KÜVET
Şiir
Bizi
görünce şaşırdı kendini, hayalet kasabanın şerifi. Çığlık çığlığa atlayıp
zıplayarak, çılgınca kendinden geçti. Uzun süreli yalnızlıktan kelli, acık
kafayı yemişti.
Aman vermiyor, kapıyı kesiyor; bir deri, bir kemik ve minnacık olmasına karşın; gaza gelip inanılmaz bir enerji ve cevvallikle hasret kaldığı oyun ve ilgiye öyle bir zorluyordu ki, kayıtsız kalmak mümkün değildi.
Gelişimizin
şerefine verdiği ziyafette; ileri derece avcılık yetenek ve teknikleriyle
gözümüzü boyamak için, paketinden sigara çıkarır gibi otların arasından çektiği
ufacık fareyle arenada uzun süre oynadıktan sonra, gözünü bile kırpmadan -hem
de gözlerimizin içine baka baka- yutuverdi bir lokmada.
Ertesi
sabah, bir sürpriz yaparak; erik ağacından tırmandığı balkonda karşıladı beni.
Kulağının
küçük bir parçasını, belki de bir düelloda yitiren bu arkadaş hakkında malumat topladım;
meğer geçtiğimiz yıl, bu zamanlarda tanıştığım; kardeşleriyle aynı tastan süt
içen, yeni doğmuş yavrulardan biriymiş.
Ayrı eve
çıktıktan sonra, çocuk yaşta anne olmuş ve maalesef kısa süre önce, tüm
yavrularını kaybetmiş; herkes gidip köy boşalınca da bir başına kalmış
buralarda.
Geçen gün
bir ceylanı fotoğraflamaya çok yaklaştım fakat yetersiz kalınca başaramadım.
Otların ve
ağaçların arasından güçlükle seçiliyordu, sokulup ürkütmek istemedim, ben de
üst kata ve hatta çatıya dahi çıktım.
Ne var ki,
yemyeşil yapraklı dallarıyla sık ağaçların arasında görünmez olmuştu. Tekrar
aşağı indim, saklandığım duvarın arkasından çıkıp açık edince kendimi; yemeğini
bırakıp başını kaldırdığında göz göze geldik.
Bir
anlığına duraksadıktan sonra ağzındaki lokmasını çiğnemeye devam etti. Güvenli
bir mesafe de olsa tedirgin olmuştu bir kere.
Yine de
kaçmamasından cesaret alıp bele kadar gelen otların içine dalarak ona doğru bir
adım attığımda ise bana sırtını dönerek gitmeye hazırlandı.
Bunun
üzerine; daha fazla huzursuzluk vermemek adına geri çekildim, ısrarcı olmadım.
Karnını
doyurup ağır ağır çekilene kadar, onu uzaktan seyretmeye devam ettim.
Ama
bulutları seyrettim, hava kapalıydı fakat yukarı çıkınca köpük bulutları.
Aralıktan
görünen mavi deniz miydi yoksa devamı mı gökyüzünün?
Sıcak su
dolu küvetin üzerindeki köpük tabakası gibiydi.
Ben o gece
aramıza mesafe koymak için gitmiştim ama finalde yine yenilmiştim.
Bulut
denizinin altındaki sıcak suda iffetimi muhafaza edememiştim.
Hemen
öncesinde ise köy minibüsünden indiğim gibi soluğu kent meydanının arka
sokağındaki meyhanede almıştım.
Ben
bugünlere kolay gelmemiştim. Buraya gelene kadar geçtiğim yollarda mavilerin ve
yeşillerin; insan zihni sınırlarını aşan hikayelerinin -bir anlık
görünüşlerinin parçası olamadan- aralarından geçtim de gelmiştim.
Ne
manzaralar ne maceralar; dili olsa da anlatabileydi keşke.
Yetmişlerdeki
sahil yolu, henüz yapılmadan önce; dağların çevrelediği bu koy yine
balıkçıların durağıymış. Burnunu denize doğru uzatan dağların kayalarının
ucunda sunaklarının izlerini görmek mümkündü.
Dönenler,
yola çıkmaya hazırlananlar ve dönsün istenenler için adakların verildiği yer
burasıydı. Karanlıkta kaybolmasınlar diye ateşlerin yakıldığı yerler.
Yalnızca
ufacık bir zaman önce burada yaşayan medeniyetlerden geriye, o yerlere verilen
isimleri bile bırakılmamıştı. Hepsinin adı münasip bir şekilde uyarlanmış yahut
tümden değişmişti.
O günlerde
buraları mesken tutanlar, buralara gelseler yine de mesela o sunaktan tanırlar
mıydı veya dağları dibinden oyan denizin açtığı mağaralardan? Denizin ortasında
yükseliveren kayalıklardan?
Şimdilerde
benzeri alışkanlıkları sürdüren bugünün yerlileri, yarın yeryüzünden
silindiğinde; daha fazlası bırakılabilir miydi geriye?
O yol
yapılana değin köylüler, kent merkezlerine yahut kasabalara veya komşu köylere
ulaşımı ancak ve ancak deniz yoluyla sağlayabiliyorlardı.
Oraya
ulaşmak isteyenlerin geçeceği tek yol vardı, suydu. Çoğunlukla; yaşlı, yabani
ormanların kapladığı, düşük verimli topraklarda yaşamaktan, yerleşmekten, kök
salmaktan alıkoymamış, yüzlerini kara çıkarmamıştı; denizin bereketi.
Tepede
manzaraya hâkim bir lokanta, eteğinde kayıklar, koyun sığ sularında; serinlemek
ve binlerce yıllık kadim bağı sezinleyebilmek için kendini bırakan insanlar.
Devasa
yaban otları, yaban meyveleri ve ihtiyar ağaçların arasında; belli, belirsiz,
üzerinde otlarla yaşamın belirerek kendini yeniden ürettiği keçi yolları;
kişiye çıktığı maceranın sonunda aşık edici, eşsiz ve yeni bakış açıları
kazandırmayı vadeden manzaralar.
İster,
istemez yaşadığı deneyim insana; altkümesi ve aslında ait olduğu dünyanın;
uyumlu, huzurlu ve sakin bir parçası -bir an için dahi olabilmenin özlemini-
kanatırcasına hissettirirdi.
Kısacık
ömründe edindiği dertlerin; şu uzun soluklu, nefes kesen ihtişamıyla ve ancak
sezilebilecek bir gizemle sunduğu ve son tahlilde ölümün egemen olduğu; bu
dingin aldırmazlığın içinde ne ehemmiyeti olabilirdi ki?
“Asla böyle
bir şeyi kabul edemem.” diye yanıtladığım annemin,
“İçmeye
dalıp uçağı kaçırma!” uyarısından sonra,
dedemin çok sevdiği Nükhet
Duru’nun, oldukça Akdenizli ve şen klibi eşliğinde;
“Vay be;
içip, içip uçak kaçıran bir korsan olmak da varmış şu dünyada.” düşüncesiyle iç
geçirdim.
Sadece
ekstra ücret ödeyerek; kanadın önünde ve deniz tarafında seçtiğim koltuğuma
kurulup kemerimi bağlamıştım.
Uçmak için,
hemen Beggars Banquet albümünü dinlemeye koyulmuştum zira; uçarken The Doors’u
dinleyecektim.
Efendimiz
de Böyle Yatarmış
Duş
jelinden mamul köpük bulutlarının kapladığı, üzerinde tüten dumanların; loş
mesken elektriği önünden geçerken, seramik duvarlarda oluşturduğu
dalgalanmalara dalıp bir müddet inceledikten sonra; yeterince beklediğim
kanaatine vararak ilk adımı temkinlice uzatırdım.
Ertelemeyle
karşılaştırıldığında daima daha zordu bir şeylere başlamak. Bütün o büyük
yolculukların minicik bir adımla başladığına dair bir şeyler kulağıma
çalınmıştı. Yaptıklarından pişman olmak, yapmadığından olmaktan yeğdir de
derlerdi.
Peki ya
benim hiç çıkmadığım o büyük yolculuklar, kutlu davalar? Sayılabilir miydi
parmak ile veya dokunulabilir miydi gözyaşlarına eller ile?
“İçimde hep
o gezginin acısı, yüzümde gülümseyiş.” der iken;
bütün iyi gezginlerin amacı bir
yere varmak değil miydi ve son olarak çıkar mıydı bu yol bir yere?
İlk ayağımı
attıktan sonra ikincisini sokmak oldukça kolaydı. Bir kuluçkaya oturur gibi
usulca çöküverirdim ve dizlerimin üstünde yaşamaktansa, sırtüstü yatmayı tercih
ederdim. Daldıkça yer değiştirdiğim suları gönderirdim savaktan.
