu bittiyle, görücü usulü evlendiklerinde Fatma; henüz on altısında bir çocuktu. Oyun gibiydi ama çok korkmuştu. İşler ciddiye bindiğinde ağlamış, caymak istemiş de kimselere bir şey diyememişti.
Sonunda, kendini bildi bileli hazırlandığı kaderini kabullenmiş; macerasında yeni bölüme geçmişti.
İki yıl sonra da ilk defa anne olmuştu. Belki oğlan getirmeyi becerememişti ilk seferinde ancak, üzerindeki baskı ve yetersizlik hislerini bertaraf etmişti bir nebze de olsa.
Şikayeti yoktu, genel olarak hayatından memnundu. Aç değildi, açıkta değildi üstelik; çocuk bakımı, temizlik ve yemek gibi uzmanlık alanı olan ve kendi evinde de yaptığı işleri; başkalarına da yaparak iyi kötü harçlığını çıkarıyor, aile bütçesine katkıda bulunuyordu.
Hayat korkakları sevmezdi, herkes; olmadık güçlüklerle mücadele ederek risk almaktan çekinmeyen cesur kahramanları anlatırdı. Üstelik iğneden ipliğe en ince ayrıntısına kadar hepsini hesaplayan Ahmet, müşkülpesent ablasını bile kolaylıkla kendi tarafına çekmiş, ikna etmeyi başarmıştı.
Son olarak farklı bir sektörde, yeni bir serüvene atılan Mehmet’in işleri de başlarda harika gitmişti. Piyasaya girdikleri gibi iş bulmuş, tıpkı kayınbiraderinin dediği gibi ilerletmişler, hatta yetişemez olduklarından seçmeye başlamışlardı.
Aklı olan, inşaat dışında bir alanda çalışmazdı. İnanılmaz yatırımlar, ardı arkası kesilmeyen, mantar gibi türeyen, sayısı belirsiz yeni yapılar ve sınırsız iş imkanıyla; sonsuz ve bereketli bir pınar gibiydi.
Hızlı bir şekilde tırmandıkları beş yılın sonunda, zirvede aksamaya başlamışlardı ama sorun değildi. Korkulacak bir şey yoktu, ellerinde işleri vardı, iyi kazanıyorlardı ve sağlıkları yerindeydi. Yavaşlama dönemseldi.
Her ne kadar yakıştıramasalar ve kabul etmek istemeseler de iki senenin sonunda tarih 2018’i gösterdiğinde, yaşadıkları düpedüz bir krizdi. Dillendiremeseler de geleceğe eskisi kadar umutla bakamıyorlar, artık kendilerini güvende hissedemiyorlar ve endişeyle doluyorlardı.
Ancak bir yıl daha dayanabilmişler ve sonunda iflas bayrağını çekerek havlu atmışlardı. Bir kapıyı kapayan, diğerini açar; sonsuza kadar böyle gitmez, düzelecektir elbet diye bekliyorlardı.
Bu çöküş döneminde küsüp gidecek veya durup bekleyecek biri değildi Mehmet; bir ucundan tutup devam etmek istiyordu mücadeleye fakat; bir türlü iş bulamıyor, tüm kapılar yüzüne kapanıyor, her gün eve utanç içinde ve hüsranla dönüyordu.
Ahlaksız Teklif
Bir başka sığınmacıdan fahiş fiyata kiraladıkları, elli metrekareyi geçmeyen; kümesten hallice, her tarafı dökülen, duvarları sıvasız, pencereleri camsız; tezgahsız mutfak ile tuvaleti, kirden kararmış yırtık plastik bir perdeyle ayrılmış, zemini kaplamasız, elektriği de olmayan; karaborsadan, akşam pazarı, fırsat ürünü olarak bulup sığındıkları evi; başka bir sığınmacı aile ile paylaşıyordu Reem ve Şima. Yaşlı anne, baba, küçük oğlanları, dördüncü kızları ve onun iki yavrusuyla beraber toplam sekiz kişiydiler.
İlk etapta, sağdan soldan buldukları kartonlarla pencereleri örttüler. Bir süre sonra, eskiciden yalvar yakar bin bir güçlük ve pazarlıkla; yamadan yamanacak yeri kalmamış, paçavraya dönen ince bir kilimden geriye kalanları; ufaklıkların, yatarken altına sermek için alarak sıfırdan dekore etmeye başlamışlardı evlerini, ağır ağır.
Mahalleli başlarda; içi kör nefretle dolu hasmane bakışlarla seyretti uzaktan. Zamanla insafa gelen iki komşu kadın, ufak tefek birkaç parça eskilerini bağışladı fakat; mesafeyi hiç bozmadılar.
Kirlenmekten korkar gibiydi insanlar; onlar gibi zavallı, onlar kadar aşağılık olmaktan, kötü talihlerini kendilerine bulaştırmalarından korkuyorlardı. Bilmedikleri dilden, anlayamadıkları hakaretleri de işitmez oldular zamanla.
İyi kötü, az çok demeden bulabildikleri her işe saldırıyorlardı dört koldan; küçük çocuklar dışında hepsi kovalıyorlardı, kursaklarından geçecek bir lokma ekmeği ve hiç kolay değildi.
Zaten piyasanın çok altındaki düşük ücretlere, hiçbir güvence olmaksızın yakaladıkları bütün fırsatları değerlendirmeye çalışıyorlardı. Yaşamak için mecburlardı.
Gerekçesiz çıkarılabildikleri, keyfi olarak anlaşılan ücrette kesintiye gidilebilen ve hiçbir hakları bulunmayan, kayıt dışı, kısa süreli işlerde tutunmaya çalışıyorlar; arta kalan zamanlardaysa sosyal yardım bulabilmek için karşılarına çıkan tüm kapıları aşındırıyorlardı.
Can derdine düşüp yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlardı. Yoksulluk ve sefaletleri sürüyordu belki ama, en azından hayattalardı. Güç işti yine de bunu sürdürebilmek.
Her ne kadar; arkalarında bıraktıkları, yerle bir olan düzenleri, bir daha kurulamayacak olsa da her ne kadar; kültürü ve gelenekleri benzeyen, kucak açan ülkede pek dostça karşılanmasalar da şükrediyorlardı bu kadarına da. Beterinden saklasındı Allah.
Geride kalanlar, daha kötü durumda olanlar, bu kadarını bile bulamayanlar; ya onlar ne yapsındı? Gayret, kuvvet versin; bu onların sınavıydı. Eğer sabırla ellerinden geleni yapmaya devam ederlerse sonu selametti.
Evin yaşlı babası bir gün, herkesin kazançlı çıkacağı gayet makul ve pratik bir öneriyle eve geldiğinde bütün ipler koptu.
Eğer kızlardan biri veya ikisi, yerlilerin ikinci eşi olmayı kabul ederse hem kendi hayatlarını kurtarıp daha iyi şartlarda yaşayabilecek hem de aileye gelecek ekonomik destek sayesinde bellerini doğrultmalarını sağlayacaktı.
Kurulan akrabalık bağlarıyla da artık dışlanmayacaklar, kendilerini toplumun bir parçası olarak kabul ettirip içerisinde daha rahat hissedeceklerdi.
Bu masum ve zararsız, bir o kadar da mantıklı öneriyi; ahlaksız bir teklif olarak değerlendiren Reem’in kafası atmıştı, Şima’yı kolundan sıkıca tuttuğu gibi,
“Yürü gidiyoruz!” diye bağırdı.
Neye uğradığını şaşıran Şima’nın dili tutulmuş, donakalmıştı. Ne yapması, ne söylemesi gerektiğini bilemiyordu, şoka girmişti. Diğer eliyle de öteki kolunu yakalayan Reem’in sarsmasıyla silkinerek öfkeden ateşler saçan gözlerine baktığında; yumup açtığı iri gözlerinde sağanak başladı.
Yalnız o değildi, evdeki herkes şaşırmıştı sürpriz patlamaya. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Yaşlı adam da çok bozulmuş ve alınmıştı, genç kadının takındığı bu tutuma ve titriyordu hiddetle, pancar gibi kıpkırmızı olmuştu suratı, alnındaki damarlar belirginleşmişti,
“Yazıklar olsun,” dedi, “neme lazımdı benim, size sahip çıktım?”
“Sen ne anlatıyosun?” diye kükredi Reem.
“Ben olmasam, bok geçerdiniz sınırı.” diye yanıtladı ihtiyar,
“Ulan hayrına mı yaptın, parasını almadın mı?”
Bunu beklemiyordu ihtiyar, bir anlığına duraksadı, başını iki yana sallayarak,
“Bi evin insanı olduk burda, aile olduk!”
“Hepinizden çok çalıştık, hepinizden çok para getirdik. Hiçbir şey talep etmedik, sığıntı olduk yine de!”
“Kendi çocuklarımdan ayırmadım, size babalık yaptım, koynumda yılan beslemişim. Kiminiz vardı ben olmasam?” diye parmak salladı adam.
Saydırmaya devam ediyordu kadın,
“Ne babası, pezevenksin sen, pezevenk!”
Bunun üzerinde hepten çileden çıkan adam, üzerine yürüyünce; cebinden çıkardığı çakısını havada savurarak,
“Geri bas, aklından bile geçirme! Parçalarım seni, delik deşik ederim! Burda kimse elimden alamaz!” sözleriyle savundu kendisini.
Evdeki herkes ağlamaya başladı, adam da çekindi; gözü dönen ve hiç şakası olmayan vahşiliğin karşısında, daha ileri gidemedi.
Reem elinden tuttuğu gibi yol arkadaşı ile ayrıldı oradan. Kapı önleri ve camlarda biriken, kendi aralarında kısık sesle en ufak bir fikri veya bilgisi olmaksızın yorum yapan mahalleli; meraklı bakışlarla olan biteni izleyip az önce kopan gürültülü kıyametin kritiğini yapıyordu.
Bazılarında; gözleri önünde cereyan eden başkalarının trajedilerini, büyük bir keyif ve iştahla izleme tutkusu vardı. Diğerlerinin; kendilerinden kötü durumda olmasından haz duyar, onların acılarından beslenirlerdi.
