26 Mart 2023 Pazar

NUTUK

KÜVET

 

 

Şiir

 

Bizi görünce şaşırdı kendini, hayalet kasabanın şerifi. Çığlık çığlığa atlayıp zıplayarak, çılgınca kendinden geçti. Uzun süreli yalnızlıktan kelli, acık kafayı yemişti.

Aman vermiyor, kapıyı kesiyor; bir deri, bir kemik ve minnacık olmasına karşın; gaza gelip inanılmaz bir enerji ve cevvallikle hasret kaldığı oyun ve ilgiye öyle bir zorluyordu ki, kayıtsız kalmak mümkün değildi.

Gelişimizin şerefine verdiği ziyafette; ileri derece avcılık yetenek ve teknikleriyle gözümüzü boyamak için, paketinden sigara çıkarır gibi otların arasından çektiği ufacık fareyle arenada uzun süre oynadıktan sonra, gözünü bile kırpmadan -hem de gözlerimizin içine baka baka- yutuverdi bir lokmada.

Ertesi sabah, bir sürpriz yaparak; erik ağacından tırmandığı balkonda karşıladı beni.

Kulağının küçük bir parçasını, belki de bir düelloda yitiren bu arkadaş hakkında malumat topladım; meğer geçtiğimiz yıl, bu zamanlarda tanıştığım; kardeşleriyle aynı tastan süt içen, yeni doğmuş yavrulardan biriymiş.

Ayrı eve çıktıktan sonra, çocuk yaşta anne olmuş ve maalesef kısa süre önce, tüm yavrularını kaybetmiş; herkes gidip köy boşalınca da bir başına kalmış buralarda.

Geçen gün bir ceylanı fotoğraflamaya çok yaklaştım fakat yetersiz kalınca başaramadım.

Otların ve ağaçların arasından güçlükle seçiliyordu, sokulup ürkütmek istemedim, ben de üst kata ve hatta çatıya dahi çıktım.

Ne var ki, yemyeşil yapraklı dallarıyla sık ağaçların arasında görünmez olmuştu. Tekrar aşağı indim, saklandığım duvarın arkasından çıkıp açık edince kendimi; yemeğini bırakıp başını kaldırdığında göz göze geldik.

Bir anlığına duraksadıktan sonra ağzındaki lokmasını çiğnemeye devam etti. Güvenli bir mesafe de olsa tedirgin olmuştu bir kere.

Yine de kaçmamasından cesaret alıp bele kadar gelen otların içine dalarak ona doğru bir adım attığımda ise bana sırtını dönerek gitmeye hazırlandı.

Bunun üzerine; daha fazla huzursuzluk vermemek adına geri çekildim, ısrarcı olmadım.

Karnını doyurup ağır ağır çekilene kadar, onu uzaktan seyretmeye devam ettim.

Ama bulutları seyrettim, hava kapalıydı fakat yukarı çıkınca köpük bulutları.

Aralıktan görünen mavi deniz miydi yoksa devamı mı gökyüzünün?

Sıcak su dolu küvetin üzerindeki köpük tabakası gibiydi.

Ben o gece aramıza mesafe koymak için gitmiştim ama finalde yine yenilmiştim.

Bulut denizinin altındaki sıcak suda iffetimi muhafaza edememiştim.

Hemen öncesinde ise köy minibüsünden indiğim gibi soluğu kent meydanının arka sokağındaki meyhanede almıştım.

Ben bugünlere kolay gelmemiştim. Buraya gelene kadar geçtiğim yollarda mavilerin ve yeşillerin; insan zihni sınırlarını aşan hikayelerinin -bir anlık görünüşlerinin parçası olamadan- aralarından geçtim de gelmiştim.

Ne manzaralar ne maceralar; dili olsa da anlatabileydi keşke.

Yetmişlerdeki sahil yolu, henüz yapılmadan önce; dağların çevrelediği bu koy yine balıkçıların durağıymış. Burnunu denize doğru uzatan dağların kayalarının ucunda sunaklarının izlerini görmek mümkündü.

Dönenler, yola çıkmaya hazırlananlar ve dönsün istenenler için adakların verildiği yer burasıydı. Karanlıkta kaybolmasınlar diye ateşlerin yakıldığı yerler.

Yalnızca ufacık bir zaman önce burada yaşayan medeniyetlerden geriye, o yerlere verilen isimleri bile bırakılmamıştı. Hepsinin adı münasip bir şekilde uyarlanmış yahut tümden değişmişti.

O günlerde buraları mesken tutanlar, buralara gelseler yine de mesela o sunaktan tanırlar mıydı veya dağları dibinden oyan denizin açtığı mağaralardan? Denizin ortasında yükseliveren kayalıklardan?

Şimdilerde benzeri alışkanlıkları sürdüren bugünün yerlileri, yarın yeryüzünden silindiğinde; daha fazlası bırakılabilir miydi geriye?

O yol yapılana değin köylüler, kent merkezlerine yahut kasabalara veya komşu köylere ulaşımı ancak ve ancak deniz yoluyla sağlayabiliyorlardı.

Oraya ulaşmak isteyenlerin geçeceği tek yol vardı, suydu. Çoğunlukla; yaşlı, yabani ormanların kapladığı, düşük verimli topraklarda yaşamaktan, yerleşmekten, kök salmaktan alıkoymamış, yüzlerini kara çıkarmamıştı; denizin bereketi.

Tepede manzaraya hâkim bir lokanta, eteğinde kayıklar, koyun sığ sularında; serinlemek ve binlerce yıllık kadim bağı sezinleyebilmek için kendini bırakan insanlar.

Devasa yaban otları, yaban meyveleri ve ihtiyar ağaçların arasında; belli, belirsiz, üzerinde otlarla yaşamın belirerek kendini yeniden ürettiği keçi yolları; kişiye çıktığı maceranın sonunda aşık edici, eşsiz ve yeni bakış açıları kazandırmayı vadeden manzaralar.

İster, istemez yaşadığı deneyim insana; altkümesi ve aslında ait olduğu dünyanın; uyumlu, huzurlu ve sakin bir parçası -bir an için dahi olabilmenin özlemini- kanatırcasına hissettirirdi.

Kısacık ömründe edindiği dertlerin; şu uzun soluklu, nefes kesen ihtişamıyla ve ancak sezilebilecek bir gizemle sunduğu ve son tahlilde ölümün egemen olduğu; bu dingin aldırmazlığın içinde ne ehemmiyeti olabilirdi ki?

“Asla böyle bir şeyi kabul edemem.” diye yanıtladığım annemin,

“İçmeye dalıp uçağı kaçırma!” uyarısından sonra,

dedemin çok sevdiği Nükhet Duru’nun, oldukça Akdenizli ve şen klibi eşliğinde;

“Vay be; içip, içip uçak kaçıran bir korsan olmak da varmış şu dünyada.” düşüncesiyle iç geçirdim.

Sadece ekstra ücret ödeyerek; kanadın önünde ve deniz tarafında seçtiğim koltuğuma kurulup kemerimi bağlamıştım.

Uçmak için, hemen Beggars Banquet albümünü dinlemeye koyulmuştum zira; uçarken The Doors’u dinleyecektim.

 

 

Efendimiz de Böyle Yatarmış

 

Duş jelinden mamul köpük bulutlarının kapladığı, üzerinde tüten dumanların; loş mesken elektriği önünden geçerken, seramik duvarlarda oluşturduğu dalgalanmalara dalıp bir müddet inceledikten sonra; yeterince beklediğim kanaatine vararak ilk adımı temkinlice uzatırdım.

Ertelemeyle karşılaştırıldığında daima daha zordu bir şeylere başlamak. Bütün o büyük yolculukların minicik bir adımla başladığına dair bir şeyler kulağıma çalınmıştı. Yaptıklarından pişman olmak, yapmadığından olmaktan yeğdir de derlerdi.

Peki ya benim hiç çıkmadığım o büyük yolculuklar, kutlu davalar? Sayılabilir miydi parmak ile veya dokunulabilir miydi gözyaşlarına eller ile?

“İçimde hep o gezginin acısı, yüzümde gülümseyiş.” der iken;

bütün iyi gezginlerin amacı bir yere varmak değil miydi ve son olarak çıkar mıydı bu yol bir yere?

İlk ayağımı attıktan sonra ikincisini sokmak oldukça kolaydı. Bir kuluçkaya oturur gibi usulca çöküverirdim ve dizlerimin üstünde yaşamaktansa, sırtüstü yatmayı tercih ederdim. Daldıkça yer değiştirdiğim suları gönderirdim savaktan.

Şöyle güzelce bir yerleştikten sonra kapanırdı gözlerim kendiliğinden, o sıcaklığın içindeyken.

Böyle iyi diye düşünüp biraz öyle kalmak isterken bekleyemezdim; yine daha fazla kendiliğinden.

Başımı daldırıp batarken en dibe, bacaklarım dışarı uzardı. Sorardım,

“Neden Martin, neden? Niçin bu ağırlık, niye sızlıyor bütün kemiklerim, neden hiç dopaminim kalmamış, kulaklarım niye uğulduyor, tansiyonum niye düşmüyor, bu çarpıntılar nereye kadar ya bu karıncalanmalar, kramplar, kasılmalar ve ağrılar?”

Aşağıda ne kadar vakit geçirebilirdim, nefesimi ne kadar tutabilirdim bilemeden; kayarak çıkardım periskop gibi yüzeye.

İlk soluğum körüğe üflenmiş bir can gibi diriliş sahnesi canlandırmazdı. Derin nefese ihtiyacım olmazdı, hemen el yordamıyla aranıp kaptığım gibi açardım buz gibi biramı. Sıcacık suda iyi giderdi. Hemen bir sigara da eklerdim yanına, gevşerdim.

Eskisinden daha sağlam olmakla ölmek arasında bir fark göremiyordum, lavlara girdikten sonra.

Her ne kadar bu kumarı oynamaktansa, alt tarafı sıcak su dolu bir küvete girmiş olsam da antik medeniyetlerin külleri arasından, halen için için kaynayan volkanların dumanından sesleniyordum sana.

Eski bir ritüeli tarif eden; bulunmuş, korunmuş yahut restore edilmiş duvar resimleri gibi; hâkim inanışın ikonlarına gizlenen yasaklı, sapkın ilan edilen eski bir dini motif gibi, rakı sofrasından karşı kıyıya hasretle bakan bir sürgün gibi hatta.

‘Çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,’ sesleniyorum, rica etsem ‘sesimi duyar mısınız’?

Boşaltamazdım bulanık zihnimi, berraklaşmazdı da. Bırakırdım, çözünmezdi suda.

Beceremezdim, bir anlığına da olsa bulunduğum yer ve zamanın bir parçası olmayı; hiçbir şey düşünmeden durmayı, tekleyen ve verimli çalışmayan beynimi durdurmayı.

Her ne kadar dışarısı için elimden bir şey gelmese de şimdi bin bir yüzlerinden diledikleriyle bekleyebilirlerdi dışarıda beni.

Ben bilmem,

“Efendimiz de böyle yatarmış.”

Uykuya dalardım.

 

 

Dışı Seni

 

Bir gün paydosa yakın ziyaretime gelen arkadaşlarım alıştırmıştı esas beni. Yaz mevsimiydi, tatillerde bile çalıştığımı gördüğüm kabuslardan; kan, ter içinde uyanarak ferah bir nefes vererekten biraz da şurama yatayım diye uykuya döndüğüm zamanlardı.

Uzun ve yorucu saatler, sıkıcı, stresli ve ciddi yaşamsal riskler barındıran; patronların servetlerini katlayacak, üst gelir grubundan kimselere; yaşam tarzı ve ayrıcalıklar olarak pazarlanacak; fazlasına sahip kimselerin, ihtiyaç sahipleri üzerinden kazanç sağlayacağı ve işin nasıl yapılacağı konusunda başka yerlerde pek de karşılaşmayacağım bazı uygulamaları tecrübe edebildiğim ve para karşılığı profesyonel hizmet sunduğum bir işle iştigal etmekteydim.

Üstüm başım toz toprak, kavruluyorum, hava acayip sıcak. Bitap düşmüşüm; kendimi paralamaktan, leş gibiyim. Yine de kazasız belasız ve düzgün şekilde bitiş saati belirsiz mesaimi tamamlamaya gayret ediyordum.

O gün, beni o bataklıktan çıkarıp, bir süreliğine de olsa kendimi krallar gibi hissettirecek olan hamama götürdüler. Bunca yıl boşuna yaşamışım diye düşünmüştüm.

Köpek gibi çalışırken arada kendimi şımartmaz, ödüllendirmezsem; bu hayata nasıl devam edebilirdim? Çekilecek kahır değildi.

Ve olaylar gelişir. Sonra ben toplumsallaşamamaya, acılaşmaya ve gittikçe içe dönmeye başladım.

Temel insani edimler bile külfet halini almıştı, bırak sorumluluk almayı.

Ben şaka anlayışımı, her şey de anlamını yitirmişti.

Normal şartlarda sevdiğim şeyleri bile yapamaz, içkiden bile keyif alamaz hale gelmiştim.

Bu esnada dünya da aynı kalmamıştı; hatta pandemi vesilesiyle aramızdaki makas yakınlaşmış, bulunduğum memleketin özgül koşullarıyla ise neredeyse pişti olmuştuk.

Bildiğimiz, alıştığımız hayat resmen sekteye uğramıştı. Tabii hamamlar da kapanmıştı.

Ödül, iyi hissetme ya da değerli olmaktan ziyade; parçası olamadığım dış dünyadan uzakta, korunaklı ve işgali imkânsız; yalnızca benim olan ve bana ait, özel bir alan ve zamana ihtiyacım vardı.

İleri gidemediğim için geriliyordum, geriledikçe kaçıp saklanmaya, geriye, kaynağa dönmeye olan imkânsız muhtaçlığım artıyor ve her şeyi daha çok güçleştirerek baş edilmez bir hal alıyordu.

Bastıramadığım ve beni avcuna alan bu yoksunluğu sıcak su dolu bir küvetle ikame edebileceğimi sandım. Buna inanmaya mecburdum aslında.

Ne vardı elimde? Paramparça olmuş, sığınamayacağım bir iç dünya. Beni kabul etse dahi burun kıvırdığım, dahil olamadığım ve içine almayan dış dünya.

Sıcaktı, karanlıktı, sakindi ve yalnızca benim ve bana aitti.

Aklıma her estiğinde sığınabileceğim gizli, güvenli ve biraz olsun gevşeyebildiğim bir yerdi.

Belki yeniden doğamıyordum, aradığım huzuru bulamıyordum, hayattaki yerim de burası değildi besbelli; lâkin hiç olmazsa temizlenebildiğim, başka bir deyişle vaftizcinin kendini kutsadığı ilahi bir yerdi.

Benim için yeterliydi. Daha fazlasında gözüm yoktu.

Bir ümidim olmadığından hayalim de yoktu. Kaybolabileceğim bir fantezi dünyam da kalmamıştı. Herhangi bir şeye harcayabileceğim yaşam enerjim de.

 

 

Exodus

 

Durgun haldeki hava birden hararetlendi. Tozu dumana katan bir rüzgâr ve serseri kurşunlar gibi etrafta seken ilk yağmur damlalarıyla birlikte; aniden kararan havayı, apaydınlık yapan şimşekler ve düşman ordularının korku davulları gibi kulakları sağır edercesine gümbürdeyen gök gürültüleri.

Şort ve terliklerle yakalanmak için ideal bir kombin sayılmazdı pek. Meteorolojiden gelen uyarıları yayınlamıştı belediyeler öncesinde. Sürpriz sayılmazdı ancak; bu kadarı da olmaz, biraz sıkıyorlar diye düşündüren açıklamaya rağmen beklenmedikti.

İnsan, bildiği dünyadan böylesine alışılmadık ve hiddetli tavırlar beklemezdi ki.

Saniyelerle içeri kaçana değin göte kadar ıslanmıştım bile. Dedim ki sonra,

“Ben ıslandım.”

Böyle şiddetli hava hadiselerinde; dedem de büyük bir coşku ve heyecana kapılıp fanatik bir taraftarmış gibi doğa olayını, güvenli bir noktadan seyrederken keyiflenirdi.

Galeyana gelerek çocuklaşırdı, sevinip güler, nara atar, şarkı söyleyip tezahürat yaparak ve olan biteni naklederek hava durumuyla bir olurdu.

Gözlerimi devirip anlam veremezdim, tabiatla kurduğu bu bütünlük ve hayranlık ilişkisine.

Seksen küsürlerinde bile olsa, yaşlı doğanın küçük ve haylaz çocuğuydu. Parlayan, ışık saçan gözlerinde görebilirdiniz o çocuğu.

Sonunda annesine dönmüştü.

Bayrağı devraldığım gibi kendimi açık balkona atmıştım. Esen, dağıtan rüzgârın kırbacına; delip geçen buz tanesi yağmurlarına karşı direnecek kadar içkim vardı cephanemde.

Ağaçlar devrilmiş, çatılar uçmuş, elektrik direkleri sökülmüş, topraklar göçmüş, taşkın yatağında medeniyete dair ne varsa dereler kapıp götürmüştü. Yollar kapanmıştı.

Durum ciddiydi, yıllar geçmesine rağmen kayıplar vardı hâlâ.

Ertesi gün haberleri görene değin, o gece ne yaşadığımın bilincine varamamıştım.

Yaşam devam ediyordu. İki kocaman yırtıcı kuş yükseklerde dans ediyordu. Tellere tüneyen rengarenk minik kuşları kıpırtısız seyrediyordu kediler.

Sabahın ilk saatlerinde camın önüne kadar gelebilen alışmış çakal ve arkadaşları, insanların dönmesiyle tepelere uzaklara çekilmişti;

“Sizden öncesinde olduğu gibi siz gittikten sonra da burada olacağız,” dercesine

müezzinden daha dakik ulumaya başlarlardı.

“tıpkı şimdi olduğu gibi.” diyerek kendilerini hatırlatıyordu.

Ağaçların arasında seke seke koşturan kızıl tüylü güzel kuyruklarıyla aranan tilkiler ayakaltından uzamıştı.

Dallardan yolunu şaşırıp evlere girebilen şapşal sincaplar gömdükleri erzakların yerini unutmuştu yine.

İri köpekler, bölgelerini genişletmek için keşif görevindeydi.

Yılanlar, harmanda kurumaya serilen ürünlerin altında zulalanmıştı.

Çamaşır sepeti veya mandal kutusundan fırlayarak sürpriz yapabilen çılgın kertenkeleler, su birikintilerinin yanı başındaki taşlara tünemiş güneşleniyordu.

Hep merak ettim, acaba baharda buralar nasıldır diye? Kalan üç mevsimi deneyimleme fırsatım olmuştu. Baharın ilk çiçeklerini, ağaçların donanmasını, bu yemyeşil ve uçsuz bucaksız alemde; doğanın uyanışını.

Yükseklerdekiler kalkmasa da eriyen karlar ve ilk yağmurlarıyla gürül gürül akışa kapılan su taneciklerini. Cıvıldamaya başlayan minik kuşların ilk şarkılarını.

Dünyaya gözlerini burada açan bebişlerin; çalınmamış gülüşlerini, hayata tutunma azimlerini. Nasıl da dallardaki yemişlere benzediklerini?

Hiç kırılmasın isterdim hevesleri. Uğramasın yollarına hüsran, daim olsun neşeleri. İklim şartlarından aldıkları delilikleri.

Maruz kaldıkları her doğal güçlükten; onunla uyumlu olarak geliştirdikleri yaratıcı çözümlerini, keskin zekalarını.

Kokmadan, bulaşmadan, dokunmadan, hiç ilişmeden geçip gitmek isterdim aralarından; polen gibi hafif, meltem gibi nahif, ardımda iz bırakmadan okşarcasına, bir ağaç gölgesinde yatarcasına.

Ve hep o tatlı insanları, gözleriyle birlikte kocaman gülerken hatırlasam.