Şöyle
güzelce bir yerleştikten sonra kapanırdı gözlerim kendiliğinden, o sıcaklığın
içindeyken.
Böyle iyi
diye düşünüp biraz öyle kalmak isterken bekleyemezdim; yine daha fazla
kendiliğinden.
Başımı
daldırıp batarken en dibe, bacaklarım dışarı uzardı. Sorardım,
“Neden
Martin, neden? Niçin bu ağırlık, niye sızlıyor bütün kemiklerim, neden hiç
dopaminim kalmamış, kulaklarım niye uğulduyor, tansiyonum niye düşmüyor, bu
çarpıntılar nereye kadar ya bu karıncalanmalar, kramplar, kasılmalar ve
ağrılar?”
Aşağıda ne
kadar vakit geçirebilirdim, nefesimi ne kadar tutabilirdim bilemeden; kayarak
çıkardım periskop gibi yüzeye.
İlk soluğum
körüğe üflenmiş bir can gibi diriliş sahnesi canlandırmazdı. Derin nefese
ihtiyacım olmazdı, hemen el yordamıyla aranıp kaptığım gibi açardım buz gibi
biramı. Sıcacık suda iyi giderdi. Hemen bir sigara da eklerdim yanına,
gevşerdim.
Eskisinden
daha sağlam olmakla ölmek arasında bir fark göremiyordum, lavlara girdikten
sonra.
Her ne
kadar bu kumarı oynamaktansa, alt tarafı sıcak su dolu bir küvete girmiş olsam
da antik medeniyetlerin külleri arasından, halen için için kaynayan volkanların
dumanından sesleniyordum sana.
Eski bir
ritüeli tarif eden; bulunmuş, korunmuş yahut restore edilmiş duvar resimleri
gibi; hâkim inanışın ikonlarına gizlenen yasaklı, sapkın ilan edilen eski bir
dini motif gibi, rakı sofrasından karşı kıyıya hasretle bakan bir sürgün gibi
hatta.
‘Çıplak bir
yaz gecesi gibi yanan etimsin,’ sesleniyorum, rica etsem ‘sesimi duyar mısınız’?
Boşaltamazdım
bulanık zihnimi, berraklaşmazdı da. Bırakırdım, çözünmezdi suda.
Beceremezdim,
bir anlığına da olsa bulunduğum yer ve zamanın bir parçası olmayı; hiçbir şey
düşünmeden durmayı, tekleyen ve verimli çalışmayan beynimi durdurmayı.
Her ne
kadar dışarısı için elimden bir şey gelmese de şimdi bin bir yüzlerinden
diledikleriyle bekleyebilirlerdi dışarıda beni.
Ben bilmem,
“Efendimiz
de böyle yatarmış.”
Uykuya
dalardım.
Dışı Seni
Bir gün
paydosa yakın ziyaretime gelen arkadaşlarım alıştırmıştı esas beni. Yaz
mevsimiydi, tatillerde bile çalıştığımı gördüğüm kabuslardan; kan, ter içinde
uyanarak ferah bir nefes vererekten biraz da şurama yatayım diye uykuya
döndüğüm zamanlardı.
Uzun ve
yorucu saatler, sıkıcı, stresli ve ciddi yaşamsal riskler barındıran;
patronların servetlerini katlayacak, üst gelir grubundan kimselere; yaşam tarzı
ve ayrıcalıklar olarak pazarlanacak; fazlasına sahip kimselerin, ihtiyaç
sahipleri üzerinden kazanç sağlayacağı ve işin nasıl yapılacağı konusunda başka
yerlerde pek de karşılaşmayacağım bazı uygulamaları tecrübe edebildiğim ve para
karşılığı profesyonel hizmet sunduğum bir işle iştigal etmekteydim.
Üstüm başım
toz toprak, kavruluyorum, hava acayip sıcak. Bitap düşmüşüm; kendimi
paralamaktan, leş gibiyim. Yine de kazasız belasız ve düzgün şekilde bitiş
saati belirsiz mesaimi tamamlamaya gayret ediyordum.
O gün, beni
o bataklıktan çıkarıp, bir süreliğine de olsa kendimi krallar gibi
hissettirecek olan hamama götürdüler. Bunca yıl boşuna yaşamışım diye düşünmüştüm.
Köpek gibi
çalışırken arada kendimi şımartmaz, ödüllendirmezsem; bu hayata nasıl devam
edebilirdim? Çekilecek kahır değildi.
Ve olaylar
gelişir. Sonra ben toplumsallaşamamaya, acılaşmaya ve gittikçe içe dönmeye
başladım.
Temel
insani edimler bile külfet halini almıştı, bırak sorumluluk almayı.
Ben şaka
anlayışımı, her şey de anlamını yitirmişti.
Normal
şartlarda sevdiğim şeyleri bile yapamaz, içkiden bile keyif alamaz hale
gelmiştim.
Bu esnada
dünya da aynı kalmamıştı; hatta pandemi vesilesiyle aramızdaki makas
yakınlaşmış, bulunduğum memleketin özgül koşullarıyla ise neredeyse pişti
olmuştuk.
Bildiğimiz,
alıştığımız hayat resmen sekteye uğramıştı. Tabii hamamlar da kapanmıştı.
Ödül, iyi
hissetme ya da değerli olmaktan ziyade; parçası olamadığım dış dünyadan uzakta,
korunaklı ve işgali imkânsız; yalnızca benim olan ve bana ait, özel bir alan ve
zamana ihtiyacım vardı.
İleri
gidemediğim için geriliyordum, geriledikçe kaçıp saklanmaya, geriye, kaynağa
dönmeye olan imkânsız muhtaçlığım artıyor ve her şeyi daha çok güçleştirerek
baş edilmez bir hal alıyordu.
Bastıramadığım
ve beni avcuna alan bu yoksunluğu sıcak su dolu bir küvetle ikame edebileceğimi
sandım. Buna inanmaya mecburdum aslında.
Ne vardı
elimde? Paramparça olmuş, sığınamayacağım bir iç dünya. Beni kabul etse dahi
burun kıvırdığım, dahil olamadığım ve içine almayan dış dünya.
Sıcaktı,
karanlıktı, sakindi ve yalnızca benim ve bana aitti.
Aklıma her
estiğinde sığınabileceğim gizli, güvenli ve biraz olsun gevşeyebildiğim bir
yerdi.
Belki yeniden
doğamıyordum, aradığım huzuru bulamıyordum, hayattaki yerim de burası değildi
besbelli; lâkin hiç olmazsa temizlenebildiğim, başka bir deyişle vaftizcinin
kendini kutsadığı ilahi bir yerdi.
Benim için
yeterliydi. Daha fazlasında gözüm yoktu.
Bir ümidim olmadığından
hayalim de yoktu. Kaybolabileceğim bir fantezi dünyam da kalmamıştı. Herhangi
bir şeye harcayabileceğim yaşam enerjim de.
Exodus
Durgun
haldeki hava birden hararetlendi. Tozu dumana katan bir rüzgâr ve serseri
kurşunlar gibi etrafta seken ilk yağmur damlalarıyla birlikte; aniden kararan
havayı, apaydınlık yapan şimşekler ve düşman ordularının korku davulları gibi
kulakları sağır edercesine gümbürdeyen gök gürültüleri.
Şort ve
terliklerle yakalanmak için ideal bir kombin sayılmazdı pek. Meteorolojiden
gelen uyarıları yayınlamıştı belediyeler öncesinde. Sürpriz sayılmazdı ancak;
bu kadarı da olmaz, biraz sıkıyorlar diye düşündüren açıklamaya rağmen
beklenmedikti.
İnsan, bildiği
dünyadan böylesine alışılmadık ve hiddetli tavırlar beklemezdi ki.
Saniyelerle
içeri kaçana değin göte kadar ıslanmıştım bile. Dedim ki sonra,
“Ben
ıslandım.”
Böyle
şiddetli hava hadiselerinde; dedem de büyük bir coşku ve heyecana kapılıp
fanatik bir taraftarmış gibi doğa olayını, güvenli bir noktadan seyrederken
keyiflenirdi.
Galeyana
gelerek çocuklaşırdı, sevinip güler, nara atar, şarkı söyleyip tezahürat
yaparak ve olan biteni naklederek hava durumuyla bir olurdu.
Gözlerimi
devirip anlam veremezdim, tabiatla kurduğu bu bütünlük ve hayranlık ilişkisine.
Seksen
küsürlerinde bile olsa, yaşlı doğanın küçük ve haylaz çocuğuydu. Parlayan, ışık
saçan gözlerinde görebilirdiniz o çocuğu.
Sonunda
annesine dönmüştü.