İbret aldıkları kimselerin yerinde olmadıklarından ve çok daha akıllı olduklarından herkesten, asla onların durumuna düşmeyeceklerine inanırlar; hariçten gazel okumayı severlerdi şükrederek ve yaşananlar zerre kadar onları rahatsız etmez, düşenlerin aşağı çekmesinden ürkerek el uzatmazlar, elin işine karışmaz, kirlenmekten korkarak sakınırlardu kendilerini, uzak dururlardı. Duyarsızlıkları erdemdi. Kibir ve bencillikle yaşayıp giderlerdi, pirüpak.
Korkmuş, şaşkın fakat ellerini sıkıca tutan kişiye duyduğu mutlak güvenle yürüyordu yepyeni bir bilinmezliğe doğru, yanında. Uzun, kemikli ve ince elleri sıcacık olurdu Reem’in, ne zaman dokunsa.
Ellerini ısıtan kanın, Reem’in kalbinden pompalanmasını sağlayan ve her temasında Şima’nın yüreğine nüfuz eden sıcaklığın kaynağı; Şima’nın ta kendisiydi esasında.
Yaşam sürekli kaynağına yönelip kendini yeniden yaratarak fani olan her şeyin karşısında, tek mutlak gerçeklik olarak ölümsüzlüğünü ilan ediyordu; koca evrenin karşısında toz olan, el ele tutmuş iki insanın küçük adımlarıyla başladığı, büyük bir yolculukta.
Şimdi ona başkasının başından geçmiş, bir yerlerde duymuş veya hiç yaşanmamış gibi uzak, yabancı ve masal gibi gelen bir geçmişte; adımları gerisinde kalan ve kalabalığın içinde kaybolmaktan ürkerek tutunup aşağı çektiği annesinin eteğine yapışarak koşturan küçük bir çocuğun hatıralarını anımsadı Şima.
Zaten ağlıyordu, zaten yetişmeye çalışırken bir yandan da uydurmaya çalışıyordu adımlarını rehberinin kararlı adımlarına; dimdik bir yokuştan yukarı doğru çıkarken.
Bıraktıklarına benzer bir mahallede, geride kalan evden aşağı kalmayan; yalnız bu sefer tamamen farklı olarak yalnızca onların barınacağı, kendi ayakları üzerinde durabilecekleri ve onlar için köşklerden, saraylardan kıymetli, tartışmasız paha biçilemez, özel bir alan, yuva diyebilecekleri bir yer bulabilmişlerdi.
Hayat zordu, şanslı olanlardan sayılmazlardı elbette ama; bazen böyle güzel sürprizler de yapardı. Dişleri dökülmüş olsa da talih, yüzlerine gülümseyebilirdi pekala.
Okul Defteri
Sevinçle ayakları kıçına vura vura koşarken eve giden sokakları, ağzı kulaklarındaydı Yusuf’un; mutluluktan uçuyordu adeta.
Elinde kitap dolu poşet, başı önünde, yürümekten ziyade; rüzgarda ağır aksak salınan, yapraklarını çoktan dökerek çırılçıplak kalan, kurumuş bir ağaç gibi takip ediyordu babası onu peşi sıra.
Çiçek olsa açmaya fırsat bulamadan solar, yaprak olsa çoktan savrulurdu rüzgarda ve meyve olsaydı eğer hamken düşerdi torağa, dal olsa zaten kırılmıştı.
Bir çaresine bakarak kendine yol açan hayat, umudunu çoktan kestiğinden; en ufak inat emaresi olarak bir sürgün bile verememiş, içten içe çürümüş ve kovuğunda kuşların, arıların, sincapların ve hatta kurtçukların bile yuva yapmadığı; üzerinde yosun, yakınında mantar dahi bitmeyen, en verimli çağlarında kuruyup kalmış; doğanın bile bağrını açıp geri kabul etmediği, unutmuşum ayağına arada kaynayan; tamamlayamadığı halkasıyla kırıldığı yerde hareketsiz kalarak kaideyi bozan, doğanın müstesna bir ucubesiydi.
Yarım kalan hikayesiyle ortada kalmış, yüzeye çıkan kökleriyle toprağa tutunamamış, yaşam veya ölüme ait olamamıştı.
Bir anlığına da olsa, başka bir eşyanın iradesini ödünç alabilseydi keşke; kendi kaderini tayin edebilirdi belki.
Koşarak içeri dalar dalmaz, ayaklarından çıkardığı gibi fırlattığı ayakkabılarından kurtulan oğlan; büyük bir çoskuşyla,
“Okul defteri benim için kapanmıştır!” diye haykırdı.
Yaşı ve boyuna oranla iri cüssesinden beklenmeyecek bir çeviklikle, iki yana açtığı kollarında, yukarı bakan elleriyle dizlerinin üstünde kayarak yaptığı görkemli girişin ardından; aynı çabuklukla doğrularak önündeki sehpadan aldığı peçeteleri havaya savurarak koluyla çizdiği çeyrek çemberden sonra, hafifçe öne doğru eğilerek eşyayı selamladı.
Peşinden tişörtünü çıkarıp yukarı kaldırdığı eline alarak başının üstünde döndürürken bağırıyordu,
“Ooooo!” diye, büyük bir keyifle.
Evin neşesiydi Yusuf, küçüğü olduğundan şımartılmıştı, herkesin gözdesiydi. Hem Şeytan’a çarığını ters giydirecek kadar anasının gözü bir bilmiş, aynı zamanda hem de kolaylıkla kandırılabilecek kadar saftı.
Henüz tam olarak kirlenmemişti, en sevimli olduğu zamanlardı. Büyüdükçe kaçınılmaz bir şekilde çirkinleşecekti, fiziksel ve zihinsel olarak. Aslında, çoktan bozulmaya başlamıştı bile, geri dönüşü yoktu.
Kendine bakmadan girdiği yetişkin tavırları, her hareketiyle dikkat çekerek evrene kendini takdim ederken; kocaman gülümsemesiyle beraber kasılırdı bir de gururlu bir şekilde.
Öğrenmeye aç körpe beyni ve keskin kavrayışıyla aralıksız maruz kaldığı sınırsız uyaranları işleyip beklenmedik şekillerde yaratıcı ve akıcı olarak kendisini ifade ettiğinde; kahkahalara boğularak ‘büyümüş de küçülmüş’ diye düşünen insanların ağzı şaşkınlıkla açık kalıyordu.
Yaşlı, yorgun, hasta, rahatsız, keyifsiz veya üzgün kişilere yaşam sevinci aşılıyordu.
Aslında sakar, şapsal, yaramaz ve oyuncu bir maymundu. Gözünü budaktan sakınmaz, başını belaya sokmaktan çekinmez; enselendiğinde sıpa gibi kişnerdi, başını kaşıyarak.
İleride aleyhinde kullanılabilecek bir itirafta bulunurken başı götü ayrı oynar, biri ağzında biri boğazında sabırsızca anlatırdı icraatlarını.
Bazen de olanları biraz küçülterek daha masum bir görünüm kazandırmaya çalışarak veya talebinin öncesine takdir edilecek alakasız bir başka marifetini sunarak manipüle etmeye çalışırdı insanları.
Henüz profesyonelleşemediğinden bunu yaparken çok daha sevimli olur ve bir anlamda muvaffak da olurdu.
Dileğini kabul ettirdikten sonra büyükleri tarafından doğru yönlendirmek için verilen öğütlereyse hiç kulak asmazdı, bildiğini okurdu.
Kural tanımazdı, karşı koyulmazdı. İnsanların zayıf noktasıydı.
Gülen gözlerle arkasına dönüp babasıyla bakışları kesiştiğinde bir anlığına yüzü düştü. Ani olarak kabahat işlemiş gibi hissettiyse de uzun sürmedi, toparladı kendini ve kutlamalara devam etti.
Artık okula gitmeyecekti, ablasının evdeki tek akıllı telefonundan derse girecekti, kendine ayırabileceği daha bol zamanı ise daha fazla oyun ve çizgi filmle değerlendirebilecekti.
Kapı eşiğinde taştan oyulmuş bir heykel kadar katı ve her an devrilecekmiş gibi kararsız duran Mehmet, karşı karşıya geldiğinde çoşku ve sevinç dolu gözleriyle oğlunun; bakışlarını kaçırdı, başını öne eğip gayri ihtiyari kafasını sol tarafa çevirirken yüzünün sağ tarafı seğirdi. Uzaktan bakan biri, açılan ağzında meydana çıkan; kendini tutmak maksadıyla sıktığı dişlerini görünce gülümsediğini pekala düşünebilirdi.
Gömleğinin cebinden hızlıca çektiği sigaranın ilk nefesindeki kısa süreli öksürük nöbetiyle kamufle etse de kendini; yaşlar süzülmüştü kızaran gözlerinden, üç günlük kıraran sakalın gizlemeye başladığı yorgun yanaklarına.
Bir şey demeden yöneldi mutfağa. Çaydanlıkta kalan bayat çayın altına su ekleyip kaynamasını bekleyerek oturdu; açılıp kapanan yuvarlak tahta masanın başındaki bir sandalyeye. Dalgın dalgın üflediği sigarasının mavi dumanı dağılıyordu havada ancak, ferahlamıyordu bir türlü içi.
Aslında Zeynep devam etseydi, okurdu muhtemelen. Sekiz’den sonra aldılar okuldan; dışarıda ve ev işlerinde annesine yardım edip kardeşlerinin bakımından sorumlu olmuştu.
Akıllıydı, çalışkandı da, hem merakı da vardı okumaya, dersleri de fena sayılmazdı ya; okuyup ne yapacaktı, hayatta ne işine yarayacaktı, ekonomik yük olup boşuna zaman kaybederek bir de orospu mu olacaktı?
Vakti geldiğinde evinin kadını, çocuklarının anası, eve ekmek getiren eşinin sadık hizmetkarı olacaktı sonuçta.
Güzel ahlak, iyi huy, geçim ve itaat yahut yemek, temizlik gibi ev işleri, çocuk bakımı gibi dersler okulda öğretilmiyordu. Sabır, şükür, alttan alma gibi erdemleri oralarda edinemezdi.