İsterdim.

Gün doğumuna yakın, etraftaki her şeye hoyratça zarar vererek karnını doyurmaya çalışan yabandomuzu; mısırları kırmış, tarlayı tarumar etmişti.

Ağzını şapırdatarak karnını doyuruyor, tıslayarak yüksek sesle nefes alıyor, homurdanıyor ve durmaksızın aranmaya devam ediyordu.

Benim açımdan sorun yoktu ancak, başkaları gürültüsünü duysa canına kastedeceklerdi. En iyi ihtimalle yara almadan ancak ödü patlamış şekilde canını kurtarmak için koşmak mecburiyetinde kalacaktı.

Bu engebeli arazide bir yerlerden yuvarlanması, bir şeylere takılıp tökezlemesi, sakat kalması işten bile değildi. Ne lüzum vardı?

Bir de insanlar,

“O saatte, orda ne işi vardı?” diyeceklerdi, utanmadan.

Kendisi olmaktan gayri suçu olmayan garibanın, kendi kabahati olacaktı; başına gelenler.

Bir canlı yahut eşya, olduğu şey yüzünden başına geleni hak etmiş olabilir miydi?

İnsanların çevirdiği, gırtlak gırtlağa canları pahasına savaştıkları; sahip olduklarını sandıkları toprakların mülkiyetini, bir yabandomuzuna nasıl izah edebilirdiniz ki?

Hayatını vakfetmiş, kanını, terini, emeğini akıtmış olduğu toprakla kurdukları bağı; asla bunu deneyimleyemeyen kişilerin kavrayabilmesini beklemiyorum.

Orada, o doğanın, toprağın parçası olan insandan; oraların sahibi ya da efendisi değil, oradaki her şeyle birlikte paydaşı olduğunu görebilmesini isterdim fakat.

En basitinden kurdun, kuşun imkânı olmadığından savunamadığı hakkı sorsalardı; derelerini kurutan, verimliliklerini öldüren HES’lere müsaade etmezlerdi. Denizleri çevirip çiftlikleştirmeye çalışılmasına da.

Dereler besinlerini taşıyamayınca, denizde balık mı kalmıştı sanki?

Neden yapılan her müdahale; ıslah etmek, gezegeni daha iyi bir yer haline getirmek için değil de bilakis, onu dejenere etmek, yok etmek ve sömürmek üzerineydi?

Bırakınız aksınlar.

Tamam da bu arkadaş niye yalnızdı? Eşi, dostu, çoluğu, çocuğu, anası, babası yok muydu?

Geride derinlemesine eşilmiş toprak izleri ve kırık dökük bir mısır tarlası bırakarak karanlıkta kayboldu.

Yalnız, cidden birbirine kattığı ortalığın anasını ağlatmıştı.

Heba olan emeklerini korumak için insanlar, bu zamana kadar yaptıkları gibi bir yolunu bulmalıydı ve bu yol; öyle ilk akla gelen veya en kestirme olmak zorunda değildi.

Olması gereken; kimseciklere zarar vermeden, yarattıkları ahengi korumanın çaresine bakmaktı.

Sonuçta güçlü olan, akıllı olan, egemen olan, insan olan, doğayla inatlaşan ve yaşadıkları dünyaya en çok zararı dokunan onlardı; yabandomuzları değil.

Birazdan komşunun kümesindeki mağrur horoz Güneş’i selamlayacaktı.

“Buraların kralı benim. Heyt ulan! Var mı bana yan bakan?”

dercesine, kasıla kasıla acayip poz kesiyordu. Benim diyen yanına yaklaşamazdı.

     Ama kümesin öncüsü o değildi bir kere.

Her şey, her defasında ona çizilen sınırları aşan bir tane tavuğun inadıyla başladı.

Birkaç gün sonra iki oldular. Derken, aynı kararlılıkla yılmadan devam ettiler ve sonunda bütün kümesi alıştırdılar.

Bugün,

“Gücümüz birliğimizden gelir!” diyordu,

Özgür Tavuklar.

Seneler önce, Can Barslan’ın Leman’da; gerçek bir vakayı çizdiği Özgür Koyun hikayesini anımsatmıştı.

A3’e bastırıp, okuldaki bütün sınıfların panosuna üşenmemiş, gidip bizzat asmıştım.

Çitleri, telleri, sınırları, uçurumları aşmayı göze almış inatçılar ve korkudan, kaval ve otun tembelliğinden; zincirlerinin dahi farkına varamayan insancıklar.

İyi, kötü sürdürdüğünüz yaşantınızda siz; hangisi olmayı tercih etmiştiniz?

Hangi sıfatınızla bakıyordunuz aynaya ve sihirli aynanın size gösterdiği basit bir yanılsama mıydı yoksa acı gerçekler mi?

Bizim Artist Horoz’un sahnesi başlıyorsa; bunun benim için anlamı uyanmam, tıpayı açarak içine sızdığım suyu boşaltmam gerektiğiydi.

Hayat sokaktaydı, gerçek dünya dışarıda ve hayat beklemezdi ancak; benim de ondan bir beklentim yoktu, kalmamıştı.

 

 


ÖNSÖZ

 

 

Tuzak

 

Keskin ayaz ve kömür dumanıyla yoğunlaşmış ağır sisin ortasında, bomboş yolda, farları kapalı bir otomobille; emeklercesine hareket halindeydik.

Birazdan servislerle tıkanacak olan trafiğe yakalanmamıştık.

İki bira içip biraz sohbet ederiz dediğimiz bir gecenin, henüz aydınlanmamış sabahında; ön koltukta büzülmüş, camdan içeri saldırganca dolan yakıcı soğuktan titriyordum.

Bütün gün hasta hissettirecek berbat bir akşamdan kalmalığa doğru ilerliyorduk.

Aslan Bacanak İlke arabayı; açtığı camdan dışarı kusup ve arada kafasını kaldırdığında soluklanıp da bana doğru

“Sıkıntı yok, her şey yolunda.” der gibi kapalı gözleriyle gülümserken;

yanlışlıkla göz ucuyla dahi bakmadığı yolda tutmakta; en ufak bir zorlanma emaresi göstermiyordu. Bu ustalık güvende hissettiriyordu.

Açık tutmak istiyordum gözlerimi, ola ki yumarsam her şeyin uğursuz bir şekilde sallanmaya ve yer değiştirmeye başlayacağına inanıyordum. Şu anda buna hiç hazır değildim.

Paramparçaydım, kendimi bile tek parça tutmayı başaramamıştım. Sonra kim uğraşacaktı, ‘saçılmış bir nar gibiyim’ diyecek olan partiküllerimle?

Ben ki tüm zerrecikleriyle rüzgârda savrulurken bile yorgunluktan bitap düşerdim.

En azından dışarıdaki götkesen soğuğuna nazire olarak camları sıkıca örtüp klimayı köklememiştik. Sorsalardı veya seçme hakkım olaydı, havasızlığı mı yoksa kirli havayı solumayı mı tercih ederdim diye düşündüm?

Seçme hakkımdan, acaba tam olarak ne zaman feragat etmiştim yahut bunu ilk ne zaman fark etmiştim?

Yoksa ben de çam sakızı çoban armağanı, minicik bir katkı dahi sunmamış mıydım hak arama mücadelelerine?

Bu şartlar altında, tek kelime bile konuşma hakkım söz konusu bile değil miydi?

Belki de hasbelkader bulunmuş olduğum bu zamanda, bahsi geçen şey kocaman bir illüzyon muydu da gerçeğin anlık görüntüsüne kapılıp manipüle edilmek işime mi geldi?

Bu şekilde, kendimi tenzih ettiğim gübrelerden evla mı görmüştüm?

Bana kalsa ne böyle buz gibi dondursun ne de buharlaştırsın; hani ışığı biraz kısıp müziğin sesini biraz daha açsak da havaya girsem; dans etmek için gibi.

Aslında ölümcül olan, hayati konulardan kaçınıp mayın tarlasının etrafından dolaşacak kadar akıllı olduğumu düşünürken; hayatta kalma şansımı arttırmış olduğumu sanmanın gururuyla önemsiz konularda ahkam kesebilmek, şımarık bir pislik gibi küçük burjuva konformizmi değil miydi?

Peki sırf sert biri olduğumu kanıtlamak için hipotermi geçirmem mi gerekirdi?

Dikkatimi, esasında sırf neden kaçınmak için; zaten bulanık zihnimi böylesine dağıtmaya çalışıyordum bunlarla?

Ne zamandan beri vazgeçtim, bıraktım?

Ezeli ve ebedi olması en azından şu anda, şimdi işime gelmez miydi?

Niçin böyle zayıf anlarımı kolluyordu pusuda beynim?

Kendinden emin rijitlikte, jilet gibi keskin ve yüksek çözünürlüklü netlikte; kayayı delerek cevheri işleyen duru saflıkta, bir daha dönmemecesine geçtiği her yere yaşamı armağan ederek ‘rengahenk’ içinde kesintisiz, durmaksızın süren devinimlere haiz değildim.

Avuçlarımda, alemin sırrını çözen billur bir mantrayı taşımıyordum.

Cebimdeydi ellerim, kafam öne düşmüştü. İstemsiz kasılmalarla üşüdüğüm, ciğerlerime dolan hava; temiz olamaz mıydı yalnızca?

Sonra ben bir anda hazırlıksız yakalandım.

Bir defa kültür, sanat filan bunlar boş işler; sonra benim sevdiğim insanlar ekseriyetle bunalım takılıyorlar ve dönüp dolaşıp ‘olan yine sana olur’ a geliyordu iş.

Soruyordum kendime

“Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi?” diye?

Epey zamanımı alsa da sonunda fark ettim ki bütün bunları, durduk yere, ben; kendime etmiştim.

Ne güzel, ben o işleri bırakalı çok olmuştu.

O sabaha karşı, o yolculukta, o arabadayken yakalamıştı beni. Artık ne soğuk hava ne kirliliği ne de olanca lafazanlık kalmıştı.

Radyosunda arabanın,

“Tuzak bunlar” diyordu işte.

“Demek yaşamak buymuş” dediğim şey,

uğruna hayatta kalmaya devam etmek için ölesiye kaçtığım şeyler, bunlarmış bir zamanlar.

Ya da bunu ben demedim.

“Yapıcak bi şey yok, bu işler böyle.” Dedim, kendi kendime.

“Ne derler bilirsin, kimin arabasına binersen onun türküsünü söylersin.”

 

 

Sevimli Hayalet

 

Kıpkırmızı, tertemiz tıraşlı, güleç bir surat; yandan ayrılmış, muntazam sarışın saçlarıyla bıyıkları arasında; alnının hemen altında, akları kızarmış boncuk gözleri ışıldıyordu.

Konuşkan ve enteresan şeyler anlatan bu hoşsohbet adam, insanı büyülüyordu.

Tercih ettiği takım, saçlarıyla uyumluydu. Hayal meyal güçlükle anımsıyordum ve o zamanlar anlamadığım şeylerden bahseden bu kişinin; ne anlattığı hakkında, en ufak bir fikrim; şimdi bile yoktu.

Eşiyle birlikte bize rakı, balığa gelmişlerdi. Okulöncesi dönemdeydim ve tek diyebileceğim, alkol hakkındaki edindiğim ilk olumlu izlenimlerden olduğuydu.

Ben, o zamanlar çok mutlu bir çocuktum.

Upuzun bir kulede, düz duvara tırmanmaya çalışan bir şövalye hakkında; belki de Rapunzel’in okuduğumuz kitapların yazmayacağı bir versiyonuydu.

Anlatısını bitirdikten sonra; pürdikkat, efsunlu bana dönerek şakalı bir şekilde ana fikrini bile söylemişti.

Muvaffak olamayan kahraman, yaşlı babası tarafından bilgece alaya alınıyordu.

“Ben demiştim,” demişti kesin veya o minvalde bir şeyler

“daha en başında.”

Hüsran mıydı yoksa Olimpik bir oyun olan Sırıkla Atlama’nın doğuşu muydu?

Sanki olay Ege yöresinde bir yerlerde geçiyordu.

Belki büyüyünce anlardım lâkin, bu kadar çok şeyi nasıl aklımda tutabilirdim?

O zamanlar sünger gibi ufacık bir jesti, belki bir refleksi dahi kaydediyordum da neyin önemli olduğuna nasıl karar veriyordum acaba? Bir kısmı muhtemelen yazılımımda da vardı. Ancak pek azı günümüze ulaştı.

Tarihte, tahrip gücü yüksek birkaç yangın yaşanmıştı; üstelik ekseriyetle kundaklamaydı.

Önemli bir bölümünün tek ve en güçlü şüphelisiyse benden başkası değildi ve bendeniz hiçbir vakayı açıklığa kavuşturamadan soğumaya bırakmıştım; aruz vezniyle zamanaşımına.

Beceriksizliği kabul etmek, edimlerin sorumluluğunu alabilmekten teferruatsız gelmiş olabilir miydi?

Bir defa bugünlerde ve olası ki yarınlarda, başvuracağım hatıralarımı çağırdığında gelmezse; beynim?

Olaya bizzat el atarak boşlukları doldurur, noktaları birleştirir; detayları değiştirir ve işine geldiği gibi elindeki kırıntılardan yepyeni bir gerçek pekâlâ yerine getiremeyecekse, kafatası içindeki işgal ettiği yerde ne işe yarardı?

Saksıyı çalıştırmak lazımdı.

Telafi etmek yahut tamamlanmak için sürekli kendi anılarını yaratır, türlü türlü oyunlar oynardı.

Kendi zihni bile kandırıyorsa kişiyi, bu zamanlarda kime güvenebilirdi?

İhtiyaç duyduğumuz saf gerçek miydi yoksa tedavi mi?

İyi, kötü bir şekilde; şimdilik hayatta kaldığım ve yaşadığımı sandığım ölümcül deneyim, basit bir aldatmacadan mı ibaretti?

Anılarım bile silinmişse, hasarlıysa ve öyle olduğunu sandığım bir yeniden üretimse; bana ait değildi.

Bunu kendi kendime neden yapıyordum, neyin karşılığında satmıştım kendimi?

Bu bir süreçti, sadece zaman meselesiydi.

     Artık konulu film izlemiyordum. Zor geliyordu takibi, tahlili ve ihlali.

Acı da veriyordu hem de fena.

Bir zamanlar hevesle biri ağzımda, biri boğazımda anlatmak için yanıp tutuştuğum tasavvurunun; savrulan külü dahi kalmamıştı boşlukta.

Acı vardı, yalnızca acı.

İzlediği filmler konusuz, yalnız ve acı.

     Ama işte o acayip hikayeler anlatan İskender Amca’nın, toplumca takdir gören eserler veren oğlu; uzun metrajlı bir film çekmişti.

Benimse belam kaşınmıştı, bozup tövbemi oturup izlemiştim işini.

     Film, mahrem yerlerimden uygun olmayan şekilde, izinsiz ve kabaca yakalamıştı beni. Canımı acıtıyordu.

Benim hayatımda daha fazla acıya yer yoktu, zira acıdan gayri bir şey kalmamıştı.

Sevincim, öfkemi de yanına alıp terki diyar etmişti. Olumsuz da olsa hiçbir motivasyonum kalmamıştı, sadece acı. En büyük dayanağım, tek sığınağım şaka anlayışımı yitirmiştim.

Kötü bile olsa bir şeyler hissedemiyordum. Temel yaşam belirtileri bile bana ağır geliyor, acı veriyordu.

Aklıma gelen sorulardan birisi,

“Geleceği elinden alınan bir adamın, geçmişi de elinden alınabilir miydi?”

Diğeri ise

“Mutlunun, mutsuza borcu var mı?” idi.

Kargaşanın ortasında, olayların içinde ve her anından doğrudan etkilendiği fakat; ait olmadığı bugüne erişse de dalları, kökü derinlerdeydi.

Klişe sayılacak, acıklı çocuk klasiklerine konu olmuş veya acındırmak için oralardan apardığı; isimsiz ve kimsesiz, sıradan ve değersiz bir hikâyeden bahsediyordu; ilk yılları için.

Sonra bir şeyler olmuştu; beynini içten içe kemiren, zihnini bulandıran.

Yüzleşemiyordu, fakat peşini de bırakmıyordu.

Borçluydu, suçluluk duyuyordu, korkuyordu.

Çaldığını yerine koyabilmek, diyetini ödeyebilmek; sonra da geldiği gibi kimsesiz, yitip gitmek istiyordu bir havuzda; elinden gelse.

O zaman korkmazdı, onu bekleyen sondan. Kucaklayabilirdi kaderini, barışabilirdi, mutlu bile olabilirdi hatta.

Anılardan farklı olarak, bazı gerçeklerin telafisi yoktu. Ne yazık.

Geleceği elinden alınan biri, geçmişi değiştirebilse belki; sahip olmadığını, ancak bir başkasına verip huzura erebilirdi.

Bir zamanlar; her fırsatta okurdum. Hep yanımda olan çantamda daima bir kitap olurdu.

Gübrelerin boş muhabbetlerinden onlara sığınırdım. Sıkıcı derslerden, bir sonraki herhangi bir adıma kadar geçen uzun boşluklardan, bulunduğum fakat ait olmadığım mekanlardan ve şimdiki zamanlardan ya da insanlardan.

Hep aradığım, ama hiç sahip olmadığım; kendime ait özel bir alanı ikame etmeye çalışırdım.

Geceleri, annem veya babam; uyumam için bana masallar anlatır yahut kitap okurdu. Bu ben okumayı sökene kadar sürdü, çünkü başka çareleri yoktu.

Çünkü uyku vakti geldiğinde geceleyin; ben vahşileşir, kudurur ve şımarırdım.

Uyumaktan, sanıyorum karanlık gibi korkardım.

Ama hikayeler beni sakinleştirir, kendi dünyalarına çekiverirdi.

Bu defa da meraktan direnmeye çalışırdım, yenik düşene kadar uykuya.

Sonra, o zamanlar bana kocaman gelen ellerinin belirli bir bölümünü kavrayıp kaşırdım. Bunu uyurken de bırakmazdım zira; ben terk edilmekten, uyumaktan da fazla korkardım.

İşleri gereği, onlardan yirmi dört saat boyunca ayrı kalmanın bakiyesiydi. Bunu o şartlar altında anlayabilmem mümkün değildi elbet, ancak çocukluk travmaları da insanın peşini bırakmazdı ömür boyu.

Mesela dediğine göre; annem geldiğinde, beni kucağına alırmış ve ben gün boyunca onun yüzüne bakmazmışım. Küsermişim, gittiğinden.

Bu aralar çok popüler olan bir kalıp olarak ta ki -günün sonunda- şeker gibi eriyip, pamuk gibi yumuşayana ve her şeyi unutup bembeyaz bir sayfada, tertemiz bir başlangıç yapmaya hazır olana değin.

Doktor bana,

“Peki sen arkadaşlarınla kavga edip küsünce ayrılmıyor musun?” diye tuzak soru sorduğunda ona,

“Ama biz sonunda barışıyoruz.” demiştim.

Kafasını yana doğru eğip kollarını iki yana açarak yenilgiyi kabul etmişti.

Konuyu değiştirmeye, dikkatimi dağıtmaya çalışmıştı ardından; boşuna.

Bilim, daha onlu yaşların başındayken; karşımda çaresiz kalmıştı.

Eskiden ben, film izlemeyi de severdim aslında.

Sebebini bilmediğim bir suçluluk duygusu, huzursuzluk ve utanç içinde geçen; uzun, karanlık ve sakin gecelerin bazılarında; o günlerde kanallar sağlam filmler verirlerdi, onları izlerdim.

Sinemaya gitmek ise ailemiz için önceden planlanan, kıymetli ve özel bir etkinlikti. Her zaman olmaz, öyle her filme de gidilmezdi ayrıca.