Bayrağı
devraldığım gibi kendimi açık balkona atmıştım. Esen, dağıtan rüzgârın
kırbacına; delip geçen buz tanesi yağmurlarına karşı direnecek kadar içkim
vardı cephanemde.
Ağaçlar
devrilmiş, çatılar uçmuş, elektrik direkleri sökülmüş, topraklar göçmüş, taşkın
yatağında medeniyete dair ne varsa dereler kapıp götürmüştü. Yollar kapanmıştı.
Durum
ciddiydi, yıllar geçmesine rağmen kayıplar vardı hâlâ.
Ertesi gün
haberleri görene değin, o gece ne yaşadığımın bilincine varamamıştım.
Yaşam devam
ediyordu. İki kocaman yırtıcı kuş yükseklerde dans ediyordu. Tellere tüneyen rengarenk
minik kuşları kıpırtısız seyrediyordu kediler.
Sabahın ilk
saatlerinde camın önüne kadar gelebilen alışmış çakal ve arkadaşları,
insanların dönmesiyle tepelere uzaklara çekilmişti;
“Sizden
öncesinde olduğu gibi siz gittikten sonra da burada olacağız,” dercesine
müezzinden daha dakik ulumaya
başlarlardı.
“tıpkı
şimdi olduğu gibi.” diyerek kendilerini hatırlatıyordu.
Ağaçların
arasında seke seke koşturan kızıl tüylü güzel kuyruklarıyla aranan tilkiler
ayakaltından uzamıştı.
Dallardan
yolunu şaşırıp evlere girebilen şapşal sincaplar gömdükleri erzakların yerini
unutmuştu yine.
İri
köpekler, bölgelerini genişletmek için keşif görevindeydi.
Yılanlar,
harmanda kurumaya serilen ürünlerin altında zulalanmıştı.
Çamaşır
sepeti veya mandal kutusundan fırlayarak sürpriz yapabilen çılgın
kertenkeleler, su birikintilerinin yanı başındaki taşlara tünemiş
güneşleniyordu.
Hep merak
ettim, acaba baharda buralar nasıldır diye? Kalan üç mevsimi deneyimleme
fırsatım olmuştu. Baharın ilk çiçeklerini, ağaçların donanmasını, bu yemyeşil
ve uçsuz bucaksız alemde; doğanın uyanışını.
Yükseklerdekiler
kalkmasa da eriyen karlar ve ilk yağmurlarıyla gürül gürül akışa kapılan su
taneciklerini. Cıvıldamaya başlayan minik kuşların ilk şarkılarını.
Dünyaya
gözlerini burada açan bebişlerin; çalınmamış gülüşlerini, hayata tutunma
azimlerini. Nasıl da dallardaki yemişlere benzediklerini?
Hiç
kırılmasın isterdim hevesleri. Uğramasın yollarına hüsran, daim olsun neşeleri.
İklim şartlarından aldıkları delilikleri.
Maruz
kaldıkları her doğal güçlükten; onunla uyumlu olarak geliştirdikleri yaratıcı
çözümlerini, keskin zekalarını.
Kokmadan,
bulaşmadan, dokunmadan, hiç ilişmeden geçip gitmek isterdim aralarından; polen
gibi hafif, meltem gibi nahif, ardımda iz bırakmadan okşarcasına, bir ağaç
gölgesinde yatarcasına.
Ve hep o
tatlı insanları, gözleriyle birlikte kocaman gülerken hatırlasam.
İsterdim.
Gün
doğumuna yakın, etraftaki her şeye hoyratça zarar vererek karnını doyurmaya
çalışan yabandomuzu; mısırları kırmış, tarlayı tarumar etmişti.
Ağzını
şapırdatarak karnını doyuruyor, tıslayarak yüksek sesle nefes alıyor,
homurdanıyor ve durmaksızın aranmaya devam ediyordu.
Benim
açımdan sorun yoktu ancak, başkaları gürültüsünü duysa canına kastedeceklerdi.
En iyi ihtimalle yara almadan ancak ödü patlamış şekilde canını kurtarmak için
koşmak mecburiyetinde kalacaktı.
Bu engebeli
arazide bir yerlerden yuvarlanması, bir şeylere takılıp tökezlemesi, sakat
kalması işten bile değildi. Ne lüzum vardı?
Bir de
insanlar,
“O saatte,
orda ne işi vardı?” diyeceklerdi, utanmadan.
Kendisi
olmaktan gayri suçu olmayan garibanın, kendi kabahati olacaktı; başına
gelenler.
Bir canlı
yahut eşya, olduğu şey yüzünden başına geleni hak etmiş olabilir miydi?
İnsanların
çevirdiği, gırtlak gırtlağa canları pahasına savaştıkları; sahip olduklarını
sandıkları toprakların mülkiyetini, bir yabandomuzuna nasıl izah edebilirdiniz
ki?
Hayatını
vakfetmiş, kanını, terini, emeğini akıtmış olduğu toprakla kurdukları bağı;
asla bunu deneyimleyemeyen kişilerin kavrayabilmesini beklemiyorum.
Orada, o
doğanın, toprağın parçası olan insandan; oraların sahibi ya da efendisi değil,
oradaki her şeyle birlikte paydaşı olduğunu görebilmesini isterdim fakat.
En
basitinden kurdun, kuşun imkânı olmadığından savunamadığı hakkı sorsalardı;
derelerini kurutan, verimliliklerini öldüren HES’lere müsaade etmezlerdi.
Denizleri çevirip çiftlikleştirmeye çalışılmasına da.
Dereler
besinlerini taşıyamayınca, denizde balık mı kalmıştı sanki?
Neden
yapılan her müdahale; ıslah etmek, gezegeni daha iyi bir yer haline getirmek
için değil de bilakis, onu dejenere etmek, yok etmek ve sömürmek üzerineydi?
Bırakınız
aksınlar.
Tamam da bu
arkadaş niye yalnızdı? Eşi, dostu, çoluğu, çocuğu, anası, babası yok muydu?
Geride
derinlemesine eşilmiş toprak izleri ve kırık dökük bir mısır tarlası bırakarak
karanlıkta kayboldu.
Yalnız,
cidden birbirine kattığı ortalığın anasını ağlatmıştı.
Heba olan
emeklerini korumak için insanlar, bu zamana kadar yaptıkları gibi bir yolunu
bulmalıydı ve bu yol; öyle ilk akla gelen veya en kestirme olmak zorunda
değildi.
Olması
gereken; kimseciklere zarar vermeden, yarattıkları ahengi korumanın çaresine
bakmaktı.
Sonuçta
güçlü olan, akıllı olan, egemen olan, insan olan, doğayla inatlaşan ve
yaşadıkları dünyaya en çok zararı dokunan onlardı; yabandomuzları değil.
Birazdan
komşunun kümesindeki mağrur horoz Güneş’i selamlayacaktı.
“Buraların
kralı benim. Heyt ulan! Var mı bana yan bakan?”
dercesine, kasıla kasıla acayip poz
kesiyordu. Benim diyen yanına yaklaşamazdı.
Ama
kümesin öncüsü o değildi bir kere.
Her şey, her defasında ona çizilen sınırları
aşan bir tane tavuğun inadıyla başladı.
Birkaç gün
sonra iki oldular. Derken, aynı kararlılıkla yılmadan devam ettiler ve sonunda
bütün kümesi alıştırdılar.
Bugün,
“Gücümüz
birliğimizden gelir!” diyordu,
Özgür
Tavuklar.
Seneler
önce, Can Barslan’ın Leman’da; gerçek bir vakayı çizdiği Özgür Koyun hikayesini
anımsatmıştı.
A3’e
bastırıp, okuldaki bütün sınıfların panosuna üşenmemiş, gidip bizzat asmıştım.
Çitleri,
telleri, sınırları, uçurumları aşmayı göze almış inatçılar ve korkudan, kaval
ve otun tembelliğinden; zincirlerinin dahi farkına varamayan insancıklar.
İyi, kötü
sürdürdüğünüz yaşantınızda siz; hangisi olmayı tercih etmiştiniz?
Hangi
sıfatınızla bakıyordunuz aynaya ve sihirli aynanın size gösterdiği basit bir
yanılsama mıydı yoksa acı gerçekler mi?
Bizim
Artist Horoz’un sahnesi başlıyorsa; bunun benim için anlamı uyanmam, tıpayı
açarak içine sızdığım suyu boşaltmam gerektiğiydi.
Hayat
sokaktaydı, gerçek dünya dışarıda ve hayat beklemezdi ancak; benim de ondan bir
beklentim yoktu, kalmamıştı.
