İnsanlık gördüğü korkunç ve muhteşemlik karşısında büyülenmiş ve arayışa girmişti. Maruz kaldıkları, bilinenlerin çok ötesindeydi; olan bitene ve tüm bu çılgın karmaşa arasındaki yerine bir anlam biçme ihtiyacı duydu. Anlayamadığı şeyi, olduğu gibi kabul edemezdi. Bilemezdi, doğal olarak sezgisel ve ilk aklına gelen fikirlerle açıklamalar getirmeye başladı. Hurafeler ve bilimsel bilgiler aynı anda ortaya çıkarak birbirine karıştı. Her açıklama yeni sorular doğurdu. Doğru veya yanlış, pratik ve işe yarar oldukça varlığını sürdürdü; anlam ve uyum arayışındaki bilgiler. Bazıları ayak diredi, kimileri arkadan gelenleri baskıladı ve bir kısmı da çelişkili olduğu halde birlikte varlıklarını sürdürebildi. Her şeye rağmen insanlar biraz olsun ilerleme kaydedebildi. “N’oluyo lan, nasıl şeymiş o, niye böyle oldu, kimim ben, ne işim var burda?“
Bazen birilerinin öne çıkıp sazı eline alması gerekti. Toplumun birikimini zamanın ruhuna uygun ve ilgi çekici şekilde anlatıp birlik duygusu uyandırarak hem merakı körükleyen hem avuntu veren sözlerle ortaya çıkan hikaye anlatıcılar oldu. Mahallenin delisi, uzak durulması gereken ucubesi veya kıymeti bilinmemiş sanatçısı olmak pahasına; kimi zaman şarlatanlar, kimi zamansa ozanlar ama her ne olursa olsun ağzı iyi laf yapanlar.
Eskiden insanlar büyük anlatılardaki destansı kahramanlıklara, hikayedeki doğaüstü güçlere ve canavarlara olduğu gibi inandılar ve gerçek kabul ettiler. Zaman meselesiydi çünkü öğrenmek. Olanca farklılıkların getirdiği zenginliklere rağmen böylesine birdi, kolektifti demek ki meseleler. Zamanla her şeyin anlatıldığı gibi olamayacağı görüldü ve gereği düşünüldü. Belki de anlam anlatılandan ziyade anlatılmak istenendeydi ve bütün o kahramanlar ve kahredenler, mazlumlar ve zalimler insanlığın karşısına çıkan ve ürettiği figürlerdi. Uyum ise zaman ve şartlarla değişebilen zorunluluklar ve tercihlerle alakalıydı. Uyum ve anlam bir başlangıç noktası değil aslında bir çıkış yoluydu, devam edebilme becerisiydi hatta hayatta kalma içgüdüsüydü.
Yoksulluk, kıtlık, açlık, salgın, savaş ve ölümlerle geçen; büyük yıkımlar, derin acılar ve çaresizlikle bunalım dolu yılların ardından kendi yolunu arayan gençlerin bazıları; düşünce ve ifade hürriyetinin olmadığı paranoyak korku toplumunda çareyi kendi özlem ve taleplerini dile getiren süperkahramanların saman kağıdına renksiz olarak basılmış maceralarında buldu hem de eski kutsal dini metinlerin yerine.
Toplumdan dışlanmış ve lanetlenmiş olanca zenginliğiyle rengarenk bütün ucubeler, başkası olmaya zorlananlar, kendini ifade edemeyenler, yaşamak için çalışmak zorunda olanlar, köleler, utangaçlar, yalnızlar, uyumsuzlar, derdi olanlar, anlaşılmayanlar ve daha neler, neler? Birden kendilerini sayfaların arasındaki maceraların içinde bir yerlerde gördüler. Her tarafından irin akan yozlaşmış toplumda suçlularla kol kola giren yasa koyucu ve koruyucular, din insanları; insanların alın terleriyle servetlerine servet katan ve her şeye hükmetmek isteyen gözü dönmüş barbarlar; seçkin, üstün ve ayrıcalıklı olduklarını düşünen insanlık düşmanları; masumları katleden silah tüccarları, savaş suçluları; savunmasız ve zayıflara zulmedenler, istismarcılar; sapkın tedavi ve deneylerle uğraşanlar, yaşamlarla keyfi oyun oynayanlar; uğradığı haksızlıklar karşısında kendi adaletini tesis etmeye çalışanların arasında.