Sansür geçirmeyen travmatik Yeşilçam Filmleri; güpegündüz yayınlanırdı. Seyrederkenki dehşetim, şimdi düşününce komik bir saçmalığa dönüşüyordu.

Sınırda yaşadığımızdan, antenimiz Yunanistan kanallarını da alıyordu. Ben daha okula gitmezken, Yılmaz Güney’in yasaklı filmlerini de o kanallardan izlemiştim. Şanslıymışım.

VCD dönemi başladı, ben düzenli olarak sinemaya gitmeye başladım, festival filmlerini, vizyona girecekleri filan takip etmeye başladım; şartlar değişti ve değişti.

Aslında varmak istediğim nokta şu ki; ben kendi çapında, yeni keşiflere açık ve bildikçe, öğrendikçe tatmin yaşayan biriydim. Kıtlıktan çıkmış gibi aç ve susuz, saldırıyordum.

Benimle kitaplar hakkında konuşmak isteyenlere; küstahlıkla, züppece caka satarak,

“Filmi çıkınca izleriz.” derdim.

Ama bahsi geçen filmin; benim normal şartlarda çoktan okumuş olmam gereken; “9,75 Santimetrekare” isimli kitabın uyarlaması olduğunu öğrenince, gübreliğimi metanetle karşıladım.

Düşmüştü süngüm, kesilmişti iştahım.

Artık bilginin ulaşılmaz lezzeti de cezbetmiyordu, bilmemenin utancı da.

‘Bildiğimin, yanıldığıma yetmediği’ dünyada, tutkulu genç bir dimağ değildim.

Dışarıda pek çok başka şeylerin olduğunu kabul etmekle beraber, benim için yeni ve farklı yahut heyecanlandıran bir şey yoktu.

Kısacası, artık benim için hiçbir şeyin anlamı yoktu.

Ne gelirdi elden, bu saatten sonra?

Artık yalnızca,

“Film filan izleriz.” diyebiliyordum.

 

 

“İnsan yaşadığı yere benzer”

 

Denize girmekte oldum olası güçlük çektim. Islaklarına kadar, kızgın kumlara basmadan geçebilmek için giydiğim terliklere dolarak yine de yakardı ayağımı. Araya karışıp batan dikenler de cabası. Yine de severdim oralarda olmayı.

Islağa vardığımdaysa ayağımdan sıpıtıp terliklerimi, parmak ucuyla kontrol ederdim sıcaklığını.

“O kadar da soğuk değilmiş” diyerek bileklerime kadar ilerlerdim.

Ayaklarımdan dizlerime doğru bir ferahlama gelirdi, ama hemen ardından, ihtiyatlı adımlarla; dizlerime kadar girince tedirginlik baş gösterirdi.

Titremeyle ancak dizlerimin biraz üzerine gelecek kadar devam edebilirdim, ürkekçe.

Artık bu noktada bütün vücudum kasılır, dalgalarla senkronize olarak parmak uçlarımda yükselip alçalmaya başlardım.

Önümde; atlayamayacağım bir sığlık, adımlayamayacağım bir soğukluk.

Bütün eğlenceyi kaçırırdım, uzunca bir süre.

Bugüne değin, yalnızca bir kişi; sulu şakalar yaparak kişisel alanımı ihlal etmeye cesaret edebilmişti.

Başka hiç kimse yapamazdı çünkü.

Esasında, ıslatmasına gerek bile olmazdı; zira aklıma geldiğinde dahi -ben zaten ıslanırdım.-

Kolumdan tutup, beni buzlu sulara da devasa dalgaların koynuna da sürüklerdi.

Küfredemezdim bile gülmekten.

Bok çuvalıymışımcasına tutup suyun içine bırakmaları için eşraftan kişileri dahi örgütlerdi.

Ne diyebilirdim ki?

“Baştan biraz soğuk ama girince alışıyosun.”

‘Aynı nehre iki defa girilmezdi’ ya ben de o suların yanından bile geçmezdim zaten.

Artık ne dışında ne de içinde konumlandırabiliyordum kendimi çemberin.

Kopmuştu zincir.

Birtakım plastik şekil değiştirmeler yaşanmıştı.

Dediğim gibi; kültür, sanat, filan bunlar boş işler. Her şeyden önce beni üzüyorlar, çok kızıyorum onlara ve kaçınıyordum mümkün mertebe.

Artık yeni bir şeyler keşfedemiyor, kişiler ve olaylar arasında; yeni bağlantılar kuramıyor, bir bütünü sindirip parçalarından; kendi meşrebimce, yeniden üretemiyordum.

Uzun lafın kısası, sertleşemeyen bir penis misali işlevsizdim.

Ne dayanacak takatim ne uğraşacak gücüm ne de işe yaramaz keşiflerimi paylaşacak hevesim kalmıştı.

Ama bu tek taraflı değildi. Dünya da benim için yanıp tutuşmuyordu.

Kendindeki eksiklikleri örtbas etmek ve vahşi arzularını doyurabilmek için, izlediği saldırgan politikaları ve başka ülkelerin iç işlerine karışmayı ‘Stratejik Derinlik’ olarak adlandıran ve bu güdüyle attığı yanlış adımlar sonucunda, her defasında kan kaybederek dışarıdaki itibarını yitirip çaptan düşen, ‘Hasta Adam’a dönen; nihayetinde parçası olduğu dünyadan ve onun gerçeklerinden uzaklaşırken de sahte ve şoven bir ‘ulusal gurur’ ile kendini ‘Zirvedeki Yalnızlık’ gibi deli saçmalarıyla kandıran ve buna inanan bir devlet düşünün.

İnsanlar böyledir, yaptıkları şeylere mazeret göstermekte acayip yaratıcıdır; çünkü ilk olarak yaptıkları her şeyi kendilerine karşı açıklayıp mazur göstermezlerse devam edemezler.

Akıl dışı davranışlarının hepsini rasyonalize edebilmek için bütün entelektüel birikimlerini seferber ederek çeşitli safsatalarla insanın ağzını açık bırakıp bu şaşkınlıktan yararlanabilecekleri örüntüler bulurlar.

Et yiyoruz örneğin; hem de onları sırf bunun için sistematik bir şekilde, en verimli olabilecekleri biçimlerde, endüstriyel olarak; üretip yetiştiriyoruz ve sırf bu yüzden bile çıldırmıyoruz.

Sırf çıldırmamak için bir sürü yalanlar, mitler, dinler uyduruyoruz; gelenekselleştirip ritüel halinde ve en ufak bir rahatsızlık dahi duymadan bayramlar kutluyoruz, diyetimiz olarak kendimizle onları değiştiriyoruz ve kurduğumuz tahakkümden kendimizi alemlerin rahmeti sanıyoruz.

Bizi, en iyi gösterecek şekilde ürettiğimiz sihirli aynalara bakarken nasıl haksız çıkabilirdik? İstediğimizi elde ettiğimiz görüntülere bakarken, kim aksini iddia edebilirdi?

Karşımızdaki savunmasızları, kendimize karşı kim savunabilirdi?

Büyümek, genişlemek, şişmek için daha fazlasını isteyen açgözlü hükümdarların; sırf bu kötü emellerine alet etmeyi amaçlayarak gönlümü almak için sıktığı palavraları, değersiz yaşantımı özgür irademle ateşe atmam için söylediklerini anlamak için alim olmaya gerek yoktu.

Değil yalnızca benden, kendilerinden bahsetmedikleri her an; söyledikleri her şey yalandı.

Koca bir yalan.

“Üzgünüm, bi tanrı yok ve hepimiz ölücez.”

Bir Türk, ‘dünyaya bedel’ mi gerçekten?

Kendimle barış sürecinde, bir adım atarak; en azından kanıksadığım mutsuzluğumu kabul ettim.

Mutluluk bir mecburiyet bile değilken ve onunla ne yapacağımı bilemezken; bu saatten sonra benim neyime?

Ağlayıp sızlayarak acıdan yakınıyorum ve ölesiye korkuyorum.

Bunun yerine, biraz olsun cesaretim olsaydı geçmişi değiştirebilir miydim -gelişi dünden belli- sahibi olduğum ve baktığım bugünden?

Tamir ya da en azından telafi edebilseydim; bu içinde affı da barındıran gerçek bir barış olurdu.

En kötü kabuslarımda dahi görmekten korkacağım kendi içine çöken bir yıldız kadar yalnız ve kaçınılmaz.

‘Dünya almıyor beni’

“Senden iyi olmasın, bi arkadaş… Edip Cansever söyleyince şairane oluyo ama…”

Belam kaşınmıştı gene.

On senelik bir aranın ardından, yeni bir albüm çıkarma kararı vermişti ‘mor ve ötesi’.

Dediğim gibi kültür, sanat boş işti ve ben o işleri bırakalı çok olmuştu. Ne iyi.

Bir çılgınlık edip dinleme gafletine düşmüştüm.

Artık hiçbir şekilde bağ kuramayıp parçası olamadığım; benim için yeni ve farklı bir şey yok diye düşündüğüm yer ve zamanda; üstelik, artık aidiyet hissetmediğim bir ülkeyle bu denli benzeşebileceğimi ummazdım hiç.

Yaptıkları o parçayı dinleyince,

“Beni de mi Ahmet Davutoğlu mu yönetiyor?” diye düşündüm.

 

 


TÜTÜZ

 

 

Tütün Prens

 

Hemen kapısının önüne bağladığı motoru, minik dükkanında olduğunun emaresiydi. Bazen gün içinde, mesai saatleri dahilinde, işinin başında olması gerekirken; asma kilitle bağlanmış olurdu kapısı.

Bir keresinde oralarda mı diye bilgi almak için komşu tekele sorduğumda, onun biraz garip olduğunu söylemişlerdi.

İçeride fazla ürün çeşidi olmamasına karşın, zoraki bir düzenle boş vermişliğin dağınıklığı; enteresan bir denge tutturmuş gibiydi.

Bu öylesine doğal ve tatmin etmeyen bir başarıdır ki; kendiliğinden, bir anda, yoktan bitivermiştir gibidir.

Bu kusurlu ve rahatsız edici tablo, o denli ezeli ve ebedi görünür ki; dışarıdan bakarsanız ilahi bir müdahalenin tezahürünü ararsınız, içeriden ise tanrıtanımazsınız.

Eğer ki, ‘Cehennem başkaları’ ise dışı seni içi beni yakar iken,

“Where’s your God now?” diye aranırsınız.

Vitrin görevi gören, öndeki camla birlikte; dört tarafı tozlu ürünlerin, satılmak üzere dizildiği raflarla çevrili; çuval ve büyük poşetlerin kapının önünde, yerde, özensiz durduğu; taziye evini anımsatan, soğuk dükkânın bir masası, biri insanlar oturmasın diye kasten ürünlerin yığıldığı; iki sandalyesi vardı.

Diğerinde zaten o otururdu, kaybolmak istercesine saklandığı, Yetmişli Yılların Saykodelik Yeşilçam müziklerini açtığı bilgisayarının arkasında.

Uzun, incecik dal gibi bir adamdı. Kırlaşmış açık renkli saçları; yine o döneme uygun, uzunca bir jön tıraşıyla yandan ayrılmıştı.

Çukurlaşmış ve feri sönmüş renkli gözleri, müşteriyle temas kurmaktan bilhassa kaçınırdı.

Gözleri gibi cılız ve cansız, incecik bir sesi vardı ve karşısındaki duysun diye hiç kendiciğini zorlayamazdı; belki de tam aksine, duyulmamak için boğardı; bastırırdı sesini.

Yerdeki seramikler, duvarları kaplayan raflar ve tavan; tozdan kararmaya başlamış beyazdı, içeriyi aydınlatmayan solgun ışığı gibi.

Ama camları, sanki vitrindekileri sergilemenin tersine; gizlemek ister gibi kara filmlerle kaplanmıştı ve soluk teni gibi zevksiz bir açık griydi doğramaları.

Ticaret yapmak için değil de mecbur kaldığı için göz önünde saklanmak zorunda kalıp da becerememiş gibiydi.

Ama saklanmaya çalıştığı dünyanın da umurunda değildi sanki bu halli.

Her gülüşün canını yaktığı, komik bir ilginçlikteydi.

“Demek ki, yaşadığı zamana ait değil.” demişti, görmüş geçirmiş, bilge bir edayla ve yumuşacık; babam.

Hem merkezi bir yerde hem de aynı zamanda bir ara sokakta olmayı başarabilmiş, kolay bulunmaz ama ararken de kaybolunmaz bir yerde kurmuştu tezgahını.

 

 

Goethe Geldik

 

O derece ağırkanlı ve bezgindi ki dünya yansa ekstra bir efordan imtina ederdi.

Ben dükkâna gider, siparişimi verir; ondan sonra çarşı, pazar; diğer eksikleri görür, üstüne bir de ufak çaplı bir semt turu atar; gelirdim ve o yine bıraktığım yerde, ağır ağır terazide malı dolduruyor olurdu, abartısız.

Majör depresyondaki bir canlı cenazeyi dahi sinirden güldürebilecek kadar telaşsızdı.

İşini icra ederken

“Aman bana dokunmayın,” der gibi yavaş yavaş hareket ederdi.

Sırf bu nedenle, yolumun üstü veya yakınımda olmamasına rağmen ona giderdim.

Beklemek, sıraya girmek hatta bir iş görmek bile külfetti bana oysa.

Zaman benim için akmıyordu ve bu kendi başına dahi dayanılmazdı. Acelem yoktu lakin dermanım da yoktu.

Her şey bana o kadar ağır geliyordu ki, müebbet yaşam cezamı; bir kenarda kimselere ilişmeden, başkalarına maruz kalmadan ve kısacası ‘halaylara karışmadan’ çekmek istiyordum.

Laf olsun diye nezaketen yapılan, samimiyetsiz kısa sohbetlerde olduğu gibi yalandan hâl hatır sormuştum; benim için bir anlam ifade etmeyen, merak etmediğim yanıtını dinlemeyecektim bile.

Değersiz bir israftı benim için. Bu kadar önemsiz olmasam, bu kadar kibar olmazdım.

Şüphesiz ki, ibret almaya meraklı gözler için NASA’dan çağrılmış ama kafayı yemiş sıradan insanın trajedisi; ilgi çekiciydi.

İnsanlar abartmayı, yakıştırmayı ve toplumsal yargılarını koruyan korkularını büyütmeye teşneydi.

Ben değildim.

Onlar mevcudiyetlerini, böyle kustukları insanları kutsayıp kendilerini temize çekmeye borçluydu.

Benim için; ikiboyutlu, dümdüz bir gübreydi ama

“Dünya hassas kalpler için bir cehennemdir.” diye yanıtladığında bir afalladım.

Kendi kendime,

“Tövbe Estarabim,”

namazda gibi iki tarafa dönerek

“sağdan, soldan estarabim.” dedim.

“Yahu biz tütüncüye mi geldik yoksa Goethe mi?” içimden.

İlk şaşkınlığımı üzerimden atıp silkinerek kendime gelmem uzun sürmedi ve

“’Nerden öğrendin bu edebiyatı, nerden öğrendin orospu çocuğu!’”

sorularını yöneltip hiç vakit kaybetmeden, ‘Alla ne verdise’ giriştim.

“Mesela yani.”

“Asla böyle bir şeyi kabul edemem, aşk olsun ben öyle biri miyim?”

 

 

Veryansın

 

Nihayet ‘o kilitler’den biri açılmış,

“Surprise motherfucker!” diyerek cin şişeden çıkmış, dili çözülmüştü.

Çok şeyi vardı; dertli dertli anlatacak, yanık yanık yüreğimi dağlayacak lâkin; hiçbiri umurumda değildi.

Ben yalnızca tütün almak istemiştim. Fazlası değil.

Ama o amelsiz gibi tuttuğunu bırakacak değildi, işin kötüsü ‘bu daha başlangıç’tı ve benim devam edesim hiç yoktu mücadeleye.

Basitçe ve açık yüreklilikle yakınırken; ben boşluğa bakıyor, anlattıklarının tek kelimesini dahi dinlemiyordum.

Onun yerine,

“İnsan, insana bunu yapar mı?”

“Bunu yapan insan olamaz” diye kendi kendime tekrar ediyordum.

Beni rehin almış; anlatırken ne bir çay söylüyor ne de sigara ikram ediyordu, fakat kendisi de içmiyordu.

Hiç sanmıyordum hararetini alsın, ama şu anda bütün çarelere açıktım.

‘Tanrıdan Diledim’ eşliğinde dua etmeye bile hazırdım; herhangi birisine, ancak ne yazık ki yoktu repertuarımda.

Derken kapının açılmasıyla suratı ekşimişti, koyulaşan sohbetimize limon sıkılmasına;

“Kul sıkışmadıkça Hızır yetişmezmiş” diye düşünüyordum bense.

Hazır paket soran ihtiyara, uzatırken fiyatını söylemişti; adam da elini uzatmış bir ucundan tutmuştu ancak, pahalı bularak; Bir Lira daha ucuza, başka bir yerde satıldığını söylemişti memnuniyetsizce.

Sertçe çekip elinden kurtardı ihtiyarın ve normalde mıymıy çıkan zayıf sesinde ince öfke notalarına, boş bakan gözlerinde eser miktarda hiddet esintilerine rastlama ihtimali hasıl olmuştu ve o zaman gidip oradan alması gerektiğini söyleyerek nezaketsizce kovalamıştı adamı dışarı.

Neye uğradığını şaşırmış herifin, boynu bükük mekânı terk etmesini bile beklemeden; arkasından söylenmeye başlamıştı, bana dönerek.

“Görüyosun, işte bunlar yüzünden,” duraksıyordu,

“sekizinci evini alacak, beş tane dükkânı olan yaşlı; benle Bir Lira için pazarlık yapıyo,”

Bu kadar aksiyon yormuştu, soluklandı,

“bunların hepsi ölmeden hiçbi şey düzelmez,”

sonra yanlış anlamayayım diye açıklama ihtiyacı hissederek;

“piyasada hiçbi yerde de benden ucuza bulamaz ya bulamaz, mümkün değil.”

 

 

Açılma

 

Ben gene, ne güzel müşteriyle birlikte karambole getirir; kaçarım diye ümitlenmiştim, beyhude.

O kadar zamandır konuşurken gelen tek müşteriyi de kapı dışarı gönderdikten sonra, daha yaratıcı olmam gerekirdi diye hayıflandım.

Bir sonraki müşteriye kadar, en az bir bu kadar daha beklemek vardı; sonra her geleni bu şekilde uğurluyorsa, gelen sayısı arttıkça, bir sonraki müşteri için periyot da logaritmik olarak artarken, gelebilme olasılığı dramatik bir şekilde azalıyordu.

İhtimaller aleyhimeyken, Fizik Profesörü olsam neye yarardı?

Bana, o çığır açan insanlarınkinden hayal gücü lazımdı; yoksa Bilim, sadece beni azdırırdı.

Bu düşüncelerle dalmışken çekip çıkardı beni, hazindi.

“Ama sen farklısın, anlamıştım.” dedi,

“Benim gibisin sen de buraya ilk geldiğinde, seni ilk gördüğümde anlamıştım.”

“Haydaa,” dedim içimden, “ne münasebet, üstüme iyilik sağlık?”

Düşündüm, buraya geliyordum; aradığım bulunmaz Hint Kumaşı değildi, alelade bir tütündü, ama o satmıyordu.

İstediğim makarondan yoktu, ama

“İstersen getirtebilirim.” bile dememişti.

Arap Kağıtları, bazen kalın ve boktan oluyordu; ince filtrelerin ne zaman geleceğini sorduğumda, bilmediğini söylüyordu.

Her yerdeki sigara tabakalarının üstünde saçma bayrak, manzara, fotoğraf veya semboller vardı; İzmir Marşı, Ölürüm Türkiyem, canım İstanbul vesair gibi dolaşmak; kendimi, sigara tabakasının üzerindeki; beni anlatmayan görsellerle ifade etmek istemiyordum basitçe.