ÖNSÖZ
Tuzak
Keskin ayaz
ve kömür dumanıyla yoğunlaşmış ağır sisin ortasında, bomboş yolda, farları
kapalı bir otomobille; emeklercesine hareket halindeydik.
Birazdan
servislerle tıkanacak olan trafiğe yakalanmamıştık.
İki bira
içip biraz sohbet ederiz dediğimiz bir gecenin, henüz aydınlanmamış sabahında;
ön koltukta büzülmüş, camdan içeri saldırganca dolan yakıcı soğuktan
titriyordum.
Bütün gün hasta
hissettirecek berbat bir akşamdan kalmalığa doğru ilerliyorduk.
Aslan
Bacanak İlke arabayı; açtığı camdan dışarı kusup ve arada kafasını
kaldırdığında soluklanıp da bana doğru
“Sıkıntı
yok, her şey yolunda.” der gibi kapalı gözleriyle gülümserken;
yanlışlıkla göz ucuyla dahi
bakmadığı yolda tutmakta; en ufak bir zorlanma emaresi göstermiyordu. Bu
ustalık güvende hissettiriyordu.
Açık tutmak
istiyordum gözlerimi, ola ki yumarsam her şeyin uğursuz bir şekilde sallanmaya
ve yer değiştirmeye başlayacağına inanıyordum. Şu anda buna hiç hazır değildim.
Paramparçaydım,
kendimi bile tek parça tutmayı başaramamıştım. Sonra kim uğraşacaktı, ‘saçılmış
bir nar gibiyim’ diyecek olan partiküllerimle?
Ben ki tüm
zerrecikleriyle rüzgârda savrulurken bile yorgunluktan bitap düşerdim.
En azından
dışarıdaki götkesen soğuğuna nazire olarak camları sıkıca örtüp klimayı
köklememiştik. Sorsalardı veya seçme hakkım olaydı, havasızlığı mı yoksa kirli
havayı solumayı mı tercih ederdim diye düşündüm?
Seçme
hakkımdan, acaba tam olarak ne zaman feragat etmiştim yahut bunu ilk ne zaman
fark etmiştim?
Yoksa ben
de çam sakızı çoban armağanı, minicik bir katkı dahi sunmamış mıydım hak arama
mücadelelerine?
Bu şartlar
altında, tek kelime bile konuşma hakkım söz konusu bile değil miydi?
Belki de
hasbelkader bulunmuş olduğum bu zamanda, bahsi geçen şey kocaman bir illüzyon
muydu da gerçeğin anlık görüntüsüne kapılıp manipüle edilmek işime mi geldi?
Bu şekilde,
kendimi tenzih ettiğim gübrelerden evla mı görmüştüm?
Bana kalsa
ne böyle buz gibi dondursun ne de buharlaştırsın; hani ışığı biraz kısıp
müziğin sesini biraz daha açsak da havaya girsem; dans etmek için gibi.
Aslında
ölümcül olan, hayati konulardan kaçınıp mayın tarlasının etrafından dolaşacak
kadar akıllı olduğumu düşünürken; hayatta kalma şansımı arttırmış olduğumu
sanmanın gururuyla önemsiz konularda ahkam kesebilmek, şımarık bir pislik gibi
küçük burjuva konformizmi değil miydi?
Peki sırf
sert biri olduğumu kanıtlamak için hipotermi geçirmem mi gerekirdi?
Dikkatimi, esasında
sırf neden kaçınmak için; zaten bulanık zihnimi böylesine dağıtmaya
çalışıyordum bunlarla?
Ne zamandan
beri vazgeçtim, bıraktım?
Ezeli ve
ebedi olması en azından şu anda, şimdi işime gelmez miydi?
Niçin böyle
zayıf anlarımı kolluyordu pusuda beynim?
Kendinden
emin rijitlikte, jilet gibi keskin ve yüksek çözünürlüklü netlikte; kayayı
delerek cevheri işleyen duru saflıkta, bir daha dönmemecesine geçtiği her yere
yaşamı armağan ederek ‘rengahenk’ içinde kesintisiz, durmaksızın süren devinimlere
haiz değildim.
Avuçlarımda,
alemin sırrını çözen billur bir mantrayı taşımıyordum.
Cebimdeydi
ellerim, kafam öne düşmüştü. İstemsiz kasılmalarla üşüdüğüm, ciğerlerime dolan
hava; temiz olamaz mıydı yalnızca?
Sonra ben
bir anda hazırlıksız yakalandım.
Bir defa kültür,
sanat filan bunlar boş işler; sonra benim sevdiğim insanlar ekseriyetle bunalım
takılıyorlar ve dönüp dolaşıp ‘olan yine sana olur’ a geliyordu iş.
Soruyordum
kendime
“Hiç
bunları kendine dert etmeye değer mi?” diye?
Epey
zamanımı alsa da sonunda fark ettim ki bütün bunları, durduk yere, ben; kendime
etmiştim.
Ne güzel, ben
o işleri bırakalı çok olmuştu.
O sabaha
karşı, o yolculukta, o arabadayken yakalamıştı beni. Artık ne soğuk hava ne
kirliliği ne de olanca lafazanlık kalmıştı.
Radyosunda
arabanın,
“Tuzak
bunlar” diyordu işte.
“Demek
yaşamak buymuş” dediğim şey,
uğruna hayatta kalmaya devam etmek
için ölesiye kaçtığım şeyler, bunlarmış bir zamanlar.
Ya da bunu
ben demedim.
“Yapıcak bi
şey yok, bu işler böyle.” Dedim, kendi kendime.
“Ne derler
bilirsin, kimin arabasına binersen onun türküsünü söylersin.”
Sevimli
Hayalet
Kıpkırmızı,
tertemiz tıraşlı, güleç bir surat; yandan ayrılmış, muntazam sarışın saçlarıyla
bıyıkları arasında; alnının hemen altında, akları kızarmış boncuk gözleri ışıldıyordu.
Konuşkan ve
enteresan şeyler anlatan bu hoşsohbet adam, insanı büyülüyordu.
Tercih
ettiği takım, saçlarıyla uyumluydu. Hayal meyal güçlükle anımsıyordum ve o
zamanlar anlamadığım şeylerden bahseden bu kişinin; ne anlattığı hakkında, en
ufak bir fikrim; şimdi bile yoktu.
Eşiyle
birlikte bize rakı, balığa gelmişlerdi. Okulöncesi dönemdeydim ve tek
diyebileceğim, alkol hakkındaki edindiğim ilk olumlu izlenimlerden olduğuydu.
Ben, o
zamanlar çok mutlu bir çocuktum.
Upuzun bir
kulede, düz duvara tırmanmaya çalışan bir şövalye hakkında; belki de
Rapunzel’in okuduğumuz kitapların yazmayacağı bir versiyonuydu.
Anlatısını
bitirdikten sonra; pürdikkat, efsunlu bana dönerek şakalı bir şekilde ana
fikrini bile söylemişti.
Muvaffak
olamayan kahraman, yaşlı babası tarafından bilgece alaya alınıyordu.
“Ben
demiştim,” demişti kesin veya o minvalde bir şeyler
“daha en
başında.”
Hüsran
mıydı yoksa Olimpik bir oyun olan Sırıkla Atlama’nın doğuşu muydu?
Sanki olay
Ege yöresinde bir yerlerde geçiyordu.
Belki büyüyünce
anlardım lâkin, bu kadar çok şeyi nasıl aklımda tutabilirdim?
O zamanlar
sünger gibi ufacık bir jesti, belki bir refleksi dahi kaydediyordum da neyin
önemli olduğuna nasıl karar veriyordum acaba? Bir kısmı muhtemelen yazılımımda
da vardı. Ancak pek azı günümüze ulaştı.
Tarihte,
tahrip gücü yüksek birkaç yangın yaşanmıştı; üstelik ekseriyetle kundaklamaydı.
Önemli bir
bölümünün tek ve en güçlü şüphelisiyse benden başkası değildi ve bendeniz
hiçbir vakayı açıklığa kavuşturamadan soğumaya bırakmıştım; aruz vezniyle
zamanaşımına.
Beceriksizliği
kabul etmek, edimlerin sorumluluğunu alabilmekten teferruatsız gelmiş olabilir
miydi?
Bir defa
bugünlerde ve olası ki yarınlarda, başvuracağım hatıralarımı çağırdığında
gelmezse; beynim?
Olaya
bizzat el atarak boşlukları doldurur, noktaları birleştirir; detayları
değiştirir ve işine geldiği gibi elindeki kırıntılardan yepyeni bir gerçek
pekâlâ yerine getiremeyecekse, kafatası içindeki işgal ettiği yerde ne işe
yarardı?
Saksıyı
çalıştırmak lazımdı.