İradeleri dışında, çok öncelerden belirlenmiş rollerini reddederek; kaderlerini kendi ellerine alıp yollara düşen, bir kıtayı baştan başa gezen, her türlü yeni ve farklı deneyime açık, eğitimli ve alaylı, suça karışmış genç insanlar birbirlerini bularak; modern çağın en büyük lanetleri bulantı, yabancılaşma ve köleliği alıp sonsuz bir yaşam coşkusuyla özgürleşmeye dönüştürerek başka bir dünya ve ruh arayışıyla bir tarih yazdı. Artık işlevini yitirmiş eski masallar yerine deneyime güvenen gözü pek maceracılardı; gerçek hayatın tam zamanlı kahramanları ve kötü çocuklarıydı. Tıpkı; bütün kıtayı kaçak bindikleri yük trenleriyle uçtan uca dolaşarak iş arayan, geçici işlerin mevsimlik işçisi, kronik işsizi; yersiz, yurtsuz, avare ve serserileri olan işçi sınıfının bir kuşağı Hobolar gibi veya zengin olma umuduyla deliler gibi bütün kıtayı arşınlayan ve delik deşik kazan define avcılarının Altına Hücum’u gibi.
Yurdundan, yuvasından koparılmış insan yerine konmayan kölelerin pamuk tarlalarında ve cenazelerinde hep bir ağızdan yaktıkları ağıtlar; ülkenin tümünde yaşanan canlara mal olmuş kanlı iç savaşın acıları ve kahramanlıkları; yalnızca bir gün daha hayatta kalıp karınlarını doyurmaktan başka gelecek planı olmadan yollarda sürten kitlelerin umutsuzluğu ile birleşerek aynı isyankar yaşam coşkusu ve inatla siyahlarla beyazları hemzemin olarak bir araya toplayan; zaman içinde bir kültür, yaşam tarzı, tavır ve kimliğe dönüşen bir müzik türünü doğurdu. Varoşlardan, barlardan, tekinsiz karanlık sokaklardan dolup taştı; kırların ve kentlerin, koca bir ulusun ve yeryüzündeki canlı tüm insanların ruhu oldu. Bağırıp çağırarak, dans edip tepinerek çıldıran, yağlı saçlı, sarhoş ve terli hayvanların evcilleştirilemeyen vahşi müziği.
Kampüslerde, meydanlarda, yollarda ve evlerin odalarında; kabına sığmayan bir özgürlük havası hasıl oldu. Kan emici, baskıcı, ayrımcı ve muhafazakar otorite ve tüm kurumları, fikir ve temsillerine; sevgi, barış ve adalet talepleriyle başkaldıran, itaatsiz ve uslanmaz genç insanlar kitlesel olarak dünyayı değiştirmekte kararlıydı ve en ufak davranışlarıyla dahi örnek teşkil edip sorumluluk alarak, egemen olan her kim ve ne varsa ona karşı savaş açtı.
Tüm dini ve mitolojik hikayelerde anlatılan ihtişamlı kahramanlıkları ve trajedileri; üstelik kanlı canlı, gerçek dünyanın doğal canavarlarına karşı; omuz omuza birlikte üretip, birlikte yaşadı. Ne gerekirse yapıldı, bedeller ödendi, badireler atlatıldı ve yaşanan büyük kırılmalar geri dönülmez kalıcı değişiklikler yarattı ve yine yenilerine zemin hazırlandı. Büyük zaferlerin büyük kayıplarla iç içe geçtiği dolu dolu yaşanan renkli ve hızlı zamanlardı.