Sade, baskısız, düz bir şeyler bakıyor lâkin bulamıyordum.

Hiç görmemiştim onda, sorduğumda,

“Ben onlardan getirmiyorum, çünkü beni üzüyolar.” demişti.

Eve gelip gülmüştüm ben de.

Her sabah uyandığında, Güneş’in yeniden doğduğunu görüp küfür edip uyumaya zorluyormuş kendini.

Sırf insanlar gelip onu dükkânda rahatsız etmesinler diye geç açıyormuş.

Bazen eve gidip ağlıyormuş, dükkânı kilitleyip; gün ortasında.

Etrafındakiler onu terk etmiş, kimsecikler ilgilenmemiş, yalnızlığa mahkûm etmişler buracıkta.

Ameliyatı için gereken paraya annesi,

“Acaba onun yerine dükkân mı alsak?” bile demiş.

“Yoksa bahsi geçen dükkân burası mı?” diye sormaya çekinmiştim, yalan yok.

Benimse bana söylenen, kendimin dahi inanamadığı ve onun daha bitirmeden çürütüverdiği basmakalıp argümanları sıralamaktan başka elimden bir şey gelmiyordu.

Herif, bana iki dakikada ‘Silahsızlandırma Büyüsü’ yapmıştı, göt gibi kalmıştım.

Keşke bu kadar haklı olmasaydı da mutlu olsaydı.

Hiçbir şey olmasa bile en azından benim kafamı şişirmemiş olurdu.

 

 

Aslında O Adam Benim

 

Yüzümde baskısı çıkmış ve salyalarımla ıslattığımı fark ettiğim kitaptan kafamı kaldırdığımda, hemen önümdeki bilgisayarın kapalı olduğunu ve dışarısının karardığını fark ettim. Bir anlığına içim geçmiş, kim bilir ne kadar böyle sızmıştım?

Şöyle bir etrafıma bakındım, saati öğrenmek için telefonumu arandım.

Kitabı, nemini alsın diye arasına; öğlen yediğim, mide delen ve kalp damarlarını tıkayan yağlı ve bol soğanlı böreğin yanında verdikleri peçeteyi koyarak kapatıp kenara aldım.

Kenardaki açık ve sağ üst köşesinde; çirkin yazımla atılmış günün tarihi bulunan defteri, önüme aldım.

Paydosun hemen öncesindeki hesap vakti yaklaşmıştı, attığım çentiklere üstünkörü bir göz gezdirirken susamıştım, ben de bir sigara yaktım.

“Acele edersek hasta oluruz.” dedim kendime;

Almaya üşendiğim şişe, hemen şuracıkta elimin altında duruyordu oysa.

Rüzgâr ve geçen arabalar; ürünlerin parçacıkları ile birlikte sokağın bütün tozunu, doldurmuştu içeriye.

Hemen sokakla hemzemin, üstelik işçi durağının yanında bir köşe başındaydı burası.

Diğer esnafla eski usul komşuluk ilişkileri tesis edilmiş, mahalle kültürü içerisinde; açıldığından bugüne, doğal bir parçası gibi yer edinmişti.

Bunda eli kulağında olduğunu umduğum; işini bilen, güler yüzlü ve uyanık patronumun payı büyüktü.

Ben misal, hiç bilmem yol yordam. İstemez miyim barış ve huzur içinde yaşayıp gideyim yörenin halkıyla; gerektiğinde dayanışma göstereyim, icabında vakur bir tavırla görmüş geçirmiş de ununu eleyip eleğini asmış gibi sakin ve usulca anlatan; “Ben bu şarkıyı biliyorum.” gibi gülümseyip sabırla ve dikkatle, yine de sonuna kadar dinleyip; bir vecizeyle yol gösteren yaşlı birisinin edasıyla köşe başında şarap ve cigara tüttüren bir delikanlı, delifişek olmayı?

Ve her gece aynı terane; işin içine sayılar ve harfler girince kafam allak bullak oluyordu, yetmezmiş gibi bir de çirkin yazımı deşifre etmek vardı.

Bir kez olsun gelen para, satılan tütün, eldeki ürün birbirini tutmazdı.

Ya kasadaki para ya eldeki sigara fazla çıkardı.

Strese girer, kan ter içinde kalırdım; bütün hesabı en baştan yapıp her şeyi teker teker saymaktan.

Her insan hata yapar ve benden tütüncü bu kadar olurdu kabul; ancak böyle ticaret olmazdı.

 

 


ÇANTA

 

 

Duygusal Müdahale

 

Kapının açılmasıyla o geniz yakan, göz yaşartan, kişide öğürme ve öksürme refleksleri uyandıran, o kesif koku; çevik bir hücumla nüfuz ederek ciğerleri dolduruyordu.

Yine kapının açılmasıyla sertçe, içerideki başka kapılar çarpılmış, gürültü kopmuştu. Vurma sesi, hazırlıksız yakalananlar için yürek hoplatan hatta bizzat ayakları yerden keserek zıplatan bir ürküntü darbesiydi.

Katın ortak alanı iyi havalandırılmış, loş ve serindi. Fakat içeriden zorla kendini dışarı atarcasına taşan gün ışığının hızı bile, kokunun gölgesinde kalıyor; sanki koku tanecikleri, o denli ağırdı ki; ışık demetlerinin sırtına binip onları yavaşlatarak yere çarpıyordu.

Ama açılan kapıyla beraber çarpılan kapıların şiddeti; bayılarak yere düşen, yolundan şaşan ışık demetlerinin seslerini bastırıyordu.

Yerde, hemen girişteki koridor boyunca, eve servis yapan şirketlerin canı çıkmış dağınık poşetleri, poşetlerin içinden fışkıran çöp mü yoksa açılmamış mı belirsiz ambalajlar, ezik büzük boş pet şişelerle beraber; beyaz mermerleri, toz katmanından ve kirden kararmış kahve rengi bir tabakayla; canlı, pastel renklerle işlenmiş olması gereken; solgun ve durduğu yerde kaymış, katlanmış yolluğun haritası; mayın tarlasını andırıyordu.

Ayakkabıları, acaba içeride mi çıkarsak yoksa dışarıda mı ikilemi ötesine götürüyordu bu manzara ziyaretçileri.

Hemen sağ tarafta, duvar boyunca uzanan portmantonun kapaklarından biri açıktı; içindeki giysilerin kayda değer bir kısmı, askılardan can havliyle atlayıp acılarını dindirmek istemiş gibiyken diğerleri; kendi taburesini tekmeleyen idam mahkumları edasıyla mağrur, dikilmişti.

Bir de üzerinde kaymak gibi birikmiş yeşilli, beyazlı, sarımtırak bakteri tabakası; altındaki, yarım kalmış bir sabahların kahvesini; pembe nergislerle bezenmiş, mavi ve yeşil sazların süslediği; bir takımın parçası olduğu besbelli, beyaz porselen fincanın içinde; dış dünyanın kötülüklerinden muhafaza etmeye gayret ediyordu.

‘Son hali sevenlerini üzdü’ manşetleriyle tıklama tuzağı haberler ve Uğur Dündar’ın eskiden baskın yaptığı, halk sağlığıyla oynayan işletmeleri akla getiren bu manzarada; inzivadaki, sığır gibi yaşayan dostlarının hali; yüreklerini parçalayan bir grup insan; duygusal müdahalede bulunmayı, evi toparlamayı ve huysuz bir ihtiyar gibi aksi arkadaşlarını tekrar topluma kazandırmayı -bu esnada yaşanabilecek bütün küfür ve saldırıları göze alarak- kendilerine görev bilmiş, ancak gördükleri karşısında dehşete düşmüşlerdi yine de.

Sanmıyorum, bu kadarını beklediklerini yahut hayal edebileceklerini fakat, kendileri kaşınmıştı.

Benim bir şikâyetim yoktu; memnun muydum halimden derseniz, umursamıyordum ve kimsenin iradem dışında gelip en ufak bir etkide bulunma cüreti göstermesi mi?

Aklınızdan bile geçirmeyin derim, asla böyle bir şeyi kabul edemem.

“Her insan hata yapar.” diye de eklerim.

Edimlerinin sorumluluklarından kaçmayacak olgunlukta, ne istediğini bilen, gereğini yapmak için gözünü budaktan sakınmayan birer yetişkin olarak davranan dostlarımın -olanca farkındalıklarıyla- bunun da üstesinden gelebilecek yetkinlikte olduklarına dair geliştirdikleri özgüvenlerini takdirle karşılayıp saygı duyuyor ve onlar adına gram üzülmüyordum.

Sorun bende değildi hatta bana kalsa, ben ortada en ufak bir sorun görmüyordum.

Elimden bir şey gelmezdi, onlar için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Hamama giren terlerdi,

“Yapıcak bi şey yok, bu işer böyle.”

 

 

Aynen Aynen

 

     “Aynen, aynen.”

     “Aynen moruk, aynen.”

     “Aynen, aynen.”

     “Aynen.”

     “Moruk, aynen.”

     “Aynen.”

     “Aynen, aynen. Aynen.”

     “Moruk, moruk, aynen.”

     “Aynen.”

     “Moruk.”

     “Aynen.”

     “Aynen, aynen.”

     “Aynen, moruk.”

     “Moruk, moruk.”

     “Aynen.”

     “Aynen, aynen.”

     “Aynen.”

     “Aynen, moruk. Aynen.”

     “Aynen, aynen.”

     “Aynen.”

     “Aynen.”

     “Aynen, aynen.”

     “Aynen.”

“Ben nereye düştüm böyle?” diye düşündüm.

Bakıyorum da insanlar, ben yokken; sektirmeden, tek kelimeyle harikulade bir iletişim şekli geliştirmişler.

Kazara veya çeşit olsun diye

“Bence de” yahut “katılıyorum” ya da “haklısın” gibi bir söz çıksa, sanki söyleyeni götünden bıçaklayacaklar.

Yalnızca bulundukları masayı değil; ellerinden gelse bütün mekânı sabote etmek istercesine yüksek sesle birbirlerini saatlerce onaylayabilirlerdi.

İçerik açısından, belirli bir zaman diliminde; şurası, burası veya onun gibi bir yer hakkında; var olduklarını dosta, düşmana ilan edebilmek içindi bütün çabaları.

Var olmak, sırf var olabilmek ve bunu dünyaya deklare edebilmek için; bir yerlere gitmek ve bunu belgelemekle alakalıydı.

Bütün bu duyurular, aynı zamanda karşılıklı onaylamaları da gerektiriyordu; ispat edebilmek için.

 Yetmiyordu, olanca ahaliyi bu onaya şahit göstermek gerekiyordu.

Meşruiyet meselesiydi.

O kadar boş bir çabaydı ki, var olduğunun her anında aniden yok oluyorlardı.

Ve daha kötüsü, içinde bulundukları anı yok ederek; var olabilme şanslarını, kendi ellerinden alıyorlardı.

Daha çabuk ve daha çok var olabilmek adına, mecburlardı; bundan çok daha hızlı tüketmeye ve tükenmeye.

Sisifos görse, güler ve devam ederdi.

Benim ağlayasım geliyordu.

“Aynen, aynen.”

“Aynen.”

 

 

Rahat Yattınız mı?

 

Dünyanın bütün yokuşları altımıza serilmiş gibiyken birlikte arşınlayarak yolları, tırmanıyorduk. Bu biçimsiz ve iç içe geçmiş beton kitleleri arasında, yolunu bilen oydu.

Yapılardan yollara, sokaklara hatta ve hatta havaya bile sirayet etmişti soluk gri.

Sis desem değildi, cılız ışıklarıyla cansız Güneş, yerli yerinde asılı duruyordu; bulutsuz, açık havada; hem de kimseden destek almadan.

Yine de sağlıklı görünmüyordu, belki de bu sabah acele etmiş olacaktı ki doğmada; doğal olarak hastalanmıştı.

Ocak Ayı’nın ilk günleri olmasına rağmen; sonbaharı andıran yumuşak sabah serinliği, hafif rüzgarlar marifetiyle tatlı tatlı okşarken beni; ağzımda sigarayla gözlerimi kapamış yürüyordum sallana sallana, ellerim ceplerimdeydi.

Adımlarım, farkında olmadan onunkilere senkronize olmuştu bile. Hızlı yürümüyorduk ama benim yürüyüşüm farklı olarak çekingenceydi.

Kontrol edemediğim tansiyonum düşmek bilmiyordu, taşikardim vardı ve ceplerimdeki ellerimden başlayarak dirseklerime kadar karıncalanma.

O ise kuğu gibi süzülüp ceylan gibi sekiyordu.

Biraz önce, içeride neye güldüğünü sorduğumda; safa yatmış, bilmezden gelerek inkâr etmişti.

Ama o bıyık altından, çıplak gözle yakalanamayacak kadar ani gelişen, belli belirsiz tebessüm ve muzip gözlerle kaçamak bir bakış atmıştı.

Benden kaçmazdı. Minicik, en gizli mimikleri bile.

Aramızda, telepatik sayılabilecek denli zamanlama ve okuma kabiliyeti vardı. Eh, o kadar da olsundu yani.

“Yok,” dedim, “hani o arkadaşın, ‘uyumak’ fiili yerine ‘yatma’yı tercih edince; onu diyorum. Neden güldün?”

Ev arkadaşı, sabah tüm misafirperverliği ve kibarlığıyla bize

“Rahat yattınız mı?” diye sormuştu yalnızca.

İçinde herhangi bir ima barındırmayan masumane bir soruydu.

Bizim çocuklarla dönüş yolunda seyrederken; aynı odada yataklarımızı sermiş oldukları halde, gece beni görmediklerini sırıtarak beyan eden arkadaşlarıma;

“E, ben de sizi görmedim gece.” diye karşılık vermiştim.

Bir sabah, uyanıp da günün ilk ışıklarıyla bütün o kör edici ihtişamlı güzelliği; huşu içinde ve hayranlıkla gözlerim dolarak izlerken, saçlarındaki -sehven araya karışmış- tek tük beyazları fark etmek de mi varmış hayatta; ya gecenin yorgunluğundan belli belirsiz ortaya çıkmaya çekinen kırışıkların eskizleri?

Evdeki kutsal hazineleri, yani eski kitapları karıştırırken; bir defter geçivermişti elime.

Hemen karıştırmaya başlamıştım; yerini unuttuğu hazineyi ararken kaybolan sarhoş bir korsan edasıyla.

Burası bittiği yer mi yoksa, başladığı yer miydi ufkun? Hangi dünyanın sınırlarını ihlal ediyordum yine; düşünmeden balıklama dalarken beni bekleyen bilinmezlerin, kumarbaz keşiflerine?

Bu harita, beni hangi gizli defineye götürecekti; ayaklarımı yerden keserek?

Benimkinin tam aksine, inci gibi yazılarından; yazarı tanımam kolaydı.

Babamdı.

Büyük bir iştiha ve susuzlukla, bir çırpıda yalayıp yuttum.

Etkilenmiştim, günlüğüne yazdıklarından.

Bir keresinde; annemle buluşmaya giderken, telaştan ayakkabılarını giymeyi unuttuğunu yazmıştı.

Hani, bildiğin

‘Terliklerimle gelsem sana’

“O da bi şey mi; ben senin yanına gelirken pantulları giymeyi bile unutuyorum?” diyerek göstermiştim; paylaşmanın karşı konulmaz coşkusuyla.

Okumuştum ona da.

Hiçbir çocuk, benim anasına yazdıklarımı sevgilisine göstermeyecekti; benim gibi.

Hazindi.

Mesele; ölsem de gam yememden, yaşasam da yememe geçtiğinde, ümitsiz ve ciddiydi ve bir o kadar da çetindi.

Oysa ben; ciddiyete, prensip olarak karşıydım.

Kırgındım, öfkeli, sarhoş ve yorgun.

En son balkondaydık, ellerimden tutup beni içeri çekti. Peşi sıra sürüklendim; kaderinden kaçamayan, her gariban denizci gibi.

Ne derseniz deyin, bu tarihsel bir zorunluluktu.

Yeryüzündeki bütün saatler, o zamana kurulmuş; var olan bütün pusulalar aynı istikameti gösteriyordu.

Bunu, arzu yahut iradeyle; doğa veya içgüdüyle açıklamak; herhangi bir mantıksal düzlemde izahatını yapmak; kabul etmek ya da karşı koymak kadar imkansızdı.

Denemeye soyunmak, ancak ve ancak; beyhude bir çaba olurdu.

Beni odasına götürdü, yatağa attı.

Şefkatle ve sabırsızca saldırdık birbirimize, perdelerin aralığından sızan cılız ay ışığından başka görgü tanığı yoktu.

Evet; rakı, romlu bir kokteyl, bira ve sanırım biraz da tekila içmişti zira; tadı damağımdaydı.

Nasıl da çırılçıplak kalmıştık çabucak?

Niçin, buncadır ayrıydık o halde?

İnsan insana bunu yapar mıydı, bunu yapan insan olabilir miydi?

Peki, benim o dediğimden; dünyada kalmış mıydı?

Özleşmiştik, çoktan biraz daha fazla.

Sabahı nasıl etmiştik, duy da inanma.

Sonunda yorgun düşüp kalmıştık öylece; o, benim sıkıca sardığım kollarımda.

Ne zamandır, göğsümde eksikliğini hissettiğim başının sızısıyla; acaba o da hiç duymuş muydu, başının altında çarpan kalbimin yokluğunu?

Bir sonraki raunt için, dolaptan çıkardığı geceliği; kendi ellerimle özenerek giydirip çıkarmıştım.

Ve yanımda, o gecenin minicik hatırası.

 

 

Kayıp

 

Yanımdan ayırmadığım çantamın sırtımda olmadığını, ilk ne zaman fark etmiştim? Doğal bir uzvummuş gibi gelirken eksikliğini anlamam niye bu kadar zamanımı almıştı ki?

“Nerden baksan ahmakça!”

Okulda ödevimi yapmayı unuttuğumda, yemek yemeyi de unutup unutmadığımı merak eden öğretmenim; sanki normal değilmiş, hiç beklemiyormuş gibi davranmıştı yanıtıma. Hatta velilerimle bile paylaşmıştı cevabımı. Bana biraz abartılı gelmişti tepkisi.

Anlamsız bocalamasından sıyrılıp

“Peki, otur.” demişti bana.

Ben de öyle yaptım ama, saçma bir şekilde rahatsız hissetmiştim; onun sıyırıp attığı tutukluk, bana yapışmıştı sanki.

Anam, babam da doğrulamıştı beni. Basit ve anlaşılır şekilde doğruyu söylemek varken; niçin yalana başvuracaktım ki? Suyu mu çıkmıştı gerçeklerin?

Şimdi doğru ve yanlışın, yalan ve gerçeğin hakkında o zamanki kesinlikte görüşlerim yoktu.

Şunu öğrenmiştim ki, Matematikte; bir şey kesin oldukça gerçeklikten, gerçek oldukça da kesinlikten uzaktı.

Tanıyanlar bilirdi, çantalı çocuktum. Yanımdan ayırmazdım.

Kadınlar, içi boş bile olsa; giysileriyle uyumlu buldukları şık çantalarla tamamlandıklarını düşünürken, erkekler için böyle incelikler ve seçenekler yoktu moda aleminde.

Bagaj yerleştirmede erkeklerin daha başarılı olduğu, her ne kadar iddia edilse de kadınlar; çantalarına akla gelmeyecek hatta fiziksel olarak mümkün gözükmeyen şeyleri bile sığdırabilirlerdi.

Ne var ki bazen bilhassa en lazım olduğu anlarda aradıkları basit bir şey çıkmayıverirdi içlerinden.

Oysa içinden çıkan her parça şaşkınlığa uğratırdı insanı. Şapkasından tavşan, çiçekler, kuşlar, renkli mendiller ve daha neler, neler çıkaran; benim diyen illüzyonistlerin, gösterilerine bin basardı. Sihirli gibiydi.