Okuyanlar patavatsız, asi, ukala, saygısız, kavgacı ve kibirli kancıklar oluyordu. Bir sürü boş, gereksiz ve yanlış bilgiyle yıkanan beyinleriyle mazbut ailelerin, masum ve muhafazakar kız çocuklarını eğitim; küfre sevk ediyordu.
Hem hayırlı bir kısmeti çıktığında beyi ona bakacak, o da evinde oturup rahatına bakacak ve çocuklarını da kendi gibi geleneklere uygun yetiştirerek ümmete en büyük hizmeti yaparak ayaklarının altındaki Cennet’i garantileyecekti.
Eğitim hayatını erken yaşta kendi isteğiyle terk eden Mustafa’yı ise kendine benzetiyor, ona hak veriyor ve anladığını düşünüyordu.
Devir aynı devir değildi, aynı şartlarda değillerdi belki ama bir an önce hayata atılmak, ekmeğinin peşinden koşmak isteyen yoksul delikanlılar için okul zaman kaybıydı.
Hem okuyup ne olacaktı, eğer kafasını çalıştırır ve bir işe girerse para biriktirip kısa sürede kendi işinin patronu olur; okulda onu dışlayan, hakir gören ve aralarına almayan okumuşları kendi altında köpek gibi çalıştırır, kimseden emir almazdı.
Dersler ilgisini çekmiyor; sürekli aşağılayıp azarlayan, bundan adam olmaz diyen öğretmenleri; kısıtlı enerjilerini sınıfın seçkin ve gözde öğrencileri üzerinde yoğunlaştırıyordu.
İçine kabul edilemediği topluma karşı gün geçtikçe öfke duyan ve nefretle saldırgan davranışlar göstererek kendini dışa vuran Mustafa, sınıftaki bir numaralı halk düşmanıydı.
Sebepsiz kötü ve pislik olduğunu düşünen insanların; kendi aralarında tesis ettiği huzur ve sükûn ortamını bozarak sevgiyle yer edinemediği kalplerini, korkuyla titreterek var olmaya çalışıyordu.
Kendine benzeyen, kafasının uyuştuğu birkaç arkadaşıyla kurduğu minik kabilede saygı, sevgi ve sempatiyle kabul görüyordu.
Duygu ve düşünce ortaklığı kurarak birbirlerinden güç alan bu yeni yetme insanlar aynı dili konuşuyor, ortak bir kültür oluşturuyor ve geleceğe aynı vizyonla bakıyordu.
Yusuf içinse her şeyi bambaşka hayal etmişti. Artık okumak para etmiyordu belki ve bir kıymeti kalmamıştı hatta; lise yerine sanayiye gitse akranları üniversiteden mezun olmadan kendi dükkanını açardı ya; en azından biri okumuş çıkardı ailelerinden, Bey olurdu, kolunda bir altın bilezik.
Ola ki mesleğini icra edemese bir devlet kapısında garanti maaşla yahut karnını doyuramasa gelir yine çalışırdı ne iş olsa.
İlk turneye çıktığında Mehmet, Yusuf’un yaşlarındaydı. O yaz; önce Haziran programı çay, Temmuz’da tütün, hemen ardından fındık ve pamuk Ağustos’ta. Dolaşıyordu ülkeyi ve yeni yerler keşfediyordu mevsimlik işçi olarak, okul defteri onun için kapandığında.
Yatağa yarı aç girdiği kısacık geceleri aydınlığa kavuşmadan, sabah serininde başlayan yüksek tempolu ve tatilsiz, uzun günler boyunca; durup dinlenmeden çalışarak program dahilinde kalıp sonraki işleri kaçırmamak, alacaklarından kesintiye uğramamak adına paralıyorlardı kendilerini.
Üstelik yerli halk; bir yandan ucuza çalıştırdığı, nefretle iğrendiği bu aşağılık yabancıları düşman ve savaş esiri gibi görüyordu; aynı anda, sanki zorla gelmişler ve insanların işlerini ellerinden almışlar gibi bakıyorlardı.
Evet; bir yandan okumaya niyeti yoktu, derslerle arası iyi değildi lâkin; ekmek davasına kente göçen topraksız ve yoksul bir ailenin en büyük çocuğuydu. Bugün kardeşleriyle araları açılmış ve hiçbiriyle görüşmüyor olsa da o gün de şimdi olduğu gibi kendini onlara karşı sorumlu hissediyordu.
Yürümeyi öğrenen herkes gibi eli ekmek tutmalıydı, aslında pek seçme şansı yoktu.
Döndüğünde pazarda su satmaya ve ayakkabı boyamaya başladı. Çok geçmeden, arkadaşları ilkokuldan mezun olduğunda, pilavcılığa kadar terfi etmişti.
Böyle böyle geçen iki yılın ardından halde çalışmaya başlamıştı hamal olarak. Aşırı derece efor isteyen zorlu bir işti ancak; böylelikle aile bütçesine katkıda bulunurken bir yandan da kendi harçlığını çıkarabiliyordu.
Tekstil Türkiye’de yükselen bir değerdi; o da çalışkandı, gençti ve eğer böyle devam ederse önü çok açıktı. Baktı, düşündü ve cesurca karşısına çıkan fırsatı gözü kapalı değerlendirdi. Bir merdiven altı atölyesinde meydancı olarak sektöre atıldı.
Sabırla izleyip işin inceliklerini öğrendi, birinin işi astığında ikinci yarıda sonradan oyuna girerek hünerlerini göstermenin hayallerini kurarak sırasının gelmesini bekledi. İki sene de böyle geçti.
Sırası gelmeyince de askerliğe kadar yalnızca üç yıllığına deriye geçti. Ağır ve pis bir işti fakat, kazancı da ona göre daha iyiydi.
Zaten bu yaşlarda ve şimdi, en verimli çağlarındayken çalışmayacaksa ne zaman çalışacaktı? Her şeyin bir zamanı vardı; ders zamanı ders, oyun zamanı oyun; doğrusu su akarken küpü doldurmaktı. Nasıl olsa, öldükten sonra bol bol dinlenecek imkanı olacaktı.
Önünde büyük riskler ve fırsatlar gören genç bir girişimciydi, tam bir iş insanıydı, hırslıydı, çalışkandı, gençliği vardı. Kulaktan kulağa nesiller boyunca anlatılacak bir sonraki başarı hikayesi neden onun olmasındı? Sıfırdan gelen ve çekirdekten yetişen büyük adamların bütün meziyetlerine ve arzusuna sahipti, şartlarının da aşağı kalır yanı yoktu bakınca.
Masal
“Bu ne ya, Suriye’ye mi döndük?” diye alaycı ve şikayet eden bir tavırla sordu Reem, bundan sonra yalnız ikisinin birlikte yaşayacakları mahalleye taşınırlarken.
Gülerek, yanıtladı Şima,
“Hiç ayrıldık mı ki?”
Büyük kentin varoşunda, asık suratlı, kaba ve mutsuz insanların bir arada yaşadığı; hizmetine mahkum olduğu bu kişileri, bünyesine kabul etmeyerek kusan şehri; dize getirip fethetmeye kararlı yiğitlerin harman olduğu; kaldırımsız, dar çıkmaz sokaklarında onarılamayan yolları, plansız yapılaşması, yetersiz altyapısı, insan sağlığını tehlikeye atarak yığılan çöpleriyle yakılan zehirli kömürlerle bitmeyen kirlilik sorunları, alamadıkları aksayan hizmetleriyle üç kuruş için gözlerinde Dolar işaretiyle saldırgan dolandırıcı müteahhitlere peşkeş rantsal dönüşüm kovalayan büyük resim uzmanı, cahil cesaretiyle acınası haldeki ancak; doğru ata oynadıklarından her şeyin sahibi olarak gururlu ve acımasız, asla anlayamayacak da olsa birbirine, kendine ve her türlü yabancıya düşman; her sabah Truva Atları’na binerek içeriden çökerttikleri kalenin surları dışında kamp kuran sabırlı işgal askerlerinin arasında hayatta kalmaya çalışacaklardı.
Merkez ve yasalardan uzak, geleneklerin hüküm sürdüğü taşrada; bir Milenyum Çocuğu olarak gözlerini açmıştı dünyaya Şima. Baş başa kaldıkları uzun ve sakin gecelerde hatırına geldikçe anlatırdı anılarını.
Değersiz bulurdu ama yine de anlatabileceği fazla şey yoktu; sonraları bildiği her şeyi, onunla birlikte yeniden doğduğu yoldaşından öğrenmişti. Tüm umutlarının tükendiği, yeryüzünde yapayalnız kaldığı, ne yapacağını bilemez haldeyken, en zayıf anında ellerinden tutmuştu; baştan yaratmıştı onu.
Rakunları andıran küçük elleriyle sıkıca sarıldığı bu ince bilekli, narin ve güçlü elleri kesinlikle bırakmazdı artık.
Geceler boyunca bodrumdan bodruma, ahırdan ahıra ilerlemişlerdi gizlice. Bremen Mızıkacıları gibi yolda yeni insanlar katılmıştı kafileye, ayrılanlar da olmuştu. Sınıra ulaştığında tanıdığı hatta yola birlikte çıktığı ailesinden kimsecikler kalmamıştı.
Elinde kalan son aile yadigarını kaptırdığı kaçakçı, sözleştikleri gibi karşıya geçirmemişti. Minibüse doldurdukları insanları bir yere kadar getirmiş, birazdan birilerinin onlarını alacağını söyleyip gitmişlerdi. Şima bekledi, ama kimse gelmemişti.
Yasal yollarla geçmek; sonrası için, dönüş için sorun olacağından buna karar vermişti ailesi. Geride kalan son üye olarak, son ana kadar plana sadık kalmıştı ancak; bir adım ötedeki sonuca gidemeyecek durumdaydı.
Kapı’ya gitmeye karar verdi böyle olunca; kulak misafiri olduğu, aynı durumda kalan yanındaki insanların konuşmalarından etkilenerek. Ardında ne köyü, ne evi, ne de ailesi kalmıştı; bir sıkımlık, bezdiği canından başka kaybedecek bir şeyi yoktu.