İnsanların içe dönerek yalnızlaştığı, ümitsiz, savunmasız ve kurtuluşsuz kaldığı karamsar dönemlerde -güvenilmezliği tecrübeyle sabit- otoritenin hapsettiği hamster kafeslerinde tüm yapabildiği yalnızca amaçsız tekerleği döndürmek olan, kontrol altında tutulmaya çalışılan uyumsuzların imdadına; hayal güçleri gelişkin ve eski hikayeleri, zamanın ruhuna uygun olarak yeniden üreterek fantastik evrenlerden; kolektif bilinç dışına seslenenler yetişti. Tükettikçe derinleşen, içlerindeki kapanmayan boşluğu; uyum, anlam, birlik ve dayanışma arayışı ve ihtiyaçlarına ve de özgürlüğe olan açlıklarına dokunarak doldurdu.
İnsanlar artık olağanüstü malzemelerin yalnızca ilgi çekici detaylar olduğunu ve hikayeyi sevmenin, büyüye kapılmanın; gerçek olduğuna inanmayı gerektirmediğini anlamıştı. Bir şeyi, ortaya çıktığı andan itibaren değişmez ve dokunulmaz kabul etmek; sürekli yaşanan durdurulamaz değişimlerin arasında sabit olarak varlığını sürdürebileceğini düşünmek ahmaklıktı. İnancın ötesinde bilmek bile eğlenmeye engel değildi. Tatlıya ve hayal gücüne her zaman biraz yer vardı. Somut gerçeklerle çevrili yabancı ve düşman dünya renksiz, tatsız, ruhsuz ve acımasızdı.
Teknolojik ilerleme yetişilemez bir ivmelenme yakalamıştı. Star Trek ve Star Wars izleyen çocuklar büyüdüklerinde o zamanlar ancak yaratıcıları tarafından hayal edilebilen imkansız teknolojileri mümkün kılmış, yer yer arkasında bırakmış ve bir kısmını da kovalamaktan vaz geçmemişti. Tüm renklerin olduğu gibi ve olanca zenginliğiyle huzur içinde bir arada yaşaması kadar; sömürü, kölelik, soykırım, savaşlar ve toplu yok oluşlar da ihtimal dahilindeydi. Geleceği; kaderini eline alan ve ne olacağına kendisi karar veren yürekli insanların mücadeleleri, deneyimleri ve yönelimleri belirleyecekti.
Ve insanlık ‘rahatlık dini’ni icat etti. Aşırı üzüntüden hortlak görmüş gibi kaçan insanlar, yüce ideallere çoktan sırt çevirmişti. Uyuşmuş, aptallaşmış ve korkudan kör olmuş, sağırlaşmış, duyarsızlaşmış bu kimseler; mutlu olduklarına sırf kendilerini inandırabilmek için kurgulanmış, basit ve birbirinin tıpkısı dışa vurumlarla bozacı ile şıracı oynayarak birbirlerini ağırlarken maalesef kimsenin çıkıp da “Kral çıplak!” demeye gerek görmediği bir pornografiye dönüştü. Avuntu, aşağılık kompleksi ve kibir arasındaki bencillik salınımıydı. İçten içe bilinen ama kimsenin dillendirmeye cesaret edemediği, birlikte büyütülen bir yalandı. Mutluluk tabloları kolayca kendini belli eden bir yanılsamaydı, aldatmacaydı.
Bütün o klişeler, kötü oyunculuklar ve mantık hatalarıyla dolu senaryolara rağmen; korku, gerilimden ziyade aslında komedi olan; dokundukları herkesi ve her şeyi mahveden, durumları düzeltmeye çalıştıkça daha çok batıran; savaşmaktan, denemekten ve kaybetmekten korkmayan ve her seferinde daha iyi yenilmeyi başarabilen Winchester kardeşlerin; Solo, Skywalker maceralarını anlatan on beş sezonu bulmuş bir diziden fazlasıydı. Nesli tükenen büyük anlatıların; eskimiş mitolojik, folklorik ve dini hurafelerin; çizgi roman kafasının, Beat Kuşağı’nın, Rock ‘n’ Roll kültürünün ve modern zaman mitolojilerinin kesiştiği; bütün şeytanların toplandığı bir kavşak; kolektif bilinç dışına hitap eden, haritaların sınırlarını tanımayan ama öte yandan da tam bir Amerikan hikayesiydi. Muhtemelen türünün son örneği ve peygamberiydi Supernatural. İzleyince “Amerika o kadar da katil değil ya!” demekten kendini alamıyor insan.