Gerçekten; çanta doğası gereği, şeyleri muhafaza etmesiyle gizemli, içindekileri açığa çıkarınca sürprizli, esrarengiz bir aksesuardı ve yine ilginç bir şekilde, bütün o büyük anlatılarda kadınlara atfedilen dişil bir semboldü.

 

 

Sorgu

 

Evet yemek yemek hamallıktı ve gerektiğinde ihmal edilebilir bir alışkanlıktı. Unutulabilir es geçilebilirdi pekâlâ.

Her şeyden önce pek tabii, içkiye yer açmak gerekirdi.

Son öğünümü iki gün önce -iş yerine getirdiklerinden o da- yemiştim ve içmeye de dün, öğlenden başlamıştım.

Daha hava kararmadan sarhoş olmuştum bile ve bu çılgınlık bütün gece boyu hatta neredeyse alacakaranlığa değin devam etmişti.

Dünyaları içmiş ama doymamıştım, yorulmuş fakat uyumamıştım. Yol yapmış, meclise çıkmış, bir sürü insanla iletişim kurmak mecburiyetinde kalmış, bütün bu kalabalığın içinde bulunmanın dayanılmaz ağırlığı ve stresiyle boğuşmuş, boğuldukça içkiye sarılmıştım.

Kaygı, belirsizlik, hayal kırıklığı, hüzün, tahammülsüzlük, şaşkınlık, hasret ve öfkeden müteşekkildim.

Ne yapacağımı bilemez haldeydim.

Şişelerimden başka kaybedecek bir şeyim yoktu.

En azından öyle sanıyordum.

Yanılmışım, zira çantam ortada yoktu. Baştan fazla önemsemesem de zaman geçtikçe yavaş yavaş kaybettiğimi idrak edebilmiştim. Geç gelmişti kafası.

Bunda, dostlarımın şüpheli ve ısrarlı soruları etkili olmuştu. Niçin bu denli abartıp sorguluyorlardı, yoksa bildikleri yahut yaptıkları bir şey mi vardı?

İşkillenmiştim.

Hemen, olası kombinasyonları değerlendirmeye başladım. İki sevgili bir olup çantayı ortadan kaldırmış olabilirler miydi, niye olmasındı?

Peki ya biri veya öbürü çaktırmadan cebellezi etmiş olabilir miydi?

O zaman diğeri, bu duruma şahitlik ederek yahut çanak tutarak suça ortak olmuş muydu; yoksa benim gibi dünyadan haberi yok muydu?

Fail, habersizce eylemi gerçekleştirdikten sonra; sırrını sevgilisiyle paylaşmış olabilir miydi? Eğer öyleyse bilginin ne kadarına sahipti?

Bütün bunları öğrenmenin yolu, bir aradayken denge gözeterek attığım zarflarla; şüphelileri birbirine düşürüp kışkırtarak; diğerine karşı yanımda baskı uygulatmaya çalışmaktı.

Bir de ayrı ayrı yakalayıp teke tekte canlarından bezdirmekti ki; intiharı veya yalan itirafı bir an olsun bile aklından geçirmeksizin, benimle teke tek kalacak insan daha anasının karnından doğmamıştı.

Titreyerek uyandım. Telefondu. Gözlerimi açmadan, el yordamıyla kaydırıp kulağıma dayadım; ses gelmeyince, göğsümün üzerine indiriyordum ki

“Murat Can?”

“A yallaya” diye keyifsizce homurdanarak yanağıma bıraktım ve ellerimi göğüsüm üzerinde birleştirdim.

Yine sessizlik.

Tam horlamaya başlıyordum ki, yanağımdaki titreşimle yerimden sıçradım. Kaydırıp yanağıma geri bıraktım ve sesin gelmesini beklemeye başladım.

“Alo”

“Efendim?”

“Komşum n’aparsın?”

Berken’di bu. Birden gözlerim parladı, yattığım yerden doğrulup toparlandım.

Yerimden bir milim bile kıpırdamadan, çantamın akıbetini öğrenebilirim diye düşündüm. Heyecan yaptım.

“Atam izindeyiz;” dedim, “biliyorsun, benim hayatımda maceraya yer yok. Asıl sende ne var ne yok?”

“Ne olsun işte; iş, güç, koşturmaca.”

Konuşma benim için bitmişti, bundan sonra sohbete nasıl devam edilir bilemiyordum.

Kendimi, krallar gibi bakıldığı doğa parkından kaçmaya çalışırken

“Yatayım acık” dercesine uyuyakalan tembelhayvana benzettim.

Görevlilerden biri, kucağına alıp yerine yatırana kadar; yığılıp kamıştı, olduğu yerde.

O kaçmak istiyordu; bildiği, güvenli dünyanın dışına çıkarak. Dışarıda onu neyin beklediğini ve potansiyel tehlikelerini bilmeden.

Uzun zamandır yabancısı olduğum; içerideki dünyayı çözümlemek istiyordum ben de.

“Oldu o zaman.” ile neticelendirmeye hazırlanırken sessizliği; o böldü.

Çünkü Kürt’tü.

“Yarın Savaş’ın doğum günü.”

“Hadi ya, her insan hata yapar.”

İlgimi yitiriyordum.

“Bugün sana gelebilir miyiz, müsaitsen?”

“Elbette, ne zaman isterseniz.”

“Tamam o zaman, akşama doğru Canberk’le sana gelicez.”

Adını duyduğumda refleks olarak,

“Çok acil bi işim çıktı, ben sizi daa sonra aricam.”

Gülüyordu, ama ben gülmüyordum. Bunun neresi komikti?

“Yarın Savaş’a sürpriz yapıcaz da”

“Canberk’i bana bırakıp pavyona mı gideceksiniz? İyiymiş.”

Bu kız da bütün korkunç gerçeklere gülüyordu, acaba geliştirdiği bir savunma mekanizması mıydı yoksa yükünden kurtulan Atlas’ın ferahlaması mı?

“Yok be, pasta yapıcaz.”

Benimle konuşurken, yedi göbek soparmışçasına; oldukça başarılı ve hiç sırıtmayan aksan yapması hoşuma gidiyordu.

“Ee, kızan pastadan mı çıkacak?”

Elbette gülerek,

“Yok, sen n’aptın be başgan?”

“Hayır, yani o çıkana kadar; pastayı elli kere içerden yiyip bitirirdi de ondan. Berbat bi fikir, uyandırayım dedim.”

O, boyuna gülmeye devam ederken; ben aydınlandım ve

“Ulan,” dedim, “yarına kadar pastayı ‘ziyan olmasın’ diye diye yemesin diye, uzak tutmak için tuvalete kilitleyim diye di mi?”

“Yarına kadar dayanır mı bilmiyorum ama, pastayı Canberk yapacak.”

“Aa, yoksa; şu meşhur pastasını mı? Hani usanmadan her gün, ilk defa anlatıyormuşçasına ancak; noktasına, virgülüne dokunmadan; sular, seller gibi hikayesini ezbere anlata anlata bitiemediği?”

“Hah, işte o.”

“İyfa! Üzgünüm, yardımcı olmak isterdim lâkin; bu hikâyeyi dinlerken bir defa daha bileklerimi kesebileceğimi zannetmiyorum.”

“Artık anlatmaz. Son seferinde, dalga geçerek kalbini kırdın çocuğun.”

“Asla böyle bir şeyi kabul edemem; aşk olsun komşum, ben öyle biri miyim? Size alındı orda çocuk ondan, alem göt olmuş usta.”

“Bırak bu işleri başgan.”

“Neyse, gelmeden önce haber verin ki; ben evde olmayım.”

Overlok makinası ayağıma gelmişti, hem de yattığım yerden. Onu; çantam hakkındaki malumatı üzerine, Savaş yokken sorgulama fırsatını kaçıramazdım.

Çay mı, kahve mi derken; dolaptan çivi gibi biraları çıkarmıştım; pasta yapmak kuru kuru gitmez diye.

“Anlat ulan!” diyordum, tek kelime dinlemeden Canberk’e; “Neymiş; şu meşhur pastanın hikayesi? Bir daha söyle.”

Getirdikleri malzemeleri açıp vakit kaybetmeden işe koyulmuşlardı.

Ben; bira içip uzaktan seyrediyordum onları, elimi sürmüyordum. Bu, onların da işine geliyordu; pastanın selameti açısından.

Ama aslında, rahatsız edici derecede sıkıştırıyordum Berken’i; dökülsün diye.

Kız dişli çıktı, çözülmedi, direndi; üstelik benim ileri sorgulama tekniklerime karşı.

En sonu, bir şey bilmediğine kanaat getirdim zira; başka bir açıklaması olamazdı.

Sırada Savaş’ı yakalamak vardı.

Bir sonraki hedefim için de tıpkı önceki gibi sakin ve sabırlı bir balıkçı edasıyla bekledim. Kıpırtısız, yattım ve yattım.

Bereket, çok geçmeden Savaş da düştü elime.

Gübreler gibi içki sevmiyordu, çayı tercih ediyordu. Ama çekirdeğe bayılırdı.

Tesadüfe bak ki, ben de geçen gün rakı mezesi olarak biraz çekirdek almış, ancak unutmuştum.

Demek bugünü beklemişiz habersiz, yedek kulübesinde unutulanlar olarak.

Avuçlarımı ovuşturarak, ocağın yanına koyduğum kutuyu gösterdim;

“Çay burda, ben anlamıyorum demlemekten biliyosun. Al, kafana göre takıl.”

Kapağını açınca, hayal kırıklığına uğramış bir tonda;

“Ah be başgan, bu kaçak çay değil.” dedi.

Boş gözlerle sordum,

“N’abıcaz?”

Biraz düşündü, çaydanlığa koyarken yanıtladı;

“Yapıcak bi şey yok.”

“E, o zaman derdiniz kim?” demedim.

“Bu işler böyle.” dedim, onun yerine.

Benim için de bir bardak getirerek balkonda yanıma oturdu,

“Evet abi.” diyerek.

Beklediğim fırsat gelmişti,

“Şimdi sıçtım çarkına!” der gibi parlayan gözlerimle ayağa kalkıp içeri gittim.

Henüz, olacaklardan bihaberdi; anlam verememişti fakat, şaşırmıştı.

Sırıtarak yanına döndüğümde, yonca görmüş sıpa gibi sevinmişti; elimdeki çekirdekleri görünce.

“Sıhhatine!” diyerek bardağımı onunkine vurarak çayımdan bir yudum çektim.

Rahat hissetmesi için havadan, sudan muhabbet açtım. İyice gevşesin de çantamın sırrını ele versin diye.

Memleketten izine, eniştesiyle ablası gelmişti Berken’in. Öncesinde de tanışıklıkları vardı lâkin; bu defa birlikte daha fazla vakit geçirme imkânları olmuştu.

“Bunlar,” dedi, “senin deyiminle; doğal gübre.”

“Lafını unutma,” diyerek dolaptan kendime bira almaya yöneldim.

Geldiğimde, çay bardağını sıvazlıyordu.

Çok da umrumdaymışçasına, yapmacık bir tavırla;

“Anlattır bakalım, nerde kalmıştık?”

Çay koymaktan, kabukla doldurduğu küllükleri boşaltmaktan arta kalan zamanlarda; çoğunlukla çekirdek çitliyor, çay içiyordu.

Zerre merakımı celbetmeyen anlatacaklarına, bir türlü konsantre olamıyordu ama kesik kesik; yakınmaktan ziyade, sayıklar gibi konuşuyordu.

Sorun değildi. Nasıl olsa, söylediklerinin gündemimle bir alakası yoktu.

İşim buydu benim; duygularımın esiri olarak telaşa kapılıp ürkütmek istemezdim ceylanı.

Bırakınız koşsunlar; nasıl olsa, güçleri tükenip yorulduklarında; karnımı doyurmak için orada olacaktım.

Tek yapmam gereken; sınırlarını çizdiğim parkurda, benim yönlendirmelerimle bitap düşene kadar koşmasını seyretmekti.

Profesyoneller böyle yapardı.

“Gübre diyoduk dayı.”

Gönül rahatlığıyla sıkı bir yudum aldım şişeden; bardakta içmeyi seviyordum aslında ama, bulaşık çıkmasın diye üşenmiştim, özsaygım ve özdeğerim yoktu çünkü.

“Gübreler elendi, şimdi insan gibi sohbet edebiliriz.” dedim.

Anlatacakları bitene dek, sabırla bekledim. Rakibi yorma adına, bir araba sopa yemeyi göze almaya Rocky Taktiği denirdi; onu uyguluyordum.

Uzun uzun yakınıyordu. Cahil muhafazakarlığından ziyade, art niyetli ve dogmatik olarak ince ince kıyıyordu bizim oğlanı; cadı baldızı.

O gene, tüm olanaklarını seferber etmiş, ilk defa geldikleri bu kısıtlı ziyaret süresince; etraftaki ender güzellikleri onlarla paylaşmaya çalışmıştı.

İnsanoğlu çiğ süt emmişti, bu da canını yakıyordu.

Derdini paylaşıp içini dökerken dostuna, ben sessini kapatmış; dudaklarını oynattıkça ona,

“Yaranamadım yavrum, yaranamadım” diye döngüde tekrar ettiriyordum kafamın içinde.

Diğer sözlerini bilmiyordum çünkü parçanın.

Aralarda da,

“Hadi be, üff! Yapma be dava…” gibi tepkiler veriyordum.

Tamamladıktan sonra, o anda aklıma gelen alelade bir şeymiş gibi hassasça lafı açtım.

“Benim de işte biliyosun; geçen gün, sizinle çıktığım yolculukta çantam. Ortadan kayboldu.”

O da ser verip sır vermiyordu, ihtimal ki; sandığımdan çok daha büyük bir kumpas kurulmuştu.

En yakınımdaki can dostlarımın da dahil olduğu, büyük bir ustalıkla; iyi planlanmış, son derece organize bir komplo ağının içine düşmüş; can çekişen küçük bir sinektim ama, mide bulandırıyordum demek ki.

Çaresizlik içinde, kendini bekleyen kadere doğru sürüklenen bir kurban olmayı reddediyordum ama. Mağduriyet bana yakışmazdı bir kere.

“Siz hepiniz, ben tek.” diyordum şer odaklarına,

“Hadi, cesaretiniz varsa gelin!”

Beni, asla canlı ele geçiremeyeceklerdi.

Hatta, ‘korkuyu görmek için boşuna bakacaklar’dı bana; zira gözlerim mavi bile değildi.

 

 

Umutsuz Vaka

 

Baştan dalgaya vurdular, gülüşmeler oldu. Dozajı artırınca durum komik olmaktan uzaklaştı ve ciddiyeti anladıklarında, canları sıkılmaya başladı.

Ben bunu suçlu psikolojisi olarak yorumladım.

En sonunda, kaçık olduğumu iddia ederek kabalaşıp üste çıkmaya çalıştılar.

Tam da suçluların yapacağı gibi.

Elimde makul şüphenin haricinde, somut delil olmadığından -ve aslında zincirleyebileceğim bir kalorifer peteği de- gözaltı süreleri dolduğunda; ellerini kollarını sallayarak sıvışmışlardı.

Bu bana yapılır mıydı, edenin yanına kalır mıydı? Kolay mıydı yani bu kadar?

İçinde kaybolduğum soruşturma, derinleştikçe kendimden dahi kuşkuya düştüğüm oldu yer yer.

Acaba bilinçaltımda; sırf geri dönebilmek için mi olay yerine, bu oyunu etmiştim kendime?

Şu anda bütün olasılıklar masadaydı ve uzman kadrolar tarafından titizlikle incelenmekteydi.

İnce eleyip sık dokuduğum, kafamda oynattığım canlandırmalardaki ayrıntılarda boğulur; eksik parçayı tamamlayamadıkça çaresizce başa dönerken,

“Çanta, çanta, çanta…”

“Yedin bizi, valla şiştim.”

“Ne kıymetli malın varmış, sahip çıksaydın.”

“Ne vardı bu kadar kıymetli içinde?”

“İçki desen, zaten bitirdik.”

“Senin için bu kadar önemli olan ne olabilir?”

serzenişleri yükselmeye başlamıştı, Berken ile Savaş’tan.

Kısıtlı enerjimle; ‘Önemli olan kadeh değil, içindeki şaraptır.’ sözüyle ve kim bilir neleri gizlediğini bilemeyeceğim, potansiyel suçlulara laf yetiştirecek değildim herhalde.

Çantanın içeriğinden veya nesnenin kendisinden ziyade; bu olguyu, nedensellik içinde bağlamına oturtmam elzemdi.

Bu ve bunun gibi vakalar; pek çok karanlık noktayı aydınlatabilirdi, kişilerin davranış örüntülerinde.

O leş koridoru ilk gördüklerinde şaşırmış, kıkırdamalarını bastırmaya çalışmışlardı.

Salonun çarpan kapısını açtıklarında, etekler gibi uçuştu perdeler. Gün ortasında, loş odada; dalgalandı gölgeler.

Sırtım; gün boyunca suç belgeselleri yayınlayan kanalı açık olan televizyona dönük, burun direklerini sızlatan çöp dağları arasında uzanırken buldular beni.

Berken, ayakucumdaki berjerin üzerinden; giysileri, boş içki kutu ve şişelerini kaldırıp koyacak bir yer bakındı.

Ortadaki cam sehpanın üzeri; pizza kutuları, yemek torbaları ve elbette ki içki şişeleriyle doluydu. Yere, ayaklarının dibine bırakarak oturdu.

Savaş, başucumdaki; odada çöp bulunmayan tek yer olan, pencerenin önündeki ikili koltuğa geçti.

Canberk, geride kalmıştı. Oturma grubunun arkasındaki yemek masasından; sırtında giysilerim olan bir sandalye çekti.

Önündeki masanın üzerinde; boy boy, çeşit çeşit küflenmiş kahve fincanları, olduğu gibi bırakılmış, çürümeye başlayan yemek artıkları, boş şişeler, gelişigüzel saçılmış izmaritten tepeler ve küller.

Masanın arkasındaki; içi boşaltılmış, toz içindeki vitrinin cam kapakları açıktı. Yan tarafındaki aynalı büfenin üzerinde -kim bilir ne zamandan- komşunun getirdiği, eğilmiş kâğıt kaptaki aşure; dibini delmiş, mobilyayı yakmış ve onunla kaynaşmıştı.

Aşureye; boy boy, boş pet şişeler, ambalajlar, içki şişeleri ve tabakları küllük niyetine kullanışmış; küflü fincanlar eşlik ediyordu.

Ama pisliğin ve çöplerin asıl odaklandığı yer; etrafımı sarıp sarmaladıkları üçlü koltuğun etrafıydı. Üzeri aynı şekilde çöple dolu, başımın önündeki zigonu aşıyordu; barikatların boyu.

Salondaki çiçekler de balkondakiler gibi solmuştu.

Sustuk. Uzunca bir süre sustuk.

Ben ağzımı açmadan, kendi aralarında bile konuşmadılar. Kendi cenazemin, taziyesinde gibiydik sanki.

Halsizdim, gelmelerinden huzursuz olmuştum.

Kendi dertleri, sevinçleri; onları yoran koşturmacanın içinde savrulmaları gerekirken; arta kalan zamanda ise hayatlarını yaşamaya çalışmaları, kendilerini ödüllendirmeleri gerekirken; ne aramaya gelmişlerdi?

Düşe kalka tutunmaya çalıştıkları dünyayı, göresi gözüm yoktu. Parçası oldukları ve oradan geldikleri için; dolayısıyla onları da.

Yapamamıştım.

Çekildiğim inzivada; yenilgiyi kabul etmiş, bekliyordum.

Onlar gelmese, belki de belediye ekipleri gelecekti. Meraklı bir komşu veya kokudan rahatsız olan çevredekiler.

Kimseyle uğraşacak halim yoktu; sonunda bir sebeple birileri geldiğinde, orada olmasam iyiydi.