Kendi aralarında kümelenmiş bekleşen insanların arasında utandı, gücendi; yüzüne vurulan kimsesizliğine.
Kalabalığın arasından kendini belli eden, hiçbir kümeye dahil olmayan ve onca insan içinde; bir şekilde hepsiyle mesafeli konumlanmış, kıstığı düşünceli gözleriyle kalabalıkları yararak uzaklara dalan, kollarını göğsünün altında kavuşturmuş vaziyette ayakta Roma Sütunu gibi dikilen; uzun, ince ve sıcaklığı içine işleyen bir yıldız gibi parlayan o muhteşem kadını ilk gördüğünde; cezbine kapılarak farkında olmaksızın paralanmış, dökülen ve kirden rengi atmış üstünü başını eliyle düzelterek yanına doğru seyirtmişti.
Çekinerek güvenli bir uzaklıktan onu fark etmesini dileyerek bekledi. Ondan tarafa doğru baktığında, engelleyemediği bir tebessümle parladı gözleri ama; hatun onu fark etmedi bile. Uzun zamandır boşluğa bakıyordu, sırasının gelmesini bekliyordu yalnızca.
Hayranlık duydu ona; yalnızdı fakat kimseye eyvallahı yoktu, hiç kimseyle muhataplığı ve bir işi yoktu, herkesten farklıydı, acelesi vardı; gayet ciddiydi, şakası yoktu.
Sabırla bekledi, günlerdir boğazından tek lokma geçmemiş; bir avucun içindeki soyulmayı bekleyen, mevsim sonu, boynu bükük arta kalan iki mandalina gibi ancak; bizimki oralı değildi.
Sırası geldiğinde, tepeden bakıp azarlayan ve muhtemelen bir takım rüşvet bekleyen asık suratlı görevlinin karşısında ezildi Şima. Çulsuzdu, üstelik yol yordam da bilmiyordu. Kaldı ki; artık her şey anlamsızdı, niçin uğraştığının bile farkında değildi, amacını unutmuş, alışkanlıktan çabalıyordu.
Yan taraftan yaşlıca bir görevli fark etmiş, duruma el koyarak imdadına yetişmişti. Öteki görevliyi nezaketle sepetleyerek bizzat kendisi ilgilendi kızceğizle. Ona kenarda beklemesini ve eğer anlaşabilirse pasaportu olan bir aileden rica ederek onlarla birlikte geçebileceğini söyleyip gönderdi.
Arkasındakiler için sırayı açarak bir köşeye gübre çuvalı misali yığılır gibi çömelerek beklemeye başladı. Usanmıştı, yorgundu, çaresizdi, çok yalnızdı.
Başı önüne düşmüş, uyuklamaya başlamıştı. Düştüğü yerdeki birikintilerin küçük göller oluşturduğu, kahve rengi gözlerinden boşanan yaşlardan haberi yoktu.
Görüntü bulanıklaşıyor, başı biraz daha öne düşerek gözleri kapanıyor, sonra birden irkilerek yukarı kaldırdığı başıyla gözlerini açılıyor ve döngü tekerrür ediyordu.
Neden sonra önünde dikilen, yalnızca bileğine kadar görebildiği bir çift ayağı fark etti, hazırlıksız yakalanmıştı, kafasını yukarı kaldırarak ağır ağır süzmeye başladı; her an, her milimetre hayranlıkla gözleri biraz daha açılıyordu.
Güneş ışığını arkasına almış, puslu gözlerinin gökkuşağı filtresinin de sihriyle; seyrine doyamadığı manzara karşısında, gayriihtiyari içine çektiği derin nefesi tutarak şaşkınlıkla ağzı açıldı.
Bir anlığına unuttu her şeyi, kimdi, ne işi vardı burada, ne olmuştu? Kayboldu her şey ve şüpheye düştü yaşadığı zamanın gerçekliğinden, rüyada mıydı?
Karşısında, ellerini yine göğsünün altında birleştirmiş gösterişli bir heykel gibi duran genç kadının ışıldayan muazzam aurası karşısında sarhoş olmuştu.
Ürkütmeden yanaşmaya çalıştığı, kendisini fark etmesi için; içinden bildiği bütün duaları ve dilekleri geçirdiği fakat, onu görmezden gelen o kızdı bu.
Bu kadar yakından çok daha yakıcıydı, çok daha etkileyici. Zembereği boşalarak kafesini zorlayan kalbi o an; göğsünün altında dursa ve bir daha çarpmasa da ne gamdı, kimse Güneş’e bu kadar yaklaşamazdı?
Reem’in dolgun dudakları oynuyor ancak bambaşka alemlerdeki kızımız onu duymuyordu,
“Söylediklerin anlaşılmıyor, üzerindekileri çıkar.” demedi.
Biraz bekleyip yanıt alamayınca, gülümseyerek konuşmaya devam etti öteki.
“Öp beni.” de demedi Şima bunun üzerine.
Dudaklarını büzüp hafifçe kaşlarını çatan kadın, anlatımını güçlendirmek için bağladığı kollarını çözüp el kol hareketlerine başladığında,
“Sus ve öpmeye devam et.” de çıkmadı bizim kızın ağzından.
Toparlanmaya, kendine gelmeye çalışarak bir şeyler söylemek istedi aslında ama, dili tutulmuştu; açık kalan ağzından ses çıkmıyordu, kızardığını ve terlediğini, dolayısıyla yaşadığını hissetti ve bu onu mutlu etti.
Ayaktaki tam ümidi kesmiş ve bir çare arıyordu ki iletişim kurabilmek için; bir gayret toparlandı oturan. Rüya bile olsa uyandığında pişman olmamak için.
Otuz iki dişiyle sırıttı, hemen ardından geri zekâlı gibi görünmemek için gülüşünü toparlamaya çalıştı. Başıyla selam verdi çekingenlikle ama anında bundan da pişmanlık duydu.
Emin olmak için gözlerini bir kez daha sıkıca kapayıp açtı, hâlâ karşısındaydı ama; yüzü sanki asılmaya başlamıştı, telaşlandı Şima.
Zor olsa da sonunda anlaşmayı başarabilmişlerdi; kendisi gibi yalnız yolculuk ettiğini öğrenen Şima’ya, aynı aileyle birlikte beraberce sınırı geçmeyi teklif ediyordu ve ilginçtir ki, karşılığında bir şey istemiyordu.
Can attığından bir an önce büyümeye ve sihirli bir törenle bu fırsat da geçince eline, mutluluktan uçmuştu. Hemen kabul etti ve büyük bir hevesle hicaba girdi. Daha bir saniye öncesine kadar çocukken kadın oluvermişti birden.
Kardeşleri ve arkadaşları okula giderken, dışarıda oynarken o; pencerenin önünde gizlenerek seyrediyordu onları uzaktan. Hiç böyle düşünmemişti, artık yetişkin olmak istemiyordu lâkin dönüşü yoktu. İçi sıkıntıyla dolar, kimseye derdini açamazdı. Bir zamanlar kara elmas parıldayan gözlerine bulutlar çökmüş, bakışları donuklaşmıştı.
Hayatının geride kalanına en iyi şekilde hazırlanmak için annesinin gözetiminde bol bol pratik yapıyordu. Evin erkeklerine kusursuz hizmet, çocuk bakımı ve ev işleri başta olmak üzere; iş dışında ayakaltında dolaşmama, konuşulanları dinlememe ve orada yokmuş gibi davranabilme, sorulmadıkça konuşmama, çağrılmadıkça gelmeme, sızlanmama, şikayet etmeme, şükretme, aşağı bakma gibi incelikleri öğreniyordu. Bir ölçüye kadar hepsinde aşama da katediyordu da güler yüzlülük konusunda çakıyordu.
Sonra bir ara tam olarak anlayamadığı ve dinlememesi gereken fısıltılara kulak misafiri oldu. İnsanlar dillerini, dudaklarını ısırarak ve olabildiğince kısık sesle felaket tellallıkları yapıyordu ki; onların bu tavırları ve verilen tepkiler içerikten bağımsız olarak onun ödünü patlatıyordu.
Korkudan titreyip kapı arkasına saklanarak dinliyordu konuşulanları. Birileri kaybolmuş; birileri, birilerini alıp götürmüş de haber alamamışlar; birileri gelip her şeye el koymuş; bir şeyler, bir şeyler...
Bir şeylerin döndüğü kesindi, hem de ürkütücü şeylerin; birileri vardı, sonra başkaları, onlara iyi bir şeyler olmuyordu ve herkesi ürpertiyordu; kısık sesle yayılan bu söylentiler.
Derken kardeşleri de okula gitmeyi ve dışarı çıkmayı bıraktılar; onların zırıltıları haricinde eve boğucu bir sessizlik hakimdi. Kimsenin ağzından tek kelime çıkmıyor, herkes kaygılı gözlerle bir şeylerle meşgul olmaya çalışıyordu. Bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi ancak, henüz fırtına kopmadığından sütlimandı görünürde ortam.
Bir gün geldi ve babası da artık işe gitmeyi bıraktı. Asık suratlı ve asabiydi. Saracak yer arayan bir yaban arısı gibiydi; ona uymak kimsenin işine gelmiyor, ortalıkta görünmek istemiyor ve kaçacak yer arıyorlardı. Böyle bir huzursuzluk yoktu.
Elektrikleri ve suları kesildi, artık temel ihtiyaçlar için dahi alışverişe nadiren çıkılıyor, eksikler görülmeden alelacele eve dönüyordu babaları.
Karabasan gibi çöken haydutların özellikle kız çocuklarına karşı bir zaafı vardı. Hiç kimse veya hiçbir şey güvende değildi ancak; bilhassa çocuklar.
Beğendikleri veya diledikleri herhangi bir şeyin yahut herhangi bir şeymiş gibi kişilerin; başlarının üzerine ellerini koyup üç defa ‘Allahuekber!’ dediklerinde onun sahibi olabildikleri ilkel ve yağmacı bir mülkiyet anlayışları vardı.