Telafi
etmek yahut tamamlanmak için sürekli kendi anılarını yaratır, türlü türlü
oyunlar oynardı.
Kendi zihni
bile kandırıyorsa kişiyi, bu zamanlarda kime güvenebilirdi?
İhtiyaç
duyduğumuz saf gerçek miydi yoksa tedavi mi?
İyi, kötü
bir şekilde; şimdilik hayatta kaldığım ve yaşadığımı sandığım ölümcül deneyim,
basit bir aldatmacadan mı ibaretti?
Anılarım
bile silinmişse, hasarlıysa ve öyle olduğunu sandığım bir yeniden üretimse;
bana ait değildi.
Bunu kendi
kendime neden yapıyordum, neyin karşılığında satmıştım kendimi?
Bu bir
süreçti, sadece zaman meselesiydi.
Artık
konulu film izlemiyordum. Zor geliyordu takibi, tahlili ve ihlali.
Acı da
veriyordu hem de fena.
Bir
zamanlar hevesle biri ağzımda, biri boğazımda anlatmak için yanıp tutuştuğum
tasavvurunun; savrulan külü dahi kalmamıştı boşlukta.
Acı vardı,
yalnızca acı.
İzlediği
filmler konusuz, yalnız ve acı.
Ama
işte o acayip hikayeler anlatan İskender Amca’nın, toplumca takdir gören
eserler veren oğlu; uzun metrajlı bir film çekmişti.
Benimse
belam kaşınmıştı, bozup tövbemi oturup izlemiştim işini.
Film,
mahrem yerlerimden uygun olmayan şekilde, izinsiz ve kabaca yakalamıştı beni.
Canımı acıtıyordu.
Benim
hayatımda daha fazla acıya yer yoktu, zira acıdan gayri bir şey kalmamıştı.
Sevincim,
öfkemi de yanına alıp terki diyar etmişti. Olumsuz da olsa hiçbir motivasyonum
kalmamıştı, sadece acı. En büyük dayanağım, tek sığınağım şaka anlayışımı
yitirmiştim.
Kötü bile
olsa bir şeyler hissedemiyordum. Temel yaşam belirtileri bile bana ağır
geliyor, acı veriyordu.
Aklıma
gelen sorulardan birisi,
“Geleceği
elinden alınan bir adamın, geçmişi de elinden alınabilir miydi?”
Diğeri ise
“Mutlunun,
mutsuza borcu var mı?” idi.
Kargaşanın
ortasında, olayların içinde ve her anından doğrudan etkilendiği fakat; ait
olmadığı bugüne erişse de dalları, kökü derinlerdeydi.
Klişe
sayılacak, acıklı çocuk klasiklerine konu olmuş veya acındırmak için oralardan
apardığı; isimsiz ve kimsesiz, sıradan ve değersiz bir hikâyeden bahsediyordu;
ilk yılları için.
Sonra bir
şeyler olmuştu; beynini içten içe kemiren, zihnini bulandıran.
Yüzleşemiyordu,
fakat peşini de bırakmıyordu.
Borçluydu,
suçluluk duyuyordu, korkuyordu.
Çaldığını
yerine koyabilmek, diyetini ödeyebilmek; sonra da geldiği gibi kimsesiz, yitip
gitmek istiyordu bir havuzda; elinden gelse.
O zaman
korkmazdı, onu bekleyen sondan. Kucaklayabilirdi kaderini, barışabilirdi, mutlu
bile olabilirdi hatta.
Anılardan
farklı olarak, bazı gerçeklerin telafisi yoktu. Ne yazık.
Geleceği
elinden alınan biri, geçmişi değiştirebilse belki; sahip olmadığını, ancak bir
başkasına verip huzura erebilirdi.
Bir
zamanlar; her fırsatta okurdum. Hep yanımda olan çantamda daima bir kitap
olurdu.
Gübrelerin
boş muhabbetlerinden onlara sığınırdım. Sıkıcı derslerden, bir sonraki herhangi
bir adıma kadar geçen uzun boşluklardan, bulunduğum fakat ait olmadığım
mekanlardan ve şimdiki zamanlardan ya da insanlardan.
Hep
aradığım, ama hiç sahip olmadığım; kendime ait özel bir alanı ikame etmeye
çalışırdım.
Geceleri,
annem veya babam; uyumam için bana masallar anlatır yahut kitap okurdu. Bu ben
okumayı sökene kadar sürdü, çünkü başka çareleri yoktu.
Çünkü uyku
vakti geldiğinde geceleyin; ben vahşileşir, kudurur ve şımarırdım.
Uyumaktan,
sanıyorum karanlık gibi korkardım.
Ama
hikayeler beni sakinleştirir, kendi dünyalarına çekiverirdi.
Bu defa da
meraktan direnmeye çalışırdım, yenik düşene kadar uykuya.
Sonra, o
zamanlar bana kocaman gelen ellerinin belirli bir bölümünü kavrayıp kaşırdım.
Bunu uyurken de bırakmazdım zira; ben terk edilmekten, uyumaktan da fazla
korkardım.
İşleri
gereği, onlardan yirmi dört saat boyunca ayrı kalmanın bakiyesiydi. Bunu o
şartlar altında anlayabilmem mümkün değildi elbet, ancak çocukluk travmaları da
insanın peşini bırakmazdı ömür boyu.
Mesela
dediğine göre; annem geldiğinde, beni kucağına alırmış ve ben gün boyunca onun
yüzüne bakmazmışım. Küsermişim, gittiğinden.
Bu aralar
çok popüler olan bir kalıp olarak ta ki -günün sonunda- şeker gibi eriyip,
pamuk gibi yumuşayana ve her şeyi unutup bembeyaz bir sayfada, tertemiz bir
başlangıç yapmaya hazır olana değin.
Doktor
bana,
“Peki sen
arkadaşlarınla kavga edip küsünce ayrılmıyor musun?” diye tuzak soru sorduğunda
ona,
“Ama biz
sonunda barışıyoruz.” demiştim.
Kafasını
yana doğru eğip kollarını iki yana açarak yenilgiyi kabul etmişti.
Konuyu
değiştirmeye, dikkatimi dağıtmaya çalışmıştı ardından; boşuna.
Bilim, daha
onlu yaşların başındayken; karşımda çaresiz kalmıştı.
Eskiden
ben, film izlemeyi de severdim aslında.
Sebebini
bilmediğim bir suçluluk duygusu, huzursuzluk ve utanç içinde geçen; uzun,
karanlık ve sakin gecelerin bazılarında; o günlerde kanallar sağlam filmler
verirlerdi, onları izlerdim.
Sinemaya
gitmek ise ailemiz için önceden planlanan, kıymetli ve özel bir etkinlikti. Her
zaman olmaz, öyle her filme de gidilmezdi ayrıca.
Sansür
geçirmeyen travmatik Yeşilçam Filmleri; güpegündüz yayınlanırdı. Seyrederkenki
dehşetim, şimdi düşününce komik bir saçmalığa dönüşüyordu.
Sınırda
yaşadığımızdan, antenimiz Yunanistan kanallarını da alıyordu. Ben daha okula
gitmezken, Yılmaz Güney’in yasaklı filmlerini de o kanallardan izlemiştim.
Şanslıymışım.
VCD dönemi
başladı, ben düzenli olarak sinemaya gitmeye başladım, festival filmlerini,
vizyona girecekleri filan takip etmeye başladım; şartlar değişti ve değişti.
Aslında
varmak istediğim nokta şu ki; ben kendi çapında, yeni keşiflere açık ve
bildikçe, öğrendikçe tatmin yaşayan biriydim. Kıtlıktan çıkmış gibi aç ve
susuz, saldırıyordum.
Benimle
kitaplar hakkında konuşmak isteyenlere; küstahlıkla, züppece caka satarak,
“Filmi
çıkınca izleriz.” derdim.
Ama bahsi
geçen filmin; benim normal şartlarda çoktan okumuş olmam gereken; “9,75
Santimetrekare” isimli kitabın uyarlaması olduğunu öğrenince, gübreliğimi
metanetle karşıladım.
Düşmüştü
süngüm, kesilmişti iştahım.
Artık
bilginin ulaşılmaz lezzeti de cezbetmiyordu, bilmemenin utancı da.
‘Bildiğimin,
yanıldığıma yetmediği’ dünyada, tutkulu genç bir dimağ değildim.
Dışarıda
pek çok başka şeylerin olduğunu kabul etmekle beraber, benim için yeni ve
farklı yahut heyecanlandıran bir şey yoktu.
Kısacası,
artık benim için hiçbir şeyin anlamı yoktu.
Ne gelirdi
elden, bu saatten sonra?
Artık
yalnızca,
“Film filan
izleriz.” diyebiliyordum.