Acıdan başka bir şey hissedemiyordum; aldığım nefes bile ağrıma gidiyor, beni üzüyordu.

Yorulmuştum artık, biraz olsun dinlenmek dahi istemiyordum yine de.

O kadar işe yaramaz ve değersizdim ki, aynalardan bile kaçınıyordum. Bir parça bile saygım kalmamıştı kendime, çünkü ben buna değmezdim.

Mecbur kalmadıkça yemiyor, sipariş ettiğim yemeklerin artıklarını olduğu gibi; olduğum yere bırakıyor ve kıpırtısız, olduğum yerde uyumaya çalışıyordum; ümitsizce sarhoş ederek kendimi.

Titremeler sarıp gözüm kararırken, başım dönmeye başladığında; çikolatalı gofret, dilimli kek, minik bir kruvasan veya hamurlu bir şeyler atıyordum ağzıma; artık ne denk gelirse, hazır gıda olarak kısmetime.

Kalkmaya niyetleri olmadığını anlamıştım da tahammülüm de kalmamıştı.

Uzun zamandır duymadığım, güçlükle çıkan, boğuk ve hırıltılı sesim; cılız ve uzaklardan gelir gibiydi. İlk kez duyuyormuşum gibi yadırgadım, tanıyamadım, kulaklarıma inanamadım.

Zoraki bir

“Hoş geldiniz.”

Savaş’ın,

“Sen burda dura dura, sentetik gübre olmuşun başgan.”

İşaretiyle hareketlendiler.

     Önce beni; içinde yaşadığım bu pislikten kurtarmakta, ardındansa -iradem dışında- topluma geri kazandırmakta kararlıydılar.

     Niyetleri kimin umurunda, anlamıyorlardı beni?

     Anlatamazdım ben de.

     Elimden geldiğince, geri dönüşüm operasyonlarını sabote etmeye çalıştım.

     “Pizza söyleyip bira içelim.” dedim.

     Kulak asmadılar. Kimim ki ben, sözüm geçsin?

     İyilik yapıp madalya mı alacaklardı sanki? Böyle olması; benden geriye kalanlarla son kırıntılarıydı irademin.

     İhlaldi, ayıptı, saygısızlıktı. Paramparça olan kıymetsiz kalbim, yine kırılmıştı.

     Onlar temizlik yaparken, ben ağlıyordum. Ama nefes alıp verir gibi dikkat çekmeden. ‘Yanaklarıma değmeden’, dizlerime dökülen gözyaşlarım; sular seller gibi göller oluşturuyordu tenimde. Başım öne eğikti; iktidarsız penisine içlenen birisi gibi.

     Acilen içmem lazımdı.

     Uzun pazarlıklar sonucunda, bulaşıkları ve banyonun temizliğini onlardan almıştım. En azından, onları kurtarmış olarak; daha fazla aşağılanmamış olurdum.

     Pislik ve dağınıklığın, çöplerden kalanının büyük bölümü; zaten bulaşıklardı.

     Banyonun girişinde; izmaritler, küller ve saçılmış şişeler karşılıyordu hemen ve muhtelif yerlere dağılıyordu.

     Sola açılan kapısının sağında kalan lavaboda kıllar selamlıyordu. Hemen yanındaki çamaşır makinesinin üzerinde boş alan kalmamıştı şişelerden. Küvetin önündeki zigonun üstünde de manzara farklı değildi.

Tabii ki, küvet de lavabo gibi kıl doluydu. Otursıçın tek temizliği; işimi gördükten sonra, refleks olarak sifonu çekmemdi. Yetmezdi.

Mutfağın masası, yerler, tezgâh; tıpkı salona benziyordu. Balkonuna çıkınca ise ağzı açık, dolu, akmış çöp poşetleri ve etrafa saçılmış aynı barikatlar. Alanı küçük olduğundan, pisliğin en yoğun olduğu nokta -salondaki üçlü koltuğun etrafından sonra- burasıydı.

Ama hiç uğramadığım, evdeki diğer üç yatak odası; pis yahut dağınık değildi.

 

  

  

EPİLOG

 

 

Yıkım

 

Büyük felaketin yarattığı tarifsiz elem ve tahribat, şok dalgalarıyla en ücra köşelere değin sirayet etti.

Yıkımı yaşayan halk ve kederlerini yüreklerinde paylaşan milyonlarca insan; panik halinde, kapkaranlık bir çaresizliğe terk edildi.

Devlet organize olamadı, kurumlarını işletemedi. Kimsesiz kalan halkın imdadına Hızır gibi yetişemedi.

Planlama, koordinasyon ve yönetim zafiyetleri ile beceriksizlik, ihmallerle birleşerek trajediyi katbekat devleştirdi.

Bu acizlik içerisinde, halkın yaralarını sarmak yine halkın kendisine düştü.

***

Gönüllüler, STK’ler, belediyeler, siyasi partiler; insanüstü bir özveriyle koştu, didindi hatta ellerinden gelenin fazlasını ortaya koydu.

İnsanlar niçin yetersiz kalan Afad’a, Kızılay’a güvenmiyor da Ahbap’ı tercih ediyor? Akut niye iğdiş edildi?

Niçin haberleri TRT’den değil de Fox’tan alıyor?

Kim veya kimler nerede yanlış yaptılar?

***

İnsanların yardım için haberleştiği en hayati anlarda Twitter’a erişim, nasıl ve hangi gerekçeyle kısıtlanabildi?

Kim kışta, kıyamette ortada kalan millete yetişebilsin diye -aslında devletin görevini- üstlenenlere mâni olmaya çalıştı, ne uğruna?

İnsanlar enkazlarda, soğukta; ölürken, can çekişirken, acı içinde çırpınırken -sırf zayıflığı belli etmemek adına- durum kontrol altında, her şey yolundaymış gibi -utanmadan, sıkılmadan, vicdanı sızlamadan- yalan söyleyebilenler kimlerdi?

***

Millet can derdine düşmüşken, fırsattan istifade; ırkçılık, nefret ve yabancı düşmanlığı nifak tohumlarıyla suyu bulandırarak haklı hüzün ve öfkemizi kendimize yönlendirip - paramparça olmuşken üstelik- kendi kendimizi vurmamızı arzulayan kimdi?

***

Ancak son çare olarak gündeme gelebilecek olan öğrenci yurtlarını boşaltan; bu şartlarda dahi sürdürülmesi gereken eğitimi sekteye uğratan, bu kadar kolay gözden çıkarabilen, ilk feda edilecek denli değersiz gören kimlerdi?

Okumuşu küçümseyen, hor görerek küstüren; cehaleti yücelten ve kutsayarak bugünlerin taşlarını döşeyen kimlerdi?

***

Deprem bölgesinde, adı üzerinde olası bir afet beklendiği halde; kentler ve köyler nasıl yerle bir olabildi?

Ulaşım hatları, nasıl oldu da kullanılmaz hale gelebildi?

En güvenilir yerler olması beklenen okullar, hastaneler nasıl tuzla buz olabildi?

Normal şartlarda bu depremlerin, bu denli büyük can kayıplarına ve hasarlara yol açmaması gerekirdi.

Bize bunları yaşatan kimdir? Kimdir bu yıkım ve acıların sorumluları?

***

Her kim olursa olsun müsebbibi, hesabı sorulmalı.

Bize ‘kader’ palavraları sıkan şarlatanlara; öbür dünyanın ilahi adaletinden evvel şu anda, şimdi halkın adaleti tecelli etmeli.

Yitirdiklerimizin ardından, geride kalanlar olarak artık; bu da bizim boynumuzun borcudur.

Yaşadıklarımızdan öğrendiklerimizle bizi ‘biz’ yapan bu birlik ve dayanışma ruhuyla el ele vererek beraberce; İkinci Yüzyılında ‘kimsesizlerin kimsesi’ olan yeni bir ‘Cumhuriyet’ inşa etmeliyiz.

 

 

Gotham

 

     Gece, karanlık.

Kentin sokaklarından el, ayak çekilmiş.

Pencereleri örtük, kapıları kilitli evlerin, ışıkları sönmüş.

Ayrı ayrı veya bir arada, insanlar kabuğuna çekilmiş, herkes kendi yalnızlığına gömülmüş.

     Kara, ıslak bir köpeğin iniltileri yankılanıyor ve büyüyor uzaklardan. Rüzgârın uğultusu ve başka çıt yok dışarıda.

     Aydınlıkta, yuvalarından çıkan karıncalar gibi didinen insanların hazırlığı; böyle uzun ve çetin kış geceleri içindi.

     Karabasan ağırlığında üzerine çöken kirli havayı ve yoğun sisi biraz olsun rahatlatmıyordu, aniden gök gürültüleri eşliğinde bastıran yağmur.

Her şimşekle beraber kayboluyordu; karanlığı aydınlatmayan, puslu ve cılız sokak lambalarının ışığı.

     En ücra hücrelerine değin irinle dolu, damarlarından pislik akan bu şehrin; tekinsiz ara sokaklarında, yalnız başınıza dolaşmak istemezdiniz.

‘Soluk bir ay dolanıyor

kentin üstünde her gece’

Bir beka meselesi olarak, yönelen tehdide karşı; bütün halk ve temsil edildiği parlamento tarafından, kurtarıcı olarak sınırsız yetkilerle donatılan ve bütün gücü elinde toplayan başkomutan.

Ve olaylar gelişir.

’So this is how liberty dies… with thunderous applause.’

Cumhuriyet, imparatorluk; Sezar ise diktatör olmuştur.

Tepeden tırnağa çürümüş ve pisliğe bulanmış dünyada; ışık haleleri içinde, bembeyaz ve kutsal kahraman da bir haine dönüşecek kadar uzun yaşayabilmişti.

Herkes o kadar da şanslı değildi.

“Silivri soğuktur.”

Neyse ki azalarak bitti, korku duvarı aşıldı.

Tamamı ayaktakımından müteşekkil ve hiç mermisi olmayan halk, te 14 Temmuz 1789’da şehrin göbeğinde, mutlakiyetin devasa bir korku nesnesi olan Bastille Hapishanesi’ni ele geçirdi.

Sene olmuş 2023, bize ne oldu?

“Bir gecede cahil kaldık.”

“Bütün siyasi rehinelere özgürlük!

‘…And Justice for All!’

Sizin için bile.”

Suça bulaşmış, yozlaşmış ve yolsuz insanların içinde; elindeki imkanlarla, en iyisini ve doğrusunu yapmaya çalışan, namuslu ve dürüst, sıradan bir memur vardı.

Derler ya

“Bazı kahramanlar pelerin takmaz.”

Müfettiş Gordon da onlardandı.

Tayt pantolon giymiyordu, Cüneyt Arkın gibi deri eldivenlerle kötüleri pataklamıyordu ama

“Ben Kemal, geliyorum.” diyordu.

 

 

Üç Grup

 

Eskiden insanları benimle pavyona gelecekler ve 1 Mayıs’a gelecekler olarak kabaca birbirinden ayırt ederdim. Kolay, zararsız ve işe yarardı.

Mecbur kalmadıkça Pavyoncularla muhatap olmazken, Mayısçıları pavyona alıştırmaya çalışırdım.

Pavyoncular işe yaramazdı. Aptalca kişisel hırs ve hedeflerin peşinden koşarken, etrafındakilere ihtiyaç anında sağlanacak fayda olarak bakarlardı.

Övündükleri özellikleri, dinledikleri müzikleri, örnek aldıkları rol modelleri ve olmaya çalıştıkları kişiler beş para etmezdi.

Hayata baktıkları yerden, anlattıkları muhabbetlerden bir cacık çıkmazdı. Sabun köpüğü, köksüz ve amaçsız kültürleri işe yaramazdı.

Beş dakikadan fazla sabretmek mümkünsüzdü. Mecbur kaldığımda, tatlı tatlı iğneleyip kafa bulduğumu bile anlayamazlardı.

Her şeye rağmen asgari düzeyde de olsa varlıklarına saygı göstermekten kendimi alamazdım. Centilmen bir beyefendi gibi incitmeden takılırdım.

Onlardan bile nefret edemiyordum. Yalnızca onlarla sosyalleşmemeyi yeğliyordum.

İki kelimeyi bir araya getirip insan gibi sohbet edebilmenin imkânı olan, insanlığa dair ümitlere sahip ve hayatla meselesi olan insanlarlaysa; dünyanın en boş muhabbetlerini yapmayı seviyordum.

Şaka anlayışları olmadığından veya bu onları yozlaştıracağından değil; prensip olarak boş muhabbetten daha mühim konulara kafa yormayı sevdiklerinden; vakitlerini benimle buna ayırdıklarından dolayı, onlar da benden başkasıyla bu muhabbetleri yapamazlardı.

Sonra fikrim zamanla değişti. Gezi’den sonra insanları barikatın hangi tarafında olduklarına göre ayırmaya başladım.

Yaşı yetmeyen, bir şekilde durumu olmayan veya henüz içlerindeki potansiyelin farkına varamamış pırlantaları da bizim taraftan sayıyordum.

İlk üç gün destekleyenleri, dostlar alışverişte görsüncüleri, küçük dünyalarında başka hesapları olanları ve sırf içinde bulundukları sürüye uyananları ayıklıyordum.

“Benim de Gezici arkadaşlarım var” diyenleri de.

Sonunda şunu fark ettim ki; bir grup insan vardı ve bunlar hak etmedikleri şekilde, başkalarının üstüne basarak tırmanan, şartlara uygun modifikasyon gösteren, hak etmedikleri hayatları hiç edip sahip olmamaları gereken imkân ve imtiyazları kullanırken, gerçekte orada bulunması gereken hayatları mahvediyorlardı.

Bir konak bulup da sülük gibi yapışabilmek için yanıp tutuşuyorlardı. Kene gibi taşıyıcılarını tüketmekle besleniyorlardı. İşin kötüsü, övünüyorlardı hayatta kalma marifetleriyle.

Varlıklarını sorumlu oldukları canlılara müşfik ve bonkör davranmaktan da geri durmuyorlardı. Ta ki; içten içe oyarak kovuğa döndürdükleri ortamı, daha iyisiyle değiştirene değin.

Garibim insanlar da en zayıf anlarında, en beklemedikleri yerden aldıkları darbelerle yeksan oluyorlardı yerle; üstelik bir daha belini doğrultamamacasına.

Bazıları; yalnızca bir köşede, kendi halinde dururken bile bütün ortamı varlıklarıyla doldururken; onlar, odadaki en dikkat çekici kişiler olabilmek için çabalamak zorundaydı.

İşgal ve istila ettikleri toprakların tahtına kurulduklarında, oraların yerlilerinin idam fermanlarını okurken gözlerindeki kibir, şımarıklık ve egemenliğin şehvetini görebilirdiniz.

Yaptıkları şeyle, oldukları şeyle bir sorunları yoktu. Bu onlar için bir zevkti. Asla bedel ödemeyecekleri, yanlarına kâr kalacağı için herhangi bir suçluluk hissetmiyorlardı. Yüklenmeleri gereken sorumluluk olmayınca tüy gibi hafiftiler. Kuş gibi hürdüler.

Sonuçta kimse; akbabaları uçuştuğu için, çakalları üşüştüğü için suçlayamazdı leşlere.

Onlara altın tepside sunulmayan başarıları, yetersiz oldukları imtiyazları elde ettikleri için suçluluk duyacak değillerdi.

Öyle veya böyle; hayatta elde ettikleri konum için sarf ettikleri, yadsınamaz bir efor vardı. Karşılığında feragat ettikleri insanlıkları düşünülünce zaferleri daha bir kıymetliydi. Şu hâlde takdir görmeyi hak ediyorlardı.

Diğer bir gruptakiler ise onlarla birlikte ve onlara rağmen var olmayı başarabiliyor, koşullar ne olursa olsun en iyisini ortaya koyarak bütün torpil ve haksızlıkları haklayabiliyordu.

Onlar o kadar azdı ki, hemen aralardan seçilebiliyorlardı. Başka hiç kimseciklerde olmayan sarhoş edici bir havaları vardı. İnsan imreniyordu, gözlerini alamıyordu.

Ve o ‘Şarabî eşkıyalar’ dokundukları her şeyi güzelleştirmek ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmekten; kendilerini feda etmek pahasına vazgeçmiyorlardı.

Bu onlar için o denli kolay ve sıradandı ki, yapamayışınızı izah edemezdiniz ve anlayamazlardı; geride kalanların anlamsız çekişmelerini.

Toprak uyandığı, koynundakilere hayatı bahşettiği için; sular ısındığı için veya tomurcuk tomurcuk çiçeklenen dallarda müjde getiren cıvıl cıvıl kuşları, kırlarda koşturan çocukları suçlayamazdınız.

Ben onlardan değildim.

Onlar da beni anlayamazdı bu yüzden. Ben toplumu oluşturan daha kalabalık ve sıradan bir kümenin üyesiydim.

Birinci Grup üyeleri, çoktan üzerine kuruldukları postlarda keyif çatarken; bizim gibilerin kıçını örtecek bir çul bulabilmeleri için kendilerini paralamaları beyhudeydi.

Bizim çalışıp didinerek, gecemizi gündüzümüze katarak; kanımızla alın terimizle iliğimizle kemiğimizle tepeden tırnağa canımızı dişimize takarak; kendimizden katarak var ettiğimiz bütün zenginliklere; çoktan el koymuşlardı bile.

Varoluş sebebimiz; onlara hizmet etmekti, onlara göre.

‘Biz bu dünyaya acı çekmeye gelmişiz.’

Oysa bizim; hep birlikte, ‘Güç’e denge getirmemiz’ ve dünyayı değiştirmemiz gerekirdi.

 

 

Başarı Öyküsü

 

Yoksul halk acı içinde sefalet çekerken; padişahların sarayında, bir avuç insan; zevkusefa halinde vur patlasın çal oynasın, gününü gün etmekteydi diye anlatırlardı eskiden okullarda.

Bir zamanların inanılmaz işgalleri ve seferleriyle; akıl almaz kahramanlık hikayeleri yazarak düşmanların dizini titreten, hayranlık uyandırarak saygıyla birlikte kıskanılan; kıtaları ve asırları aşan görkemli imparatorluğu artık, “Hasta Adam” olarak anılıyordu.

Koca imparatorluk yangın yeriyken; insanlar açlıktan kırılırken, devletin baskıları altında ezilirken; sadece güçlünün haklı olduğu kurallar gözetilirken; bütün kaynakların ve zenginliğin ayrıcalıklı, küçücük bir zümrenin elinde toplandığını; işi gücü bırakıp bir anlığına da olsa hayal etmeye çalışın.

Ve hayat, günden güne sizin için kötüye giderken; üstünlerin umrunda olmadığınızı.

Ve onların şımarık, halden bilmez, kısıtlanamaz, sonsuz ve doyumsuz arzularının; kaderinizi belirlediğini.

Hiç çekinmeden elden çıkarabildikleri, kolay harcanır bozuk paralar olduğunuzu. İşe yaramaz safralar olduğunuzu.

Üzerinizdeki hakimiyetlerinden ve yaşadığınız trajedilerden keyif aldıklarını, egemenliklerini perçinlediklerini.

Sizin ise yalnızca birer sayı olduğunuzu.

Hayata dezavantajlı başlayanlar için devletin; kim olduğuna, nereden geldiğine, neye inandığına, hangi halktan olduğuna, yönelimine, cinsiyetine veya ideolojisine filan bakmadan sunduğu olanaklarla şartları eşitlediğini düşünün.

Parasız Yatılılar, Enstitüler, Halkevleri ve oradan çıkarak kurumsallaştırdıkları cumhuriyetin, bizzat yarattığı kuşakları.

Kıçında donu, evinde tuvaleti, cebinde beş kuruşu olmayan halk çocuklarını.

Issız dağ başlarında kaybolup gidecek, içinde sayısız meziyet ve olasılıklar barındıran değersiz hayatların; küçümsediğimiz, beğenmediğimiz maceralarını.