Sonra onların peşindeki ancak, beraberindeki her şeyi yerle bir eden tahrip gücü yüksek ve ömürleri boyunca unutulamayacak kabuslar bırakan bombalar; sokaklara kurulan barikatlarda süren destansı meydan muharebelerinde kime isabet edeceği belirsiz, sinek gibi havada vızıldayan kurşunlar.
Halktan kopuk, baskıcı otoriteyle ona başkaldıran öfkeli gençler arasında çıkan mahalle kavgası gibi bir durum söz konusu değildi. Barbarlar, bütün insani değerlere ve bizzat oradaki insanlara karşı nefretle, amansız bir savaş açmıştı.
Bazıları başlarda sempatiyle bakarak kendilerine yakın görseler dahi; işler ciddiye bindiğinde, aslında hiç de öyle olmadığını gördüler. Bu tehlikeye karşı mücadele edecek örgütlülükleri, deneyimleri ve imkanları yoktu.
Olağan akışı kalmayan hayatı, belki düzelir diye beklerken perişan olacak lüksleri yoktu. Durup en iyisi için dua edemezlerdi. Yollara düştüler; önce nispeten güvenli bölgelere. Fakat pislik her yana sıçrıyor ve hızla büyüyordu.
Kolay değildi, her şeyden vazgeçip bırakıp kaçarken akıntıda sürüklenmek; ama kolaydı güvenli bir uzaklıktan ahkam kesmek, kınamak.
Gündüz Kuşağı
Televizyon karşısında sızdıktan sonra gece soğuk olunca bilinçsizce mümkün mertebe büzülen Mehmet’in üzerini örtmüşler, erkenden kalkıp kahvaltısını da hazırlayıp vazifenin yolunu tutmuşlardı çoktan, ailenin diğer üyeleri; Yusuf’un izlediği çizgi filmden kulağına çalınan seslerle uyandığında. Saat kaçtı, bugün günlerden neydi; kim bilir?
“Bu ne amnakoyim sabahın köründe? Senin dersin yok mu?” diye sordu; kurumuş ağzı, hırıltılı boğazı ve sabahın tüm aksiliğiyle. Şişmişti, yüzü gözü.
Odaklanmış şekilde televizyonun önünde bağdaş kurup oturan çocuk hiç istifini bozmadan yanıtladı:
“Ablam telefonunu aldı, lazımmış. İnternet’i de bitmiş.”
Anlam veremeyen Mehmet bu seferlik uzatmadı. Esnerken; kan çanağı, çapaklanmış gözlerini ovuşturduktan sonra gerindi. Sağ kürek kemiği tarafları tutulmuş, ellerinden dirseklerine kadar kolları uyuşmuştu. Sanki gece boyunca yorulmuş da yeni uykuya yatacak gibi ağırlık vardı üstünde. Çok geçmeden,
“Kahvaltı ettin mi?” sorusuyla sessizliği bozdu.
İlgisizce yanıtladı Yusuf,
“Çoktan.”
Laf olsun diye sormuştu zaten, diyecek başka bir şey de bulamadı. Bacağı karıncalandığından acele etmedi kalkmakta.
Sabahtan kalan kalan çayı ısıtıp bir bardak alarak oturdu; sabahtan beri onu bekleyen sofraya elini sürmedi, sigara içmeyi tercih etti. İçeri doğru bağırdı,
“Kıs şunun sesini!”
Yasak olmasına ve çalıştığı yer kapalı olmasına rağmen her sabah Mustafa’nın nereye gittiğini bilemiyordu. Ufaklığı saymazsa, işe yaramaz şekilde bir köşeye atılmış olan kendisinden başka hiç kimse yoktu koca evde.
Salgın öncesinde de içine kapanmıştı zaten, kahveye bile uğramaz olmuştu. Huzursuz hissediyordu, utanıyordu; kırk yıllık arkadaşlarının arasında kendisinden.
Pandemi ile beraber bütün dünya da onunla birlikte izolasyona girdiğinde biraz olsun rahat hissetmişti; şartlar eşitlenmişti, kendisine karşı bahanesi vardı. Yalnızca o işsiz kalmamış, batmamıştı, aynı gemideydik ve Allah’ın izniyle bugünleri atlatacaktık el birliğiyle.
Hastalık, yasak dinlemeden on dört yaşındaki Mustafa bile dışarılarda bir şeyler yaparken, insanlar ekmeklerini taştan çıkarırlarken ve dünya dönmeye devam ederken; onun evden dışarı çıkmamasında, onu rahatsız eden bir şeyler vardı.
Gerçekte ise hayatlarını çalışarak kazanmak zorunda olanlar; kocaman istisnalar olarak tüm yaptırımların dışında, savunmasız şekilde mecbur bırakılmıştı; salgın şartlarında çalışmaya.
İnsanlar, evde açlıktan ölümü beklemekle karınlarını doyurmak için hastalıktan ölmeyi tercihe zorlanıyordu.
Milyonlarca kişi, eğer hayatta kalmayı başarabilirse sonunda; şansa yaşıyor ve bu şanslarını sonuna kadar zorlamayı sürdürüyorlardı çaresizce.
Şanssız olanlarsa; sonunda ölümün beklediği, uzun ve acı dolu, çileli bir yolculuğa çıkıyordu.
İnanamıyordu artık, çok istese bile. Bunca zaman alnının teriyle, seçici olmadan ekmeğini kazanıp ailesini geçindirirken; şimdi onların eline bakıyor olması ağrına gidiyordu. Kendini aşağılanmış hissediyordu ve daha çok aksileşip asabileşiyor, içine kapanıyor, acılaşıyordu.
Elinde bardağıyla içeri gidip kumandayı elinden aldı Yusuf’un,
“Hadi bakalım, yetti kafamızı siktiğin sabah beri.” diyerek kanalı değiştirdi.
Fatma’nın alıştırdığı programlar çoktan başlamıştı ve tüm kanalları akşama kadar işgal ediyorlardı.
Eskiden oturduğu yerden yorumladığı ve kesin yargılara vardığı, izledikçe ibret alarak şükrettiği trajedilere; boş bir duvarı izler gibi bakıyordu. Yusuf veya başka biri gelip de ekranda ne döndüğünü sorsa verebilecek bir cevabı yoktu, takip etmiyordu; artık bir anlamı da yoktu, kendinden emin kesin yargıları da veya çoğu hiç bulamadığı ömrünü, aza kanaatle geçirse bile artık şükredecek bir şey de bulamıyordu. Zorlu görevlerle sınandığı mücadelesinin, sabırla beklediği uzun yolunun sonunda; uzak bir gelecekteki selamete dair inanç ve ümitlerini de yitirmişti.
Ömründen geçen her an, aldığı her nefes; alevlerin arasında, kızgın demirlerle dağlanan etinden, parçalar koparan sonsuz azaptan başka bir şey değildi.
Bugüne değin başı okşanmamış bir çocuk olan Mehmet’in; küçük yaşlarda kaybettiği ve anımsayamadığı annesinin ismini verdiği, ilk göz ağrısı Zeynep’in; bir gün gelip de sabah kuşağı dramlarından birini kendisine yaşatacağı aklının ucundan geçmezdi.
Uysal, çalışkan ve elinden her iş gelen bir çocuktu. Belli etmese de Mehmet’in gönlündeki yeri ayrıydı. Okutmamıştı ama pişman olmuştu, sonra ‘sanki okusa n’olacak?’ diye rahatlatmıştı vicdanını.
On altısına basmıştı Zeynep, annesinin evlendiği yaştaydı. Kendini bildi bileli bastırılmıştı fakat; kabına sığmıyor, içinden hayat fışkırıyordu.
Yol göstereni olmadığından ve fırsat tanınmadığından, nereye kanalize edeceğini bilemiyordu elindeki bu patlayıcı enerjiyi. Mustafa gibi erkek olmadığından mahalle delikanlısı, serseri de olamıyordu.
Onu boğan hapsedildiği yaşamdan bir çıkar yol, kurtuluş arıyordu. Ondan yaşamasını bekledikleri hayat; tatsız, renksiz ve boşa harcanacaktı.
İnsanı kör eden ışıklarıyla sonsuz olasılıklar denizinde nereye baksa, yanlış yönlendirmelere kapılıyordu.
Önünde fazla seçenek yoktu, bu zamana kadar seçme şansı da olmamıştı. Ya ömrünün baharında; öngörülebilir risksiz, istikrarlı bir hayatı seçip bildiği yerden devam edecek ve bir yerlerden patlak verene kadar reva görülen ve ona sunulan hayatı yaşamaya devam edecekti yahut gözünü karartıp en iyisini umarak şansını deneyecekti, bilinmezliğin karanlığına balıklama dalarak.
Doğanın çağrısının cezbi dayanılmazdı. Bildiği, güvenli alanını terk ederek kaçtı evden. Birden bire olmuş gibi görünüyordu; görünüş elbette aldatıcıydı. Üzerinde uzun uzadıya düşünmediyse bile neyi istemediğinden emin olacak yeterli zamanı olmuştu.
Şimdi değilse ne zamandı? Durup düşünürse vazgeçebilirdi, bu hiç işine gelmezdi.
Sabahları üzerindeki ağır yün yorganı sıyırır gibi atınca, dayatmaların paslanmış prangalarını; kuş gibi hafiflediğini hissetmişti.
Bir ömür; pişmanlıkla geçmeyecek kadar uzun, anlayamadan ve tadına varamadan bitebilecek kadar kısaydı. Geriye ne kalacaktı?
Artık ne hissedeceğini bilemeyen, vaziyeti kurtarmak için hangi rolü kesmesi gerektiğini seçemeyen ve kaldı ki; oynayabilecek gücü kalmayan Mehmet’in dünyadan haberi yoktu.
Uzun Geceler
Geceliğinden sıyrılan uzun, dolgun ve düzgün bacaklarını uzatınca Reem, dizlerine uzandı Şima. Birlikte ve birbirlerine bulaştırdıklarıyla mükemmel Ying Yang’ı oluşturuyorlardı.