“İnsan
yaşadığı yere benzer”
Denize girmekte
oldum olası güçlük çektim. Islaklarına kadar, kızgın kumlara basmadan
geçebilmek için giydiğim terliklere dolarak yine de yakardı ayağımı. Araya
karışıp batan dikenler de cabası. Yine de severdim oralarda olmayı.
Islağa
vardığımdaysa ayağımdan sıpıtıp terliklerimi, parmak ucuyla kontrol ederdim
sıcaklığını.
“O kadar da
soğuk değilmiş” diyerek bileklerime kadar ilerlerdim.
Ayaklarımdan
dizlerime doğru bir ferahlama gelirdi, ama hemen ardından, ihtiyatlı adımlarla;
dizlerime kadar girince tedirginlik baş gösterirdi.
Titremeyle
ancak dizlerimin biraz üzerine gelecek kadar devam edebilirdim, ürkekçe.
Artık bu
noktada bütün vücudum kasılır, dalgalarla senkronize olarak parmak uçlarımda
yükselip alçalmaya başlardım.
Önümde;
atlayamayacağım bir sığlık, adımlayamayacağım bir soğukluk.
Bütün
eğlenceyi kaçırırdım, uzunca bir süre.
Bugüne
değin, yalnızca bir kişi; sulu şakalar yaparak kişisel alanımı ihlal etmeye
cesaret edebilmişti.
Başka hiç
kimse yapamazdı çünkü.
Esasında,
ıslatmasına gerek bile olmazdı; zira aklıma geldiğinde dahi -ben zaten
ıslanırdım.-
Kolumdan
tutup, beni buzlu sulara da devasa dalgaların koynuna da sürüklerdi.
Küfredemezdim
bile gülmekten.
Bok
çuvalıymışımcasına tutup suyun içine bırakmaları için eşraftan kişileri dahi
örgütlerdi.
Ne diyebilirdim
ki?
“Baştan
biraz soğuk ama girince alışıyosun.”
‘Aynı nehre
iki defa girilmezdi’ ya ben de o suların yanından bile geçmezdim zaten.
Artık ne
dışında ne de içinde konumlandırabiliyordum kendimi çemberin.
Kopmuştu
zincir.
Birtakım
plastik şekil değiştirmeler yaşanmıştı.
Dediğim
gibi; kültür, sanat, filan bunlar boş işler. Her şeyden önce beni üzüyorlar,
çok kızıyorum onlara ve kaçınıyordum mümkün mertebe.
Artık yeni
bir şeyler keşfedemiyor, kişiler ve olaylar arasında; yeni bağlantılar
kuramıyor, bir bütünü sindirip parçalarından; kendi meşrebimce, yeniden
üretemiyordum.
Uzun lafın
kısası, sertleşemeyen bir penis misali işlevsizdim.
Ne
dayanacak takatim ne uğraşacak gücüm ne de işe yaramaz keşiflerimi paylaşacak
hevesim kalmıştı.
Ama bu tek taraflı
değildi. Dünya da benim için yanıp tutuşmuyordu.
Kendindeki
eksiklikleri örtbas etmek ve vahşi arzularını doyurabilmek için, izlediği
saldırgan politikaları ve başka ülkelerin iç işlerine karışmayı ‘Stratejik
Derinlik’ olarak adlandıran ve bu güdüyle attığı yanlış adımlar sonucunda, her
defasında kan kaybederek dışarıdaki itibarını yitirip çaptan düşen, ‘Hasta
Adam’a dönen; nihayetinde parçası olduğu dünyadan ve onun gerçeklerinden
uzaklaşırken de sahte ve şoven bir ‘ulusal gurur’ ile kendini ‘Zirvedeki
Yalnızlık’ gibi deli saçmalarıyla kandıran ve buna inanan bir devlet düşünün.
İnsanlar
böyledir, yaptıkları şeylere mazeret göstermekte acayip yaratıcıdır; çünkü ilk
olarak yaptıkları her şeyi kendilerine karşı açıklayıp mazur göstermezlerse
devam edemezler.
Akıl dışı
davranışlarının hepsini rasyonalize edebilmek için bütün entelektüel
birikimlerini seferber ederek çeşitli safsatalarla insanın ağzını açık bırakıp
bu şaşkınlıktan yararlanabilecekleri örüntüler bulurlar.
Et yiyoruz
örneğin; hem de onları sırf bunun için sistematik bir şekilde, en verimli
olabilecekleri biçimlerde, endüstriyel olarak; üretip yetiştiriyoruz ve sırf bu
yüzden bile çıldırmıyoruz.
Sırf
çıldırmamak için bir sürü yalanlar, mitler, dinler uyduruyoruz;
gelenekselleştirip ritüel halinde ve en ufak bir rahatsızlık dahi duymadan
bayramlar kutluyoruz, diyetimiz olarak kendimizle onları değiştiriyoruz ve
kurduğumuz tahakkümden kendimizi alemlerin rahmeti sanıyoruz.
Bizi, en
iyi gösterecek şekilde ürettiğimiz sihirli aynalara bakarken nasıl haksız
çıkabilirdik? İstediğimizi elde ettiğimiz görüntülere bakarken, kim aksini
iddia edebilirdi?
Karşımızdaki
savunmasızları, kendimize karşı kim savunabilirdi?
Büyümek,
genişlemek, şişmek için daha fazlasını isteyen açgözlü hükümdarların; sırf bu kötü
emellerine alet etmeyi amaçlayarak gönlümü almak için sıktığı palavraları,
değersiz yaşantımı özgür irademle ateşe atmam için söylediklerini anlamak için
alim olmaya gerek yoktu.
Değil
yalnızca benden, kendilerinden bahsetmedikleri her an; söyledikleri her şey
yalandı.
Koca bir
yalan.
“Üzgünüm,
bi tanrı yok ve hepimiz ölücez.”
Bir Türk, ‘dünyaya
bedel’ mi gerçekten?
Kendimle
barış sürecinde, bir adım atarak; en azından kanıksadığım mutsuzluğumu kabul
ettim.
Mutluluk
bir mecburiyet bile değilken ve onunla ne yapacağımı bilemezken; bu saatten
sonra benim neyime?
Ağlayıp
sızlayarak acıdan yakınıyorum ve ölesiye korkuyorum.
Bunun
yerine, biraz olsun cesaretim olsaydı geçmişi değiştirebilir miydim -gelişi
dünden belli- sahibi olduğum ve baktığım bugünden?
Tamir ya da
en azından telafi edebilseydim; bu içinde affı da barındıran gerçek bir barış
olurdu.
En kötü
kabuslarımda dahi görmekten korkacağım kendi içine çöken bir yıldız kadar
yalnız ve kaçınılmaz.
‘Dünya
almıyor beni’
“Senden iyi
olmasın, bi arkadaş… Edip Cansever söyleyince şairane oluyo ama…”
Belam
kaşınmıştı gene.
On senelik
bir aranın ardından, yeni bir albüm çıkarma kararı vermişti ‘mor ve ötesi’.
Dediğim
gibi kültür, sanat boş işti ve ben o işleri bırakalı çok olmuştu. Ne iyi.
Bir
çılgınlık edip dinleme gafletine düşmüştüm.
Artık
hiçbir şekilde bağ kuramayıp parçası olamadığım; benim için yeni ve farklı bir
şey yok diye düşündüğüm yer ve zamanda; üstelik, artık aidiyet hissetmediğim
bir ülkeyle bu denli benzeşebileceğimi ummazdım hiç.
Yaptıkları
o parçayı dinleyince,
“Beni de mi Ahmet Davutoğlu mu yönetiyor?” diye düşündüm.
TÜTÜZ
Tütün Prens
Hemen
kapısının önüne bağladığı motoru, minik dükkanında olduğunun emaresiydi. Bazen
gün içinde, mesai saatleri dahilinde, işinin başında olması gerekirken; asma
kilitle bağlanmış olurdu kapısı.
Bir
keresinde oralarda mı diye bilgi almak için komşu tekele sorduğumda, onun biraz
garip olduğunu söylemişlerdi.
İçeride
fazla ürün çeşidi olmamasına karşın, zoraki bir düzenle boş vermişliğin
dağınıklığı; enteresan bir denge tutturmuş gibiydi.
Bu öylesine
doğal ve tatmin etmeyen bir başarıdır ki; kendiliğinden, bir anda, yoktan
bitivermiştir gibidir.
Bu kusurlu
ve rahatsız edici tablo, o denli ezeli ve ebedi görünür ki; dışarıdan
bakarsanız ilahi bir müdahalenin tezahürünü ararsınız, içeriden ise
tanrıtanımazsınız.