Sınıf atlamak, yırtmak, imtiyazlı olmak, himaye edilmek, hakir görülen ayaktakımından üstün ve değerli olduğunu düşündürecek imkanlara sahip olmak, zayıfları güçsüzlüğünden ötürü suçlamak, dürüst ve onurlu insanları kurnazlık edip hile yapmadığı için ayıplamak, başkalarından çaldıkları hayatları; gerine gerine, böbürlenerek yaşamak; başarılı olmak demek değildi.

‘Kimsesizlerin kimsesi’ olmak gibi ciddi bir iddiayla yola çıkan genç cumhuriyetin, onu yücelten kuşaklarının birlikte bir bütün olarak yarattığı; bu toplumun yüz akı, en aydın, en ileri, en insancıl nesillerini var etmek; gerçek başarı hikayesiydi.

Bugün içi boşaltılmış, kovuğunu kurtların mesken tuttuğu, içeriden kemirilerek tüketilen ve maalesef ölmeye yüz tutan yüz yıllık bir çınarın düştüğü durum; bize o zamanlar okullarda anlatılanın aynıydı.

Toplum, hayatı boyunca yanlış kararlar verip hatalar yapmaya devam edebilirdi.

Birileri,

“Bunun tekrar olduğuna inanamıyorum!” da diyebilirdi.

Ama sırf ahmakça; bir türlü aynı hataları yaparak bundan ders alamamak, iflah olmamak ve asla akıllanmamak için bile; toplumun kendine olan borcu ödemesi, bir kez olsun doğruyu seçmesi gerekirdi.

 

 

Pes

 

“Rehin aldın bizi.” demezdi de

teslim olmuş gibi ellerini kaldırdığında; kafa şişirdiğini anlardı, lafı fazla uzatan kişi.

Yanlış odadaydı, etrafındaki düşük insanların dünyasına ait değildi, ama onlarla birlikte yaşayabilme becerisini geliştirebilmişti.

Belirli bir meskeni olmayan, ailesinden kopmuş, sırf içki ısmarlatabilmek için bütün meyhaneleri dolaşma fırsatı veren; piyango bileti satma işini; paravan olarak kullanan, orta yaş üzeri, alkol bağımlısı birine göre; oldukça güçlü bağlarla sarılmıştı hayata.

Son ana kadar bilincini kaybetmemiş, kendine bir yer bulmak için mücadele etmekten; hiç vazgeçmemişti rahmetli.

Erken sayılan bir yaşta öldüğünde ise; bu yaşa kadar, bu şartlarda fazla bile yaşamış sayılabilirdi; Bar Filozofu.

Çok zengin bir kültürü ve ileri bir dünya görüşü vardı, bu hoşsohbet ve ışık saçan gözleri de daima yüzü gibi güleç adamın.

Ne zaman denk gelseniz, her seferinde bambaşka konularda uzun uzadıya ve derinlemesine konuşabilirdiniz; hiç sıkılmadan.

O da sizden sıkılmazdı, eğer sizinle bir şeyler paylaşabileceğini gördüyse ve düşünürse.

Aksi takdirde kaldırırdı ellerini, teslim olmuş gibi.

“Azat et beni” demezdi.

Anlardınız.

Yaşadığı hayat bir rezaletti. Kaybetmişti. Kopmuştu. İbretlikti.

Düşmüştü işte bir şekilde ya; ‘mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!’

Yakın zamanda kaybettiğimiz, başka bir Felsefeci’yi; bir başka barda tanımıştım. O zamanlar fıkralar, hikayeler ve anılarını anlatan keyifli bir sarhoştu.

Kaybetmişti o da fakat, halen aklı başındaydı.

Başaramadı.

Sığındığı son mevziiyi de yitirdi.

Son gördüğümde hali içler acısıydı. Saçı sakalı karışmış, cildi kızılötesiydi. Üstü başı pislik içindeydi. Altına sıçmış ve işemişti.

Tepeden tırnağa, sağlıksızlığın vücut bulmuş haliydi.

Hazindi.

Bir önceki görüşümde, meydanda toplanan halkın içine girmeye çalıştıkça; bu korkunç görünümlü adamdan kaçıyordu insanlar.

O da iyiden iyiye ürküyordu insanlardan. Kişisel alanları işgal etmeden, güvenli bir uzaklıktan fısıldıyordu masalara. Fazla kesmeşekerleri istiyordu.

Eline aldığı kesmeşekerleri uzatmak için kaldırdığında insanlar, sanki ona el kaldırmışlar gibi irkilerek kaçıyordu.

Beni tanımadı. Silinmişti hafızası.

Kış güneşi altında, bir uzun gün oturmuştum onunla bankta. Tek kelime etmeden ve gücendirmemek için; bakışlarımı karşıya, akan trafiğin ve yaşamın ötesindeki boşluğa dikmiştim.

Komik olmayan birkaç fıkra anlattıktan sonra, kendi kendine gülerek tekrar başa sarıyordu. Aynı üç fıkrayı durmadan, severek ve komik olduğundan en ufak şüphesi olmaksızın tekrarlıyordu.

Nezaketen bile gülemiyordum, gelmiyordu içimden. Bana kalırsa bunu hak etmemişti. Böyle olmaması gerekirdi.

Artık onun için bir çıkış, bir kurtuluş yoktu. Tek başınaydı.

Kış güneşinin altında, bir uzun gün boyunca, tek kelime etmeden, meydandaki parkın bankında, akan hayatın dışında; insanların ve arabaların, binaların ve yolların ötesindeki boşluğa bakarken ben; sanki burada, geri dönüşü imkânsız gençliğimle baş başa oturuyormuşum hissine kapıldım.

Artık mahallenin delisiydi; toplum, posa haline gelmiş bu adamı tükürmüştü ve ürkütücü derecede yakın hissediyordum ona kendimi.

İsa’nın öldürüldüğü yaştaydım.

“Bir olduğu Babası’na gitti.” demişlerdi.

Yanlış.

Annesine dönmüştü.

Süngüm düşmüştü.

Amy Winehouse olmak üzere çıktığım bu yolda, kendimi Yıldız Tilbe olarak bulmuştum.

Gördün mü başımıza geleni?

Bazı insanlar vardır, herhangi bir şey için dışarıdan en ufak bir takviyeye ihtiyaç duymazlar.

Çok fazla ayrıcalıklı sayılmazlar belki fakat; dişten, tırnaktan artan; biriken emeğin üzerine, rahat ve güvenli alanlarda; yalnızca bir şeyler daha koyacak kadar zahmete katlanabilsinler diye gözlerinin içine bakılır.

Başkaları, sırf o rahat etsin diye bütün güçlüklere göğüs gererek eldeki tüm imkanları zorlayıp sırça köşkler oluştururlar.

Doğuştan gelen haklarından; bir yandan utanırken bu kimseler, öte yandan daha fazlası için çabalamayı gerekli bulmazlar.

Ben, hayatta başarılı olabilmek için her şeye sahiptim ve olası muvaffakiyetim kimseyi şaşırtmazdı.

Haber değeri yoktu.

Dünya çetin bir arenaydı, tüm savaşlar ölümüneydi ve gübreler elenirken, yalnızca güçlü olanlar ayakta kalırdı.

Başkalarının yaşam haklarını ellerinden alarak hayatta kalmak ve bunu; köpüren, kuduz bir kalabalığın çomaklarla dürttüğü, demir parmaklıkların içindeki ahşap bir kafeste kapalıyken, bir kutlamaya dönüştürmek; gururlanmak alçakçaydı.

Kim, kazanacağını bildiği bir kavgaya girecek kadar düşebilirdi; sırf seyircileri memnun etmek için?

Hangi at, üzerine bahis oynanmayan bir yarışta birincilik için koşardı?

Aslında, ‘Bütün atlar kaybetmeye koşar’dı.

Bütün beklentileri tersine çevirerek tepetaklak olmanın reytingi ise çok daha yüksekti.

Vahşetten, kan ve gözyaşından hoşlanıyordu kalabalıklar; seviyorlardı,

“Ben demiştim” demeyi.

Tekparça ve güvende olduklarını hissettikleri rahatlık içinden yorum yapmak kolaydı, ellerine kan bulaşmıyordu ve korkakça yaptıkları aşağılık tercihleri; hayatta kalma şanslarını artırdığı için, gönül rahatlığıyla kafalarını yastıklarına koyabilirlerdi.

Nasıl olsa; sırf onlar eğlenebilsin diye birileri, arenada ölmek için çabalıyordu.

Benim artık tek beklentim, kalabalıkların arasına karıştığımda seçilmemek, görünmez olmaktı. Birbirinin aynı insanların içine girebilmek, onların arasında bir yer bulabilmek ve karşıdan yargılayan parmaklarla işaret edilmemekti.

Herkes her şeyin en doğrusunu, münasip ve makbul olanı biliyordu.

Cahildim. Makul bir görünüşle içlerinden birileri olabilmem için, kırk fırın ekmek yemem gerekliydi ve zor geliyordu.

Her şeyden önce yemek yemek hamallıktı, ben içmeyi yeğlerdim.

Her şeyin mübah olduğu, onursuz bir savaşta; köşeleri çoktan kapmış olanlar, içerideki çemberin parçası olurken; ben ağzımı açıp aval aval baktığımdan, dış kapının dış mandalıydım.

Toplum içinde ağzımı açmam, incilerini dökerdi.

“Görüyorum ki, çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda.”

Kalbi olan herkesin içi cız etmişti, geriye kalanlarsa yaşamaya devam.

Hayatta, en çok aşağılandığım zamanı hatırlıyorum da öyle işte.

Birini seç. Yalanların arasından, hangisinin doğru olduğu bilemeyecek kadar batmışsın. Peki, senin için önemli olan doğrusu mu bir defa?

Bazen ani olarak, gelişine gibi görünebilir. Ama aslında, en başından beri, içten içe, çoktan seçilmiştir de duruma göre konumlanabilmek için temkinli olmakta fayda vardır yine.

Bu işler böyledir işte. En korunaklı, öngörülebilen ve sürdürülebilecek olan; zaman zaman bir yalanı büyütmektir.

Bu kadar çok ve karmaşık yalanların arasında, basit doğrular nasıl barınabilir? Dolaysız, sade doğrulara tutunarak saf hakikatle nasıl hayatta kalınabilir; kurtlar sofrasında?

Gerçeklerin de insan kalmaya çabalayanlar gibi bir ehemmiyeti yoktur, geçer akçe değildir.

Zaten karar, çoktan verilmiştir. Tercih yapılmıştır. Belki elli, bilemedin milyonlarla kere; ince elenip sık dokunmuş, iğneden ipliğe; gereği düşünülmüştür.,

Geriye kalan, can sıkıcı teferruata ayrılacak zaman yoktur.

Saflık: burnunun dibindeki yozlaşmış insanları; kendi gibilerle huzur içinde sürdürürken alışverişi, yozlaşmaya karşı uyarmaktır bazen.

Onun başına gelmesinden korktuğun şeyleri, sana yaşatmasıdır.

“Demek istediğim, tam olarak buydu işte.” demezsiniz.

“Öyle demek istemedi, orospu çocuğu demek istedi.” eğer tebessümleyse, o da belki.

Ne denir ki de denebilir, bunun üzerine?

Fark eder mi, bir önemi yok nasılsa?


“Ben gidiyorum, size iyi eğlenceler.”

 

 


MUTLU SON

 

 

İçi Beni

 

İşler yolundayken, ötesini düşünmeye gerek yoktu.

Huzurluydum.

Her ne kadar, nasıl olacağını bilemesem de böyle olmaması gerektiğini bilecek kadar; kendinden emin fikirlerim vardı, dünyaya karşı.

Bir şekilde halledecektim; nasıl olsa, muhtaç olduğum büyük kudreti; her defasında, yeniden üretebilecek araçlara sahiptim.

Felek, ağzıma çaktığında; dökülen dişlerimi, kanımla birlikte suratına tükürürken; gülümseyecek özgüvenim vardı.

Meydan okumalar ne derece çetin olursa olsun, üstesinden gelebilecek şaka anlayışıyla güçlüydüm.

Yitirdim.

Birden olmadı, yavaş yavaş alıştırdı ancak; son kertede altımdan çekildiğinde, üstünde keyif çattığım uçan halı; çakıldım.

Böyle zamanlarda, hiçbir şey yapmasam da her şeyi yapabileceğimi sanırdım.

Kızıldeniz’i yarmış biri olarak, şapkadan tavşan çıkarmaya tenezzül edecek değildim herhalde. Asla böyle bir şeyi kabul edemezdim. Hakaret sayardım.

“Şimdi bana eşekten düşmüş birini getirin.”

Yaşamın kendisi, kutlanması gereken kutsal bir armağandı. Yalnızca şükran duyulacak, kendi varlığından kaynaklıydı.

Gerek olmadığı gibi bir veya birden fazla tanrı yoktu fakat, çok daha iyisi vardı.

Pul pul dökülen derimle kıvrıla kıvrıla süzüldüğümde çadırının içine, o zaman bilmiyordum ve anlamamıştım. Ama ben Hayat Ağacı’nın gövdesine dolanmıştım.

Kötücül yorumlar içeren, tahrif edilmiş versiyonları; başka hikayeler anlatıyordu lâkin, hakikat bambaşkaydı.

Ben zaten onlara hiçbir zaman inanmamıştım.

Bilmeye ya da anlamaya hacet yoktu. Bir yılan yahut bir ağaç; bu olağanüstü yaşam deneyiminin anlamı üzerine düşünmez, sezerdi.

Kendiliğinden bir insiyaktı.

‘Sen karanfile eğilimlisin,’ mesela; bu, öyle bir tarihsel zorunluluktu.

Farkında bile olmadan güdülenmişken, söz konusu insan olunca işler değişirdi zira;

‘Bir hayatı insan gibi tamamlamak güç iştir’.

Dalgasız denizde herkes kaptandı ve işler kolaydı. Su bulanınca, dalgalar köpürünce ve mürettebat gemiyi terk ettiğinde, bir başına kaldığında, kıçı kırık ahşap teknen alabora olduğunda?

Yine böyle sinir bozucu bir sırıtış ve aptal bir iyimserlikle; bu en büyük mucizeyi, olduğu gibi kabullenip göğüsleyebilecek misin?

Asla böyle bir şeyi kabul edemem. Aşk olsun, ben öyle biri miyim?

Bunu hak edecek ne yaptım veya nelerden kaçındım acaba, kaldı ki; durduk yere tadımızı kaçıracak atraksiyonlara girmek akıl kârı mıydı?

Acaba bu bütünüyle benim çelik gibi(!) irademle mi alakalıydı yoksa, başka bir dizi değişkenin bir araya gelmesiyle oluşan kötü bir zamanlama mıydı?



Mazeret

 

Mecbur kalmadıkça, kılımı kıpırdatmaya prensip olarak karşıydım. Kısıtlı enerjimi lazım olduğunda -ki umarım olmazdı- kullanmak üzere depoluyordum; kırılgan camların ardındaki kırmızı düğmelerde.

Altmış kilolara kadar düşmüştüm, doksanlara kadar da çıkmıştım ardından. En fazla göbeğim Kemal olmak üzere, koca kafam, basenlerim ve götüm şişmişti.

İnce kollarım zarafetle bir kadehi düşürmeden tutsa, koltuğumun altına Sözcü Gazetesi fotoşoplansa; rahatlıkla emeklilikte yaşa takılmıştım, olanca huysuz ihtiyarlığımla.

Postürümü düzeltip kafamı çevirdiğimde, ayak uçlarımı değil Kemal’i görüyordum.

“Atalet, atalet, daha fazla atalet!” diye inlerken; kürek kemiğimin birinin altında, mahallede eskiden top peşinde koştuğum günlerden kalan bir sakatlık; öbüründe, yan yatıp kitap okurken gelişen benzeri bir sızı; centilmen bir beyefendi gibi bir sandalyeyi çekip ittirirken yahut bir kapıyı açarken ya da yalnızca bir yanıma döndüğümde tutulabiliyordu belim.

Hareketsiz geçen saatlerin ardından dikip uzatarak uyusam da geçmiyordu bacaklarımdaki ağrı ve ben bununla yaşıyordum, doğal bir parçasıymış gibi; hayatta olmanın.

İltihaplıymışçasına ağrıyan sağ dirseğimin üzerini ve boynumun arkasını saymıyorum bile veya öğlene doğru güç bela yanlışlıkla daldığım uykudan sıçratan baldır kramplarını.

Fiziksel egzersiz, düzenli beslenme ve gece uykusu ama, en mühimi çalışarak yorulmak.

Vay canına; ben bilmiyordum bunları, bak bir yaşıma daha girdim. Gördün mü başıma geleni?

Başkasına saygısı olmayan, tuvaletten çıkınca ellerini yıkamaz ya kendisine saygısı olmayan, dişlerini fırçalar mı?

Değersiz biri; yalnızca kendisi için kahvaltı hazırlamaya üşenir, aynada kendisine bakmaz, bugün ne giysem diye düşünmez.

Yeni güne, sefere çıkacak bir savaşçı edasıyla hazırlanarak insan içine çıkmaz.

Yoktur amaçları, hedefleri ve gündelik hayatın küçük kumarlarını oynayacak serüvenciliği.

Boktan sitcomlar yahut pembe diziler gibi değildir, sezonluk yaz dizileri değildir, gençlik dizileri değildir, romantik filmler değildir, gişe filmleri değildir ya sanat filmi hiç değildir; birbirine benzeyen sıkıcı günleri.

Konuk olduğu; bütün birbirinin tıpkıbasımı yapımlarda soyulmuştur, biraz daha kaybetmiştir kişiliğinden.

Kolay harcanabilir elbette, kendine saygısı olmadığından.

Merak ediyorum hiç mi istemezdi özel hissetmek, kıymetli olduğunu düşünmek, birileri için ufacık da olsun bir anlamı olduğunu düşünebilmek?

 

 

Merhamet

 

İnleyen nağmeler, ruhumu sardığında; ben de masanın üzerinde katlanmış vaziyette duran peştamalı belime sardım.

Hazır olduğumu belirtmek için kapıyı içeriden tıklattım ve masanın üzerine çıktım. Yüzükoyun yatmaya çekindiğimden, sırtüstü uzanarak gözlerimi kapadım.

Fazla sürmeyen gergin bekleyiş başlamıştı.

Bana; lisedeyken evimizdeki reostalı kırmızı ışıklı odamı anımsatan ancak; farklı olarak mor, mavi arası renkli ışığın yandığı loş odaya girdiğimde, şöyle bir etrafı kolaçan etmiştim; meraklı gözlerle.

Karanlıktan pek bir şey seçilmiyordu fakat, oldukça sade ve serin bir odaydı. Örneğin, duvarların ne renk olduğunu seçemiyordum.

Kapının açılış yönünde başlayan duvarda, yalnızca bir kadın suratının sağdan görünüşünün çizimi olan, küçük sayılabilecek bir tablo asılmıştı.

Tablonun olduğu, odanın kısa kenarıyla uzunu birleştiren köşe başında; ağaca benzeyen, ayaklı elbise askılarından vardı; hemen berisinde ise alçak bir puf bulunuyordu. Giysilerimi bu askıya asmıştım.

Uzun kenarda, tahminimce; camlarında siyah filmler ve koyu stor perdelerle kapatılmış, polivinil klorür pencereler duruyordu.

Diğer kısa kenarla birleştiği köşede, üstünde elektrikli ısıtıcı bulunan, alt kapağı çıkarılmış ve içine minik çöp kovası koyulmuş bir komidin; ayakta dikilen vantilatörün yanındaydı.

Kısa kenar, diğer köşedeki duşakabine değin çıplaktı. Masanın üzerinde, peştamal ile birlikte katlı duran havluyu alıp duşa girmeden önce; elimle açıp gerdirerek temizliğini kontrol etmek istedim lâkin, bu yetersiz ışıkta olanaksızdı.