Saçlarını okşayıp masallar anlatırdı Reem ona, bazen de örerdi; kızılın farklı tonlarının aralarında tel tel gizlendiği, uzun siyah saçlarını.
İyi bir hikaye anlatıcıydı ve daima onun ilgisini çeken bir şeyleri olurdu heybesinde. Kendinden bahsetmekten özellikle imtina eder ve kolaylıkla lafı değiştirirdi anlattıklarıyla.
İçten içe meraklansa da üstüne gitmezdi Şima; ürkerdi ürkütmekten. Bayılırdı ayrıca onun, dudağından dökülen anlatılara; anlatırkenki edasına, takındığı tavırlarına. Büyülenirdi, erirdi karşısında.
Karşısında çıplaklığından utanmadığı, içini açtığı ve rahatlıkla dökülebildiği Şima ise aslında onun geçmişi hakkında en ufak malumata sahip değildi. Reem gizemliydi. Bilemiyordu eskiden kimdi ancak, bu kesinlikle onu tanımadığı anlamına gelmiyordu. Bilakis biliyordu, tanıyordu herkesten çok ve yakındı herkesten fazla. O, onun tek kimsesiydi koca dünyada.
Kan ter içinde, zangır zangır titreyip ağlayarak uyandığı gecelerde,
“Korkma, burdayım.” diyen sesini; karanlığın ortasında bir defa daha duymaya, her zamankinden çok ihtiyacı vardı.
Sanki onunla birlikte yeniden doğmuştu, yaşamıyordu. Ondan önceki hayatı yine onun sesinden dinlediği bir başka masaldı.
Hangi durumda olurlarsa olsunlar; renkli hayaller kurmasına, mutlu olmalarına engel yoktu. Çekilen bütün acılar, yaşam zorluğu, geleceğin belirsizliği, bütün güçsüzlüklerine rağmen korkutamazdı; inandıktan sonra. Güvendeydi, huzurluydu ve bu bildiği, yaşadığı hiçbir şeye benzemiyordu.
“Neden olmasın” dedi; içindeki çığlık çığlığa korkularını, kör talihini, güvensizliğini bastırdığı fısıltıyla, “ve sonsuza dek mutlu yaşadılar?”
“Hesapta Kleopatra’nın soyundan gelen Kraliçe’nin; parlayan koyu ve iri gözleri, muntazam ve inci gibi dişleri varmış. Yani tam bir esmer güzeli.”
Anlatırken Reem; dizlerine uzanmış, kapadığı gözleriyle zihninde canlandırmaya çalışıyordu Çölün Gelini olarak kendini Şima. Reem’in uzun, keskin hatlı ve kemikli yüzünün aksine; onun yüzü daha yuvarlak ve hatları belirsizdi.
“Aynı zamanda gür ve melodik sesi olan, güçlü bi hatipmiş. İyi eğitimli, çok dil bilen, dünyayı yakından takip eden, kültürlü ve dillere destan güzelliğinin önüne geçecek derecede zeki birisiymiş.”
Reem’e benzemeye başlamıştı şimdi de hayretle dinliyordu Şima, büyülenmişti yine.
“Ayrıca sağlam içer, içmeyi de çok severmiş.” derken gülümsedi Reem.
“Olsa da yesek.” dedi, Şima. “Sen misin bu, yoksa şimdi mi uydurdun?” diye sordu kuşkuyla.
Bilemiyordu çünkü, anlatırken o anda aklına gelmiş veya doğaçlama yapıyormuş gibi bir tarza sahipti. Dinlediklerini kontrol edebileceği bir kaynağı olmayan kendisi içinse fark etmezdi.
Bir sürü şey bilen biri, pekala bir sürü şey de uydurabilirdi. Mühim olan paylaştıkları anın sihri, gerçekliği ve bütün olarak onlara yaşattıklarıydı.
“Benim daha çok hoşuma gider.” diyerek sürdürdü Reem, kaldığı yerden anlatmayı.
Hükümdarlığı esnasında büyük Roma’ya kafa tutan, Mısır’ı fetheden, Suriye’yi ve Anadolu’nun ciddi bir kısmına ulaşan toprakları idare eden; Çölün İncisi’nin Kraliçesi Zenobia’dan bahsettiği sıralarda düşmüştü Palmira. Yağmalanıyor, talan ediliyordu; şirin ve zararsız gösterilmeye çalışılan insanlık düşmanı barbarlar tarafından.
Yüreğinde acı, gözlerinde öfke, ellerinde çaresizlik ve yüzünde gülümsemeyle devam ediyordu ‘bir gün mutlaka’ diye geçirerek içinden anlatmaya.
Ama o gece sözleştikleri gibi gelmemişti Reem. Türkiye, sınırlarını açmıştı ve tüm sığınmacılar akın ediyordu.
Yunanistan’a kapağı attıktan sonra duruma bakacaklardı, nihai hedefleri Fransa’ydı zira; Reem öyle uygun görmüştü. Onun ağzından dökülen her kelimenin; vücudunda yarattığı heyecan dalgalarının coşkusuyla kabul eden Şima için bir arada olduktan sonra problem yoktu.
Otobüsler dolup taşıyor, kalabalıklar arasından görebilmek için Reem’i; tedirginlikle aranıyordu. Son arabaydı, belki de son şansı.
Reem onu bırakıp gitmez, habersiz ortadan kaybolmazdı. Bir aksilik olmuştu muhakkak fakat, bir yolunu bulup gelirdi diye düşüncelere dalmışken; otobüse atlayıp sınırda beklemeye karar verdi alelacele.
Türkiye kapıları açmıştı ama karşı taraf geçit vermiyordu, insanlar canları pahasına yasa dışı yollarla kaçmaya çalışıyordu; batan botlar, kurşuna dizilen hareket halindeki çaresiz canlı hedefler.
Deli tavuk gibi gittiği yerde de aradı, haber yoktu. Sonunda dağınık bir halde kaçakçıların ve sınır görevlerinin insafına bırakılmış, başının çaresine bakmaya çalışan başıboş insanlardan geçemeyenleri; bir noktada toplandı.
Bu Şima’ya Pazar Kahvaltısı gibi gelen alışık olduğu bir ortamdı, en azından herkes bir aradayken onu aramak daha kolaydı ya yine de bulamadı.
Onsuz gitmeyi düşünemezken, zaten geride kalan gidemeyenlerden olarak geri dönmesi gerekiyordu. Mümkünatı yoktu, sonsuza kadar orada durup bekleyemezdi. Bütün dünyada insanlara çok kolay bulaşan ve yakalananları acı içinde öldüren, tedavisi olmayan bir salgın başlamıştı.
Çalıştığı kuaför kapanmıştı, döndüğünde işsiz kalmıştı. Reem’in çalıştığı yeri buldu, sormak için gittiğinde azarlanarak kapısından kovuldu.
Karakola gidip kayıp ihbarında bulunmak istediğinde; onu tersleyen ilgisiz görevliye kendini anlatmaya çalışıyordu, aşağılanıyordu. Can dostunun çalıştığı ve görüldüğü son yeri söylediğinde,
“Siktir git, amnakodumun orospusu! Götü zora gelince kendi ülkesinden kaçan kancıklar burda kolayını bulmuş! Yok öyle bi dünya, seni de sikerim İstanbul Sözleşmesi’ni de; bu kaçıncı amnakoyim ya!” sözleri eşliğinde uğurlandı.
Reem’in iş yerine dönüp yüzünü kızartıp şansını tekrar denediğinde; kapıdaki görevli tarafından, çiftlikteki domuzlara yem yapılmakla tehdit edilerek yolcu edildi.
Nereye gideceğini, ne yapacağını bilemez haldeydi. En kötüsü de Reem olmayınca kimsesiz kalmıştı. Savaştan kaçtığı, yolda tüm ailesini ve tanıdığı herkesi kaybetmiş olmasına karşın; hiç bu kadar yalnız hissetmemiş, çaresiz kalmamıştı.
O zaman her şey bitti dediği ve hayatta kalma amacı kalmadığı anda, tüm ihtişamıyla ufuktan bir güneş doğmuştu: Reem. İnceden rengini vermeye başladığı yeryüzündeki ince sis tabakası hafifçe kaybolmuş, tüm sıcaklığıyla karşına çıkmıştı.
O günden beridir yüzüne gülen talih sonunda sırtını dönmüş, korktuğu başına gelmişti işte.
Pazar Kahvaltısı
Henüz yüzünü göstermese de grilere çalmaya başlayan karanlığın içinden şekillerini kazanan cisimlerde varlığını hissettirmeye başlamıştı hafiften Güneş. İncecik beyaz sis tülünün arkasından kızıla boyamaya başlayacaktı mavileşmekteki, bulutları dağılan gökyüzünü.
Gece boyunca öfkeyle, ihtirasla ve dinlene dinlene, gök gürlemeleriyle aralıksız sağanak yağmışsa da hiç yaşanmamış gibi dinmiş, hava sakinleşmişti ancak; gece kopan kıyametin delilleri, şahitleri vardı.
Bir anlığına da olsa, zamanı durdurup hayal dünyasındaki uçucu düşlerin avutan yanılsamalarına kapılarak; gerçekliğin ilk ışıkları ve titreşimleriyle karşılaştığında paramparça olacağını bildiği gibi zayıf, incecik, jelatinimsi ve kırılgan buz tabakasının altında, korunaksızdı; kendi oyuklarını oluşturan, çukurlarda biriken, derinlerine inerek içine işleyip doyurduğu toprakta kendi açtığı yolunda akan; özgür dereleri arayan, görkemli mazisinden iz kalmamış yorgun ve hasta yataklarını kabartan, yükseklerden çağlayan ve rüzgarla yarışan damlalar vardı.
İri göz bebekleri ve hazin bakışlarıyla tüm gece, acı acı Ay’a uluyan ıslak köpekler vardı ki; içlerinden bazıları için uzun gecenin sabahı olmadı. Kemikleri sızlatıp dişleri takırdatarak ürperten ayaz keskindi.