Eğer ki,
‘Cehennem başkaları’ ise dışı seni içi beni yakar iken,
“Where’s
your God now?” diye aranırsınız.
Vitrin
görevi gören, öndeki camla birlikte; dört tarafı tozlu ürünlerin, satılmak
üzere dizildiği raflarla çevrili; çuval ve büyük poşetlerin kapının önünde,
yerde, özensiz durduğu; taziye evini anımsatan, soğuk dükkânın bir masası, biri
insanlar oturmasın diye kasten ürünlerin yığıldığı; iki sandalyesi vardı.
Diğerinde
zaten o otururdu, kaybolmak istercesine saklandığı, Yetmişli Yılların
Saykodelik Yeşilçam müziklerini açtığı bilgisayarının arkasında.
Uzun,
incecik dal gibi bir adamdı. Kırlaşmış açık renkli saçları; yine o döneme
uygun, uzunca bir jön tıraşıyla yandan ayrılmıştı.
Çukurlaşmış
ve feri sönmüş renkli gözleri, müşteriyle temas kurmaktan bilhassa kaçınırdı.
Gözleri
gibi cılız ve cansız, incecik bir sesi vardı ve karşısındaki duysun diye hiç
kendiciğini zorlayamazdı; belki de tam aksine, duyulmamak için boğardı; bastırırdı
sesini.
Yerdeki
seramikler, duvarları kaplayan raflar ve tavan; tozdan kararmaya başlamış
beyazdı, içeriyi aydınlatmayan solgun ışığı gibi.
Ama
camları, sanki vitrindekileri sergilemenin tersine; gizlemek ister gibi kara
filmlerle kaplanmıştı ve soluk teni gibi zevksiz bir açık griydi doğramaları.
Ticaret
yapmak için değil de mecbur kaldığı için göz önünde saklanmak zorunda kalıp da
becerememiş gibiydi.
Ama
saklanmaya çalıştığı dünyanın da umurunda değildi sanki bu halli.
Her gülüşün
canını yaktığı, komik bir ilginçlikteydi.
“Demek ki,
yaşadığı zamana ait değil.” demişti, görmüş geçirmiş, bilge bir edayla ve
yumuşacık; babam.
Hem merkezi
bir yerde hem de aynı zamanda bir ara sokakta olmayı başarabilmiş, kolay
bulunmaz ama ararken de kaybolunmaz bir yerde kurmuştu tezgahını.
Goethe
Geldik
O derece
ağırkanlı ve bezgindi ki dünya yansa ekstra bir efordan imtina ederdi.
Ben dükkâna
gider, siparişimi verir; ondan sonra çarşı, pazar; diğer eksikleri görür,
üstüne bir de ufak çaplı bir semt turu atar; gelirdim ve o yine bıraktığım
yerde, ağır ağır terazide malı dolduruyor olurdu, abartısız.
Majör
depresyondaki bir canlı cenazeyi dahi sinirden güldürebilecek kadar telaşsızdı.
İşini icra
ederken
“Aman bana
dokunmayın,” der gibi yavaş yavaş hareket ederdi.
Sırf bu
nedenle, yolumun üstü veya yakınımda olmamasına rağmen ona giderdim.
Beklemek,
sıraya girmek hatta bir iş görmek bile külfetti bana oysa.
Zaman benim
için akmıyordu ve bu kendi başına dahi dayanılmazdı. Acelem yoktu lakin
dermanım da yoktu.
Her şey
bana o kadar ağır geliyordu ki, müebbet yaşam cezamı; bir kenarda kimselere
ilişmeden, başkalarına maruz kalmadan ve kısacası ‘halaylara karışmadan’ çekmek
istiyordum.
Laf olsun
diye nezaketen yapılan, samimiyetsiz kısa sohbetlerde olduğu gibi yalandan hâl
hatır sormuştum; benim için bir anlam ifade etmeyen, merak etmediğim yanıtını
dinlemeyecektim bile.
Değersiz
bir israftı benim için. Bu kadar önemsiz olmasam, bu kadar kibar olmazdım.
Şüphesiz
ki, ibret almaya meraklı gözler için NASA’dan çağrılmış ama kafayı yemiş
sıradan insanın trajedisi; ilgi çekiciydi.
İnsanlar
abartmayı, yakıştırmayı ve toplumsal yargılarını koruyan korkularını büyütmeye
teşneydi.
Ben
değildim.
Onlar
mevcudiyetlerini, böyle kustukları insanları kutsayıp kendilerini temize
çekmeye borçluydu.
Benim için;
ikiboyutlu, dümdüz bir gübreydi ama
“Dünya
hassas kalpler için bir cehennemdir.” diye yanıtladığında bir afalladım.
Kendi
kendime,
“Tövbe
Estarabim,”
namazda gibi iki tarafa dönerek
“sağdan,
soldan estarabim.” dedim.
“Yahu biz
tütüncüye mi geldik yoksa Goethe mi?” içimden.
İlk
şaşkınlığımı üzerimden atıp silkinerek kendime gelmem uzun sürmedi ve
“’Nerden
öğrendin bu edebiyatı, nerden öğrendin orospu çocuğu!’”
sorularını yöneltip hiç vakit
kaybetmeden, ‘Alla ne verdise’ giriştim.
“Mesela
yani.”
“Asla böyle
bir şeyi kabul edemem, aşk olsun ben öyle biri miyim?”
Veryansın
Nihayet ‘o
kilitler’den biri açılmış,
“Surprise
motherfucker!” diyerek cin şişeden çıkmış, dili çözülmüştü.
Çok şeyi
vardı; dertli dertli anlatacak, yanık yanık yüreğimi dağlayacak lâkin; hiçbiri
umurumda değildi.
Ben
yalnızca tütün almak istemiştim. Fazlası değil.
Ama o
amelsiz gibi tuttuğunu bırakacak değildi, işin kötüsü ‘bu daha başlangıç’tı ve
benim devam edesim hiç yoktu mücadeleye.
Basitçe ve
açık yüreklilikle yakınırken; ben boşluğa bakıyor, anlattıklarının tek
kelimesini dahi dinlemiyordum.
Onun
yerine,
“İnsan,
insana bunu yapar mı?”
“Bunu yapan
insan olamaz” diye kendi kendime tekrar ediyordum.
Beni rehin
almış; anlatırken ne bir çay söylüyor ne de sigara ikram ediyordu, fakat
kendisi de içmiyordu.
Hiç
sanmıyordum hararetini alsın, ama şu anda bütün çarelere açıktım.
‘Tanrıdan
Diledim’ eşliğinde dua etmeye bile hazırdım; herhangi birisine, ancak ne yazık
ki yoktu repertuarımda.
Derken kapının
açılmasıyla suratı ekşimişti, koyulaşan sohbetimize limon sıkılmasına;
“Kul
sıkışmadıkça Hızır yetişmezmiş” diye düşünüyordum bense.
Hazır paket
soran ihtiyara, uzatırken fiyatını söylemişti; adam da elini uzatmış bir
ucundan tutmuştu ancak, pahalı bularak; Bir Lira daha ucuza, başka bir yerde
satıldığını söylemişti memnuniyetsizce.
Sertçe
çekip elinden kurtardı ihtiyarın ve normalde mıymıy çıkan zayıf sesinde ince
öfke notalarına, boş bakan gözlerinde eser miktarda hiddet esintilerine
rastlama ihtimali hasıl olmuştu ve o zaman gidip oradan alması gerektiğini
söyleyerek nezaketsizce kovalamıştı adamı dışarı.
Neye
uğradığını şaşırmış herifin, boynu bükük mekânı terk etmesini bile beklemeden;
arkasından söylenmeye başlamıştı, bana dönerek.
“Görüyosun,
işte bunlar yüzünden,” duraksıyordu,
“sekizinci
evini alacak, beş tane dükkânı olan yaşlı; benle Bir Lira için pazarlık
yapıyo,”
Bu kadar
aksiyon yormuştu, soluklandı,
“bunların
hepsi ölmeden hiçbi şey düzelmez,”
sonra yanlış anlamayayım diye
açıklama ihtiyacı hissederek;
“piyasada
hiçbi yerde de benden ucuza bulamaz ya bulamaz, mümkün değil.”
Açılma
Ben gene,
ne güzel müşteriyle birlikte karambole getirir; kaçarım diye ümitlenmiştim,
beyhude.
O kadar
zamandır konuşurken gelen tek müşteriyi de kapı dışarı gönderdikten sonra, daha
yaratıcı olmam gerekirdi diye hayıflandım.
Bir sonraki
müşteriye kadar, en az bir bu kadar daha beklemek vardı; sonra her geleni bu
şekilde uğurluyorsa, gelen sayısı arttıkça, bir sonraki müşteri için periyot da
logaritmik olarak artarken, gelebilme olasılığı dramatik bir şekilde
azalıyordu.