En azından göze batan bir şey yoktu.

Duşla kapının arasındaysa, aynalı bir tuvalet masası yerleşmişti. Üzerinde kulak çöpü, yağ, kâğıt havlu ve bir kumanda duruyordu.

Açılan kapı sesiyle hafifçe irkilerek gözlerim açıldı. Kapıda dikilip güleç ve şen bir sesle selam verirken, eliyle ışıklarla oynuyordu.

Dirseklerim üzerinde, ağırca doğrularak aldım selamını.

Arkamı dönme komutunu aldığımda, sorgusuz uyguladım. O da vakit kaybetmeksizin, ellerine sıktığı yağla birlikte işe koyuldu.

Bu ışıkta yaşını kestiremiyordum ama, saçlarının açık renkli olduğunu anlayabiliyordum. Balık etliydi.

Kollarında şıkır şıkır çınlayan bilezikleri vardı. Saçlarını sıkıca arkadan toplamıştı ve kollarındaki takılara uyumlu, belki de takım olan; iri halka küpeler sallanıyordu kulağında.

Ayağına rahat görünen beyaz spor ayakkabılar, üstüne de tek parça; ayakkabılarıyla aynı renkte, kolsuz, göğüs ve sırtını açıkta bırakan, kısacık etekli, yazlık, efil efil, ferah bir elbise giymişti.

Ayıp olmasın diye pek dikkatli süzememiştim ama; birazdan beni anadan üryan görecek kişiyi, ben de merak etmiştim.

Memişleri iriceneydi, kıvrımlı lakin kaba durmayan bir poposu var gibiydi. Düzgün ve ince olmayan bacakları uzun, incecik bilekleri ise zarifti.

Ancak dudakları, soğuk havada çıplak gezip kapıya çarpmış gibi kocaman şişmişti ve bu surata ait gibi durmuyorlardı.

Neyse ki; o kalın kaş akımına kapılmamıştı kendisi.

 

 

Muamele

 

Bileklerimden başlayıp yukarı doğru çıkıyordu. Kemiklerimi kırmayan sertliği, bence ayarındaydı ve hiç acele etmiyordu.

Belki o da biliyordu çünkü; acele edersek hasta oluruz.

Bacaklarımla ilgilenirken, ayaklarımı kasıklarına bastırıyordu; bu normal miydi, başka türlü yapılamıyor muydu bilemiyordum ancak; bu temaslar beni rahatsız ediyordu.

Bir şey dememiştim yine de.

Acık götümü de mıncıkladıktan sonra sıra belime gelmişti. Uzun saatler, sahada ayak üzerinde geçirdiğim saatler, silikon tabanlıklarıma rağmen; imanımı gevretmişti.

Her ne kadar olmadık zamanlarda ve olmayacak şekillerde tutulsa da belim, bacaklarımın sızısı kronikleşmişti.

Ağrı hissetmediğim zamanları hatırlayamıyor, acı olmadan hayat nasıldı tahayyül edemiyordum.

Bırakmıştım kendimi, gevşemiştim gerçekten. Uyukluyordum hatta, kapalıydı gözlerim.

Laf olsun diye bir şeyler sorup arada muhabbet etmeye çalışmasa veya nasıl geldiğini sormasa; bunların yerine, çenesini kapayıp yalnızca işini yapsaydı keşke diye düşünüyordum fakat; hemen sakinleşip bırakıyordum kendimi ellerine, maharetli parmaklarına.

Belimle ve sırtımla epey uğraşmıştı. Hatta bir yerinde üstüme çıkıp öyle yoğurmuştu.

Belimi, bacakları arasında sıkıştırdığında; ileri düzey temastan kaçınabilmek adına yapabildiğim tek şey, bacaklarına değen ellerimi çekmekti.

Sıcaklığını hissedebiliyordum ama belimin ortasında.

Acayip kulunçlarım olduğunu, bu nedenle sıklıkla gelmem gerektiğini söylemişti.

Daha önce hiç gelmediğimi, sakatlanmadan, doğru şekilde nasıl ve ne sıklıkta yapılması gerektiğini bilmediğimi söylediğimde gülerek;

“Ne kadar çok yaptırırsan o kadar iyi, her gün gel. Hiçbi zararı yok.” demişti.

Açık söyleyeyim, ben ikna oldum.

Sırtımın üst kısmı ve omuzlarımla birlikte, sıra kollarıma da gelmişti.

Memelerini kafama, omuzlarıma bastırıyordu. Berber değdirmesi gibi bir şeyler yaşıyordum, hoşuma gitmiyordu fakat; gerçeği bütünüyle olduğu gibi kabul ediyordum.

Dönmemi söyleyince; masajın başında çözdüğü peştamalı, kaldırıp ellerimle örttüm; kasık cenahımı.

Yarım açtığım mayışmış gözlerimi yumarak tekrar; suya batan bir taş gibi bıraktım kendimi masaya.

Gittikçe ağırlaştığımı ve dışardan görünen fiziksel görüntümü, yoğrularak kaybettiğimi hissediyordum.

Deredeki taşların arasından seken kurbağalar gibi değildi, tehlikeli ve yasak olmasına rağmen; kanalda oynayıp yüzen çocuklar gibi de.

Uzanıp yüzünde asılı kaldığım, yavaş yavaş içinde çözündüğümü hissettiğim, dalgaların beşiğinde tıngır mıngır sallandığım; tepemdeki güneşin, kapalı göz kapaklarımdan sızarak kafama vurduğu, gırtlağıma kadar sarhoşluğa batmışken akışına bıraktığım, serin ıslaklığında öylece sürüklendiğim denizin; tuzlu sularında değildim.

Tepede sabırla süzülüp ani pikelerle ekmeğinin peşindeki avcıların, suyun yüzeyinde oluşturduğu dalgalanmaların; korkunç, vahşi, tekinsiz ve ölümcül anaforlar yaratmadığı gibi benimle bir alakası da yoktu.

Temas ettiği her şeyi dibe çeken, direndikçe daha da saplandığın, hiçbir şeyin canlı çıkma ihtimali olmadığı; üzerinde, kimsenin taş sektirmediği; kenarında kimsenin içmediği, seviyesinin ölçülmediği; herhangi bir ulaşım hattıyla herhangi bir yere bağlanmayan; yani kelimenin tam manasıyla gözlerden uzak fakat, aynı zamanda girilmedik deliği kalmamış dünyada; kimsenin umursamadığı, kendi haline bırakılmış; etrafında sazların yükseldiği, yemyeşil ve toprak rengine çalan, içi alglerce zengin; yüzü nilüfer yapraklarıyla bezeli, çevreleyen ulu ağaçların kuytusunda, durgun halde, dervişane, bir garip göle; çakılan, sivriltilmemiş bir taş gibiydim.

Şimdiye değin buraya ait değildim; bundan kelli, her yere aittim.

Cırcırböcekleri, vakitsiz serenat yapıyordu ve bazı sivrisinek türleri sıtma taşıyordu.

Cüzamlılar, toplumdan soyutlanıyordu ve vebayı yayanların fareler oldukları sanılıyordu.

Köylere girerek kavalıyla peşine taktığı çocukları kaçırıyordu, Tarot Kartı’nda resmedilmiş gibi birileri; fareleri değil.

Ve salgın, esasında pirelerden kaynaklanıyordu ve bitlerden.

Elbette; o dönemlerde kentlerin altyapı sistemleri yoktu ve bütün salgınlar, en çok; çıktıkları yoksul mahalleleri kasıp kavuruyordu.

Doğuştan günahkârları.

Dünyaya, zenginlere her türlü hizmeti sunmak için gelmiş olanları.

Altı su toplayan ayaklarımın, şimdi üzerindeki nasırlar; yukarı bakıyordu ve masöz yine, aşağıdan yukarı doğru bir yol izliyordu.

Sızılar, dizlerimden yukarıda yuvalanmıştı. Dokunuşlarıyla beraber; odadaki havayı derin derin çekip içime, veriyordum nefesimi sızlayan yerlerime.

Koca Kemal, her defasında daha az şişiyor ve ben uykuya daha çok yaklaşıyordum.

Kasıklarıma doğru çıkınca, elinin tersiyle ittirerek pipimi; bir yandan öbür yana yatırmıştı. O zamana değin uyarılmamışken, temasıyla beraber huylandım.

Ellerini, daha hassas olan; bacaklarımın iç bölgelerinde kullanırken irkiliyordum.

Aynı işlemleri, sektirmeden öteki bacağıma geçince de tekrarladı; elinin tersiyle şamarlamak da dahil.

Sonra ellerini genital bölgemin etrafındaki yerlerde; karnımda ve kasıklarımın üzerinde gezdirdi uzun uzun.

Bunu yaparken, bende de ufak hareketlenmeler olmaya başlamıştı; refleks olarak.

Utanmıştım. Sıktım gözkapaklarımı.

Durdu bir müddet, çekti ellerini; açıp gözlerimi bakamıyordum, ne yaptığına.

Sakinleştiğimde, sıra kollara gelmişti. Yukarıdan aşağı doğru; yoğuruyor, gerip esnetiyor ve ellerime kadar iniyordu.

Sıcacık, şifalı elleriyle ellerimi tutuyordu. Dolaşım sistemime yol gösteriyordu.

Göğüs, omuz ve boyun bölgelerim için; tekrar başucuma gelmişti. Kafam, karnına baskı uyguluyordu ve o; adeta arasına aldığı suratımı, memişleriyle tokatlıyordu.

Üzerine, sanki bir hayvanın; bölgesini işaretlemek için bıraktığı çiş keskinliğinde ve maalesef yoğun olarak sıktığı parfüm; geri kalan bütün kokuları bastırmış, koku alma reseptörlerimi felç etmişti.

Kayarak tekrar; karnıma, kasıklarıma ve bacaklarımın üst bölgesine kadar inmişti elleriyle, biraz oralarda gezindikten sonra doğruldu, yan tarafıma geçerek; huylandıracak şekilde, ellerini gövdemde gezdirdi hızlıca.

“Geçmiş olsun,” dedi, “masajın bitti. Rahatladın mı?”

Ağırlaşan gözlerimi güçlükle açarak hafif bir tebessümle,

“Teşekkür ederim,” dedim.

Sözcükler ağzımda yuvarlanmış, sesim homurdanır gibi çıkmıştı,

“ellerinize sağlık.”

O da gülümsüyordu,

“Rahatlatma ister misin?”

Hiç düşünmeden, tereddütsüz;

“İsterim.” deyiverdim ama, “Nasıl yani?” diye de ekledim safça.

 

 

Rahatlatma

 

     Bütün odayı çınlatan, minik bir kahkaha attı.

    “Sen cidden; daha önce hiç, salonlarda masaj yaptırmadın mı?” sorusunu,

     “Hayret bi şey ya!” der gibi; hafif öne eğerek, yana doğru çevirdiği başının istikametindeki eliyle bacağına vurarak ve şaşırmış gibi gülümsemeye devam ederek sordu.

     Ben, “Durumumuz yoktu.” der gibi yutkundum.

Cahildim.

     “Bak şimdi, şöyle oluyor;” diyerek tarif etmeye başladı.

     “Ödediğin ücret miktarına göre; elimle, ağzımla ya da full paket ilişkiyle.”

     Gözlerim kocaman açıldı.

     “Tamam.” dedim.

     Neye tamam dediğimi anlamamıştı.

     “Yalnız üzerimde nakit taşımıyorum, telefondan havale yapsam uyar mı?”

     “Uyar.” diyerek, odaya girdiğinde tuvalet masasının üstünde bırakmış olduğu telefonunu aldı.

     Ben de masadan inip, askıdaki pantolonumdan telefonumu çıkarıp bankanın uygulamasını açtım.

     “Tamam dedin ama, ne kadar diye sormadın?”

“Evet,” dedim, “sormadım.”

Kısa bir sessizlik oldu, çünkü yine sormamıştım.

Elimdeki telefonu sallayarak dikkatini çekmeye çalıştım,

“Parayı nereye yollicam?”

“Buraya aşkım.” diyerek telefonunu gözüme soktu.

“Sen söylesen daha rahat olucak, aslında.”

“Ne aşkımı, ‘aşkito muyum ben’?” diye geçirdim içimden, söylediği numaraları tuşlarken. Üstüme iyilik, sağlık; ne münasebet?

Tutarı da söyledi ve beklemeye başladı.

“Alıcı adı soyadı?”

Söylediği isim, odaya girdiğinde kendini tanıttığı değildi fakat, sorun yoktu.

Transferi yaptım, çok geçmeden ona da bildirim geldi.

Birden; elimde telefonla, loş bir odada, tanımadığım birisiyle çırılçıplak dikildiğimi fark ettim.

“Şimdi n’apıyoruz?” diye sordum.

Güldü.

“Uzan aşkım.”

Sözünü dinledim, hitabı hakkında yorumda bulunmadan.

Cansız, yumuşak, jelibon kıvamındaki, minik, elastik pipimle oynamaya başladı elleriyle.

Gergindim, utanıyordum, tedirgindim ama; çok geçmeden, havaya girmeye başlamıştım.

Kapalıydı gözlerim.

Yeterince irileşip sertleştiğime kanaat getirince;

“Sakın boşalma, şimdi sakso yapıcam.” dedi.

“Elimden geleni yaparım.”

Nereden bulup çıkardığını kestiremediğim prezervatifi; bir takke misali, kamışımın başına oturttu ve ağzını kullanarak giydirmeye başladı.

Sağ eliyle devam ederken, solla da biraz önce büzülen ve içeri kaçan skrotum ve testislerimle oynuyordu.

Şimdi de inleyip; torbamı ve toplarımı emip öpücükler kondururken, gövdesini sıvazlıyordu.

Ardından, diliyle; dibinden, tepesine kadar çıkıp tekrar ağzına sokuyordu penisimi.

Kasılmaya başlayıp istemsiz ileri geri hareketlenmeye başlamıştım ki;

“Kalk bakalım,” dedi, “biraz da sen çalış.”

Gayet memnundun esasında, böyle devam edebilirdik fakat; boynum kıldan inceydi.

Kalkarken ben; o çeviklikle donunu bıraktığı masanın üzerine uzanmıştı. Siyah, dantelli ve kıçakaçan cinstendi.

Aletimi kavrayıp beni üstüne çekerken, ayaklarım yerden kesilmişti.

“Gel.”

Nasıl olduğunu anlamadan, masanın üzerinde bulmuştum kendimi.

İki yana açtığı bacaklarını dizlerinden kırmış, ayakkabılarıyla masaya basıyordu. Kavradığı eliyle, beni kendine çekerek; soruyordu, gülerek

“Ne yapıcağını biliyosun di mi, daha önce yaptım mı?”

“Denemiştim, hâlâ öğreniyorum.”

Kafamı öne eğip, ellerindeki uzvuma baktım.

Başının iki yanına koyduğum ellerimden destek alarak üzerine doğru eğildim.

“Ölmüşlerinin canına değsin” dercesine çektiği; derinden bir “Ohh!” ile kolayca kabul etmişti beni, içine.

Bu denli ıslak ve kaygan olmasını beklemiyordum.

Kafamı tavana dikerek var gücümle gidip gelmeye başladım. Sert ve hızlı hareket ediyordum, Allah ne verdiyse.

“Oh aşkım, evet. Çok güzelsin. Harikasın, çok iyisin. Devam et…” gibi sayıklıyordu, inleyerek; bence ezberden.

Elimden geleni yapıyordum.

“Geliyorum.” diyordu,

“Sırılsıklam oldum.”

Çabalıyordum.

Boynumu göğsümü, köprücük kemiklerimi emiyordu, öpüyordu, yalıyordu.

İnlemeleri şiddetlenince durdum.

“Boşaldın mı?”

“Hayır, sadece yanlış bi şey yapmak; canını yakmak istemiyorum.”

Altımda kıpırdanıp beni yeniden içine alarak,

“Devam et aşkım.” dedi.

“Tamam. Ama rahatsız olursan söyle, uyar beni. Anlayamayabilirim.”

“Şu anda beni harika sikiyosun.” sözleriyle yüreklendirdi ve ekledi.

“Hepsi senin, daha sert. Daha derine.”

“Anca,” dedim, “bu kadarını yapabiliyorum. Özür dilerim.”

Üzerine kapanıp devinimi sürdürdüm.

Bir süre sonra sağ omzuma vurdu, birkaç kez. Toparlanıp doğruldum.

Soluk, soluğa,

“Biz şimdi neyiz?” demedi. Onun yerine,

“Nefes alamıyorum.”

“Çok pardon.”

Bu defa onun sol köprücük kemiği üzerine bıraktım kendimi. Devam ediyordum.

İkide birde,

“Boşal aşkım,” diyordu,

“geldin mi?” diye soruyordu.

Sanırım ekonomik süreyi aşmıştık.

Baktım olacak gibi değil, yorulmaya da başlamıştım.

Boşunaydı.

“İstersen durabiliriz.”

“Devam, devam. Harika. Hep böyle geç mi boşalıyosun?”

“Nerde o günler, çoğunlukla hayal kırıklığı derecesinde erken. Ama her sevişme, erkek gelince bitmek zorunda değil.”

“Biz şu anda sevişmiyoruz ki, sen beni sikiyosun.”

Suçluluk duygusuyla, saçlarını, yüzünü okşayarak biraz daha git gel yaptım.

Artık ben de sıkılmaya başlamıştım. Durdum. Doğruldum. Gözlerine bakamıyordum.

Çıktım içinden.

“N’oldu?”

“Bence yeter.”

“Sırtını keselememi ister misin?”

“Eğer senin için de zahmet olmazsa.”

Ben oturma pozisyonuna geçmiştim, o da doğruldu. Kondomu çıkarıp peştamala sildiği pipimi, biraz daha yalayıp oynadı.

“Kaymak gibisin.” dedi.

Gülmedim, ama gülesim geldi.

Kalkıp terlikleri giyerek kabine girdim. Suyu açıp ayarlayıp ona uzattım. Köpürttüğü keseye bakıyordum.

“Arkanı dön.”

Emir kipi mi, buraya tatsızlık çıkarmaya gelmemiştim.

“Anlat bakalım, nasıl düştün buralara?” diye kafa ütülemeye de gelmediğim gibi.

Sırtıma dokundukça, benim duruşum dikleşti; nereden baksan yirmi santim daha uzadım sanki.

Pamuk gibi olmuş, rahatlamış sırtım açılmıştı, genişliyor gibiydi.

Kabaran bir hindi veya efendimiz gibi uçamayan bir tavus kuşu edasıyla gerinip gevşerken; kıçıma bir şaplak atarak,

“Tamam.” dedi ve

keseyi elime tutuşturarak çıktı.

Sertliğimi çoktan kaybetmiştim, elime sıktığım duş jeliyle kalan kısımlarımı da köpürttüm.

Soğuğa çevirdim suyu.

Durulandım.

Havluya sarınamazdım, kişisel değildi.

Hızlıca kurulandım.

Ayaklarımı sildim, hemen çoraplarımdan başlayarak giyindim.

Mutlu son, benim için; ancak izlemediğim filmlerdeydi.

Holde beni karşıladı, bir şey içmek ister miyim diye sordu; kapıya kadar eşlik ederken.

İstemezdim.

“Başka sefere.” dedim.

Elini sıktım ve ekledim,

“Ellerinize sağlık, çok memnun oldum tanıştığımıza.”

“Beni öpmeyecek misin?” diyerek ağzımın içine kadar sokuldu.

“Bu ne laubalilik, bu ne samimiyet?” diye söylendim içimden.

Yanağından öperek sırtına vurdum.

“Gene bekleriz.”

Asansörü çağırmadan önce, geri dönüp tekrar el salladım gülümseyerek.

O da tebessüm etti.

Asansör geldi.

Kapattı kapıyı.

Cebimdeki hatıra tabakayı açtım. Bir sigara sardım.