İş ve siyaset dünyasının tantanası, bitmek bilmez koşturmacası, yoğun temposu ve stresinden kaçtığı, gürültülü geçen uzun bir gecenin ardından; uzaklardan huzur veren gürül gürül akan suların sesi, rüzgarla ağır aksak sallanıp dans ederek havaya giren ağaçların fısıltısı ve güneşli bahar sabahının sakin serinliğinde; az olsa da hâlâ civarda, işgal edilen doğal yaşam alanlarından arta kalanda, canlıların elden geldiğince sürdürmeye çalıştıkları yaban hayatından çalınarak; hayvanların tanımadığı sınırlarla çevrilmiş, rahatsız edilmek istemediği, gözlerden ve kalabalıktan uzak, özel mülkünde; sıyrılıp biraz olsun soluklanabilmek, aile saadeti yaşayabilmek, güç toplamak ve gevşemek adına; pazar kahvaltısı, piknik ve avlanmak amacıyla arada kaçıp gittiği çiftliğine gelmişti Kadir.
Kendisi pek ortalarda görünmese de varlığını fazlasıyla hissettirirdi. Adeta her taşın altından çıkan bütün kötülüklerin anasıydı.
Kayıtsız, şartsız egemenliğinin herhangi bir hududu yoktu; bütün kanun, yasak ve kısıtlardan azade, kafasına göre takılabilen özgür bir bireydi, büyük insandı. Elindeki güç zehirlemiş, sahip olduğu iktidar yozlaştırmıştı. Başına buyruk zevküsefa içinde gününü gün ederken, anlık arzuları dışında hiçbir şeyi ve kendisi dışında hiç kimseyi önemsemezdi.
Bütün yaptıkları yanına kaldığından ve her istediğini elde edebildiğinden ötesini düşünmez; daha fazlası için, doymak bilmez açgözlü bir iştahla vahşice saldırırdı anca. Yolun sonunda, istediği hiçbir şey veya kimse kurtulamazdı elinden.
Tebaaya lütfedip ihsan eder, bu nedenle çok sevilirdi, inanılmaz bir hayranlık ve korku duyardı; ilahlaştırarak peşinden giden kalabalıklar. Dalkavukları ve yardakçıları sırf gözüne girebilmek için birbirleriyle yarışmaktaydı yalamada.
Kadir’e yakın olmak Cennet’e yakın olmaktı, nimetlerinden faydalanmaktı, toplum içinde insanları diğerlerinden üste taşıyan bir ayrıcalıktı.
Arkasında saf tutan insanlar; kendi özlem ve arzularını gerçekleştiren bir vekil olarak görüyor, yere göğe sığdıramıyordu.
Aslında kim olduğunu hatırlatan, kendisine benzeyen insanlardan ise altı boş ve bütünüyle saçma sapan gerekçelerle nefret ediyor, kin besliyorlardı.
Kimliklerini tanımlayan eziklikleriyle gururlu bir şekilde; yetersiz de olsak güç elimizde, yalnızca bizim istediklerimiz olacak; o çok bilen kasıntı züppeler de eşek gibi itaat edecek. Hepsini hizaya getirecek kadar akıllıyız, onlardan öğrenecek bir şeyimiz yok, diyecek kadar kendilerinden emin; böylece yetişkin insanların yapması gerektiği gibi eylemlerinin sorumluluklarını alıp sonuçlarına katlanmaktan uzak; topu gerçekte var olmayan mutlak üst iradeye ve alakaları olmayan belirsiz yabancı düşmanlara atacak kadar kafaları da rahattı neticede.
Millete yepyeni iş imkanları yaratarak ekmek kapıları açan, hayırsever, alnı secde görmüş, Allah korkusu olan iş insanı Kadir’in hükümranlığı için kendilerine sunulan rolü; gözleri kapalı alın yazısı telakki ediyor, devrettikleri iradeleriyle sadık kulları olarak parsel parsel sattığı Cennet’ten arsa kapatmaya çalışıyorlardı.
Son günlerde dünyanın numunelik, sayılı denizlerinden birinde; etrafındaki bütün yaşamı karartacak, doğayı geri dönüşsüz şekilde tahrip edecek olan likit doğal gaz taşıma ve yükleme limanı ile boru hattı üzerinde çalışıyordu.
Sonuçta o da bir insan evladıydı, yoruluyordu. Dinlenmek onun da hakkıydı.
Verandada kuş sütü eksik, abartılı sofra kurulmuş, nargile yakılmış, seri köz getirilmesi için seferberlik ilan edilmiş, göz kanatan görgüsüzlükle ve şatafatla bol varaklı müsrif sahne hazırlanmıştı.
Masanın başında, kalın boynundan sarkan altın zincirin altında kalan, parlak renkli ve koca puntolarla markası yazan eşofman takımını giymiş olan asabi Kadir; en ufak duygu işareti olmayan botokslu yüzü ve boş bakan donuk gözleri ve elinden gelse çatacağı kaşlarıyla ses tonundan anlaşıldığı kadarıyla kızarak kükredi elemanlarına,
“Nerde bu Kürt Böreği’nin pudra şekeri, kardeşim?”
Hemen hazırda bekletilerek çabucak servis edilen porselen tabaktaki kokaini gelene kadar söylenmeye devam etti, bileğine tespih geçirdiği eliyle yumruklayarak masayı;
“Boş masa olmaz, bu masa bi şey istiyo, boş masaya oturulmaz, iyi bi şeyimiz nemiz var, getirin bana?”
Çekince, mimiksiz yüzünde gözleri fal taşı gibi açıldı, ruhsuz gözlerinden okunan kötülük ifadesiyle tüfeğini istedi, işaret etti. O da hazırdaydı.
İnceledi, kurcaladı, ayarladı, biraz oynadı ve tereddüt etmeden çekerek tetiği; vurdu kafasından, yanı başında oturan eşini. Son lokmaları kadının, boğazında kalmıştı ve kanı, başının parçalarıyla patlayan bir lağım gibi her yana saçılmıştı.
Bir kaç saniye içinde gerçekleşti her şey, gözünü bile kırpmamıştı. Dallarda tüneyen kuşları da kaçırmıştı.
Kahkaha krizine tutuldu, altın işlemeli mendiliyle silerken beyaz alnında biriken terleri ve sıçrayan al kanları.
Hemen adamlarından biri atılıp her ihtimale karşı, elindeki tüfeği alarak havaya doğru bir el sıktı. Diğerleri de büyük bir soğukkanlılıkla, en ufak bir duygu belirtisi göstermeksizin, otomatikleşmiş bir şekilde ortalığı toparlamaya başladı. Gübre çuvalı gibi paketledikleri mevtayı göz önünden kaldırmışlardı çabucak. Pratik mükemmelleştirmişti besbelli.
Ağzı açık vaziyette, yukarı doğru kaldırdığı kafası, sağ tarafa doğru eğilmiş; parmakları açık bir şekilde avuçları yere bakan elleri, dirseklerinden itibaren kolçaklarına yaslandığı tahtından sarkarak kaskatı halde kilitlenmişti. Çarpılmış gibi bir süre kaldığı bu vaziyette, ipleri bırakıldığı haliyle kalmış bir kuklaya benziyordu.
Birden dirilir gibi irkilerek kendine gelip salyalarını toparlamaya çalışırken; yarım yamalak konuşmaya çalışıyordu; çenesine kramp girmiş, yüzünün sağ tarafı baştan aşağı karıncalanmıştı.
“Gübreler elendi. Şimdi insan gibi muhabbet edebiliriz.”
Artık biraz olsun kafasını dinleyebilir ve hatta belki de aradığı bir parça tatlı huzuru bulabilirdi.
Çayı, kahvesi eksik edilmeden; en misafirperver şekilde ağırlandığı, kısa süreli emniyetteki hatırlı ziyaretinde; olanları anlattı. Kayıtlara talihsiz bir av kazası olarak geçti, elim hadise. Geldiği gibi elini kolunu sallayarak ayrıldı mekandan.
“Yanlışlıklaysa kaynarım.” diyerek gülme nöbetine girdi dönüş yolunda; çakarlı, siyah Maybach makam aracının sağ arka koltuğunda.
En önde, tüm protokollerin büyükbaşlarıyla birlikte saf tuttuğu cenaze ise acı günü olarak yer buldu manşetlerde. Dar, üzerine yapışan ve kısa siyah takımları, yakasında siyah beyaz bir fotoğraf ve altın çerçeveli, koyu camlı pilot gözlükleriyle poz kesiyordu kameralara baş köşede.
Yaşamayan bilemezdi ama yüreklerinde hisseden kitleler, paylaşıyordu acısını. Öyle ki, sanki resmi yas ilan edilmişti.
Kurtuluş
Kıtlık, Savaş ve Salgın sahadaydı ve insanlık son olarak onu; beyaz atıyla ansızın şafakta belirerek tüm acılara, yıkıma ve üzüntülere son verecek olanı; huzur ve barış içinde, sevginin egemenliğinde ilahi adaleti ve sonsuz yaşamı bahşedecek olanı; tevekkül içinde sabredenleri selamete erdirecek olanı; yüce Kurtuluş’u bekliyordu çaresizce. Sonrası iyilik, sağlıktı.
Derken; özlemlerinin, beklediklerinin ve aradıklarının en başından beri orada, ortada, göz önünde ve aralarında olduğunu fark ettiler.
Uzun zamandır kendi kafasının içinde kahrediyordu Mehmet. Artık uzayıp kısalmıyordu, yolun sonu görünmüştü; kendini kandıramıyordu. Avutmuyordu, sıkı sıkıya sarıldığı masallar. Ahiri gelmişti işte, ışık yoktu tünelin ucunda.
Belki de son ve zorlu sınavı buydu ama çakmıştı, devam edemiyordu. Nefes alamıyordu. Gücüne gidecek biliyordu, halen kutsal bir yaratıcıya inanıyordu ama; bütün kötülüklerden, yine onun koruyucu affediciliğine sığınıyordu.
Kurtuluşun güzel günlerine olan inancı yıkılınca, en azından kendisinin görebileceğine dair olan kısmı tükenince; ne daha fazla dayanabilecek gücü kalmıştı ne de sabrı.
Bunu hiçbir zaman yüksek sesle söylememiş olsa dahi, içten içe biliyordu ve içinde büyüyen bu seslere kayıtsız kalamıyordu. Tükenmişti, devam edemiyordu.
Altını kapattığı çaydanlıktan bir bardak daha doldurarak odasının yolunu tuttu usul usul.
İçeri girdikten sonra kapısını kapadı yavaşça. Yatağın kendi tarafına iki büklüm otururken elindeki bardağı, başucundaki komodine öyle bir bıraktı ki; sanki hareket güçlüğü çekiyordu ve arkasında kalan gardıroba doğru çevirdi başını sol tarafından, dünyanın en zor hareketi gibi.
İnsanı usandıracak bir ağırlıkla kalkarak oraya yöneldi, kapağını açtı aynı donuklukla; katılaşmış gibiydi eklemleri. Yağlanması gereken, aşınmış, yıpranmış ve hurdaya çıkacak eski bir makine gibi askıdaki giysilerin altındaki eşyaların arasına zulaladığı küçük kavanozu buldu. Gözlerini yumdu, derin bir nefes aldı rahatlamış gibiydi.
Geri dönüp içindeki tuza benzeyen malzemeyi çayına dökmeye çalışırken titreyen ellerini yönetmekte zorlanıyordu. Emin olamadı, tadına mı baksam diye bir duraladı, sonra kaşlarını kaldırarak ufacık tebessüm etti istemsizce. Emin olmak için biraz daha ekledi bardağına ve aynı şekilde yığıldı tekrar yatağa.
Bu defa boş gözlerle karşısındaki duvarı seyrediyordu. Beklerken geçen zamanı kestiremiyordu; belki çok uzundu, belki de ona ömrünün en uzun zamanı gibi gelen kısacık bir aralıktı, bir şey olduğu veya olacağı yoktu böyle dururken.
Tepeden tırnağa korkuyordu, en azından hâlâ bir şeyler hissedebildiğini fark edince elinde olmadan gülümsedi tekrar; oluk oluk yaşlar dökülürken gözlerinden.
Bu durum onu biraz daha düşünmeye sevk etti, tereddüt ettirdi; zaman kazanmaya çalışıyordu korkakça. Daha ne kalmıştı ki geride? Neyi, kimden çalıyor, kimi kandırıyordu?
Baştan ayağa zangır zangır titreten bir tür elektrikle yükleniyor gibiydi. İçinde biriken hayal kırıklığı ve büyüyen öfkeyle zarar vermek istedi bir şeylere. Kendisinden başka ne kalmıştı ki elinde?
Arkasında bırakacaklarını düşündü, haksızlık değil miydi? Cevabını ezberlediği bu düşünce, kim bilir kaçıncı defa çeldirmeye çalışıyordu aklını?
Zaten çok önceden yüzüstü bırakmıştı, yaşarken ortada kalmışlardı. Iskartaya çıkalı beri, işlevsiz vaziyette oturup beklerken bir şeylerin düzelmesini ümitsizce; bir zamanlar karnını doyurduğu, bakımı ve geçiminden sorumlu olduğu insanların eline bakıyordu. Suçlu ve aşağılanmış hissederek kabahati kendinde buluyordu, kızıyordu.
Denemişti ve hayatta başarısız olmuştu. Hatadaki bu ısrarı ona; her geçen saniye daha çok artan, bitmez elem ve çekilmez azaptan başka ne vermişti?
Uzun zamandır cesaret edemeyerek ertelediği kararını, esasında çok önceden vermişti. Kanaatlerini değiştirecek minicik mucize kırıntılarını beklerken epey vakit yitirmişti.
Uzun ve zorlu yolculuğundaki büyük savaşa devam edebilmesi için gereken dirayeti verecek küçük zaferler kazanamıyor, her şeye rağmen geleceğe umutla bakamıyordu.
Yaşarken çektiği işkence ve cehennem azabı, beklediği selamete ermiyordu. Her şey tatsız, saçma ve anlamsızdı.
Tüm kaynaklarının tükendiği son ana kadar beklemekten vazgeçmedi ama; içten içe bildiği, içini kemiren ve zamanla güçlenen korkusuna rağmen; inancını yitirmesine rağmen.
Reem de olsa vazgeçmezdi, onu asla hayal kırıklığına uğratmaz, yarı yolda bırakmazdı. Yine öyle yapması gerekiyordu, belki de yalnızca an meselesiydi, eli kulağındaydı.
Önce sıkıca sarılacaktı kolları ve basacaklardı birbirlerini yeniden bağırlarına; tek kelime etmeden dudakları buluşacaktı, hasretle iştahla tutkuyla arzuyla. Bir elleri özgürce gezinirken vücutlarında; ötekiyle okşayacaklardı, birbirlerine karışan saçlarını şefkatle. Uzun uzadıya açıklama faslı daha sonra.
Reem gelmedi.
En güzel elbisesini giydi Şima. Üzerinde renkli minik çiçekler olan koyu renkli bir elbiseydi, çok beğenerek almış ancak, dışarıda hiç giymemişti. Sıkıca at kuyruğu yaptığı küt saçlarını açtı.
Özenle sildiği masaya iki şişe köpeköldüren koydu, birini açtı ve kadehini doldurdu. Masadaki mumu, mumla sigarasını yaktı. Oturduğu yerden kenardaki, üzerinde bir şey olmayan piknik tüpünün gazını açtı ama yakmadı.
Benzi atmış, gözleri buğulanmış ve koptu kopacak bir yay gibi gerilmişti; sakinleşmeye, rahatlamaya çalıştı. Yardımcı olması için şaraba dayandı.
Yemeden içmeden kesilmiş, günlerdir kursağından tek lokma geçmemişti. Kabul etmiyordu içkiyi bünyesi. Ağzının kenarlarından dökülüyor, midesi kalkıyor, burnu sızlıyordu; o ısrarcıydı.
Sonunda dayanamayarak öğürdü. Bu esnada sıktığı sağ elindeki kadeh kırıldı, sol elindeki sigara saçlarının bir bölümünü tutuşturdu.
Yayılan yanık kokusu rahatsız etti. Kanayan elindeki kadehi yere fırlatıp şişeden devam etmeye karar verdi. Kaptığı gibi masadan kalkarak yandaki çekyata geçti.
Yan dönmüş uzanırken bir yandan ağzından burnundan gele gele kusarak içmeye devam ediyor, diğer yandan zamanın gelmesini bekliyordu.
Yalnızca teni solmamış, aynı zamanda aşırı kilo kaybetmişti. Halsizdi, düşüncelerini toparlayamıyordu. Hangi günde veya gündüz mü yoksa gece mi olduğunu ayırt edemiyordu. Kolları, bacakları, sırtı ve boynu sızlıyordu. Oturmakta ve başını dik tutmakta dahi zorlanıyordu.
Çenesinde, kulaklarında, kafasında, dirseklerinde, göğsünde, dizlerinde, kasıklarında, karnında ve ayaklarında acı veren döküntüler çıkmıştı. Yanan derisi kızarıyor, içi irinle dolarak şişiyor, acıyla birlikte dayanılmaz şekilde kaşınıyor, kanamaya başlıyor, açık yaraları kapanmadan tırnağa benzer sert bir tabakayla kaplanıyor, pul pul dökülüyor ve zaman yitirmeden tekrar kızarıp şişmeye başlıyordu. Yayılmış ve dağınık bulunan yaraları büyüyor, daha geniş alanlar kapsamaya başlayarak tüm bedenini sarıyordu hızla.
Bir yandan da dişleri çürüyor, parça parça dökülüyor ve ağzının içinde yaralar çıkıyordu. Öbek öbek dökülüyordu saçları da. O eski halinden eser yoktu şimdi, tanınmaz haldeydi.
Artık onu yoran ve acı veren, usandığı düşleri; cevapsız kalan çağrısı; ümitsiliğine karşın süren bekleyişi ve başına gelen, hayal gücünün sınırlarını aşan, kuşatan korkularıyla bu şekilde karşısına çıkmaktan her ne kadar mahcubiyet duysa da Reem’i bir kere daha kanlı canlı görebilmeyi her şeyden çok isterdi.
Öyle bir şey olsaydı eğer, her şey değişirdi. Çabucak toparlanırdı, işler yoluna girer ve sonunda Paris’e giderlerdi. Bütün acılar ve korkulardan uzak. Çekinmeden, saklanmadan, utanmadan; olmaya geldikleri şeye dönüşüp karışırlardı kalabalığın arasında sonsuzluğa.
İçi huzurla dolmuştu, ağırlaşan göz kapaklarını açık tutamazken. Ağrılarını, sızılarını, çektiklerini unutmuştu. Sanki Reem’in büyülü sesinden olağanüstü hikayeler dinliyordu. Gülümsedi, gözleri kapanmıştı bile.
Korkmuyordu, artık hazırdı; onu bekleyen kadere. Bedeni gevşedi, içi geçti. Gönül rahatlığıyla daldı anlamadan, üstelik günler sonra ilk defa uykuya.
Bir anda acayip şekilde gevşedi; içinde ferahlama hissederek derin bir nefes doldurdu ciğerlerine Mehmet, gözlerini kapadı. Çaresizce beklediği Kurtarıcı’nın, tüm acıları dindiren ve sonsuz yaşamı getirecek dokunuşunu hissetti.
Artık hiçbir korku ve şüpheye yer yoktu, çekilen onca cefa geride kalmıştı ve her şeyin bir anlamı vardı. Baştan beri fark edememiş olsa da sonunda anlamıştı, doğru yoldaydı.
Tel tel seyrelmiş beyaz saçları, terli alnı, çukurdaki kara halkalı kızaran gözleri, kirli sakallı ıslak yanakları, akan burnu, kocaman bir tebessüm, sigara yanıklarıyla dolu sırılsıklam beyaz atletiyle huzur içindeydi.
Sakin, emin ve acelesiz komodindeki bardağa uzandı. Buz gibi olan siyanür karıştırdığı çayı bir dikişte bitirdi ve esenlikle uzandı yatağa.