İhtimaller
aleyhimeyken, Fizik Profesörü olsam neye yarardı?
Bana, o
çığır açan insanlarınkinden hayal gücü lazımdı; yoksa Bilim, sadece beni
azdırırdı.
Bu
düşüncelerle dalmışken çekip çıkardı beni, hazindi.
“Ama sen
farklısın, anlamıştım.” dedi,
“Benim
gibisin sen de buraya ilk geldiğinde, seni ilk gördüğümde anlamıştım.”
“Haydaa,”
dedim içimden, “ne münasebet, üstüme iyilik sağlık?”
Düşündüm,
buraya geliyordum; aradığım bulunmaz Hint Kumaşı değildi, alelade bir tütündü,
ama o satmıyordu.
İstediğim
makarondan yoktu, ama
“İstersen
getirtebilirim.” bile dememişti.
Arap
Kağıtları, bazen kalın ve boktan oluyordu; ince filtrelerin ne zaman geleceğini
sorduğumda, bilmediğini söylüyordu.
Her yerdeki
sigara tabakalarının üstünde saçma bayrak, manzara, fotoğraf veya semboller
vardı; İzmir Marşı, Ölürüm Türkiyem, canım İstanbul vesair gibi dolaşmak;
kendimi, sigara tabakasının üzerindeki; beni anlatmayan görsellerle ifade etmek
istemiyordum basitçe.
Sade,
baskısız, düz bir şeyler bakıyor lâkin bulamıyordum.
Hiç
görmemiştim onda, sorduğumda,
“Ben
onlardan getirmiyorum, çünkü beni üzüyolar.” demişti.
Eve gelip
gülmüştüm ben de.
Her sabah
uyandığında, Güneş’in yeniden doğduğunu görüp küfür edip uyumaya zorluyormuş
kendini.
Sırf
insanlar gelip onu dükkânda rahatsız etmesinler diye geç açıyormuş.
Bazen eve
gidip ağlıyormuş, dükkânı kilitleyip; gün ortasında.
Etrafındakiler
onu terk etmiş, kimsecikler ilgilenmemiş, yalnızlığa mahkûm etmişler buracıkta.
Ameliyatı
için gereken paraya annesi,
“Acaba onun
yerine dükkân mı alsak?” bile demiş.
“Yoksa
bahsi geçen dükkân burası mı?” diye sormaya çekinmiştim, yalan yok.
Benimse
bana söylenen, kendimin dahi inanamadığı ve onun daha bitirmeden çürütüverdiği
basmakalıp argümanları sıralamaktan başka elimden bir şey gelmiyordu.
Herif, bana
iki dakikada ‘Silahsızlandırma Büyüsü’ yapmıştı, göt gibi kalmıştım.
Keşke bu
kadar haklı olmasaydı da mutlu olsaydı.
Hiçbir şey
olmasa bile en azından benim kafamı şişirmemiş olurdu.
Aslında O
Adam Benim
Yüzümde
baskısı çıkmış ve salyalarımla ıslattığımı fark ettiğim kitaptan kafamı
kaldırdığımda, hemen önümdeki bilgisayarın kapalı olduğunu ve dışarısının
karardığını fark ettim. Bir anlığına içim geçmiş, kim bilir ne kadar böyle
sızmıştım?
Şöyle bir
etrafıma bakındım, saati öğrenmek için telefonumu arandım.
Kitabı,
nemini alsın diye arasına; öğlen yediğim, mide delen ve kalp damarlarını
tıkayan yağlı ve bol soğanlı böreğin yanında verdikleri peçeteyi koyarak
kapatıp kenara aldım.
Kenardaki
açık ve sağ üst köşesinde; çirkin yazımla atılmış günün tarihi bulunan defteri,
önüme aldım.
Paydosun
hemen öncesindeki hesap vakti yaklaşmıştı, attığım çentiklere üstünkörü bir göz
gezdirirken susamıştım, ben de bir sigara yaktım.
“Acele
edersek hasta oluruz.” dedim kendime;
Almaya
üşendiğim şişe, hemen şuracıkta elimin altında duruyordu oysa.
Rüzgâr ve
geçen arabalar; ürünlerin parçacıkları ile birlikte sokağın bütün tozunu,
doldurmuştu içeriye.
Hemen
sokakla hemzemin, üstelik işçi durağının yanında bir köşe başındaydı burası.
Diğer
esnafla eski usul komşuluk ilişkileri tesis edilmiş, mahalle kültürü
içerisinde; açıldığından bugüne, doğal bir parçası gibi yer edinmişti.
Bunda eli
kulağında olduğunu umduğum; işini bilen, güler yüzlü ve uyanık patronumun payı
büyüktü.
Ben misal,
hiç bilmem yol yordam. İstemez miyim barış ve huzur içinde yaşayıp gideyim
yörenin halkıyla; gerektiğinde dayanışma göstereyim, icabında vakur bir tavırla
görmüş geçirmiş de ununu eleyip eleğini asmış gibi sakin ve usulca anlatan;
“Ben bu şarkıyı biliyorum.” gibi gülümseyip sabırla ve dikkatle, yine de sonuna
kadar dinleyip; bir vecizeyle yol gösteren yaşlı birisinin edasıyla köşe
başında şarap ve cigara tüttüren bir delikanlı, delifişek olmayı?
Ve her gece
aynı terane; işin içine sayılar ve harfler girince kafam allak bullak oluyordu,
yetmezmiş gibi bir de çirkin yazımı deşifre etmek vardı.
Bir kez
olsun gelen para, satılan tütün, eldeki ürün birbirini tutmazdı.
Ya kasadaki
para ya eldeki sigara fazla çıkardı.
Strese
girer, kan ter içinde kalırdım; bütün hesabı en baştan yapıp her şeyi teker
teker saymaktan.
Her insan hata yapar ve benden tütüncü bu kadar olurdu kabul; ancak böyle ticaret olmazdı.
ÇANTA
Duygusal
Müdahale
Kapının
açılmasıyla o geniz yakan, göz yaşartan, kişide öğürme ve öksürme refleksleri
uyandıran, o kesif koku; çevik bir hücumla nüfuz ederek ciğerleri dolduruyordu.
Yine
kapının açılmasıyla sertçe, içerideki başka kapılar çarpılmış, gürültü
kopmuştu. Vurma sesi, hazırlıksız yakalananlar için yürek hoplatan hatta bizzat
ayakları yerden keserek zıplatan bir ürküntü darbesiydi.
Katın ortak
alanı iyi havalandırılmış, loş ve serindi. Fakat içeriden zorla kendini dışarı
atarcasına taşan gün ışığının hızı bile, kokunun gölgesinde kalıyor; sanki koku
tanecikleri, o denli ağırdı ki; ışık demetlerinin sırtına binip onları
yavaşlatarak yere çarpıyordu.
Ama açılan
kapıyla beraber çarpılan kapıların şiddeti; bayılarak yere düşen, yolundan
şaşan ışık demetlerinin seslerini bastırıyordu.
Yerde,
hemen girişteki koridor boyunca, eve servis yapan şirketlerin canı çıkmış
dağınık poşetleri, poşetlerin içinden fışkıran çöp mü yoksa açılmamış mı
belirsiz ambalajlar, ezik büzük boş pet şişelerle beraber; beyaz mermerleri,
toz katmanından ve kirden kararmış kahve rengi bir tabakayla; canlı, pastel
renklerle işlenmiş olması gereken; solgun ve durduğu yerde kaymış, katlanmış
yolluğun haritası; mayın tarlasını andırıyordu.
Ayakkabıları,
acaba içeride mi çıkarsak yoksa dışarıda mı ikilemi ötesine götürüyordu bu
manzara ziyaretçileri.
Hemen sağ
tarafta, duvar boyunca uzanan portmantonun kapaklarından biri açıktı; içindeki
giysilerin kayda değer bir kısmı, askılardan can havliyle atlayıp acılarını
dindirmek istemiş gibiyken diğerleri; kendi taburesini tekmeleyen idam
mahkumları edasıyla mağrur, dikilmişti.
Bir de
üzerinde kaymak gibi birikmiş yeşilli, beyazlı, sarımtırak bakteri tabakası;
altındaki, yarım kalmış bir sabahların kahvesini; pembe nergislerle bezenmiş,
mavi ve yeşil sazların süslediği; bir takımın parçası olduğu besbelli, beyaz
porselen fincanın içinde; dış dünyanın kötülüklerinden muhafaza etmeye gayret
ediyordu.
‘Son hali
sevenlerini üzdü’ manşetleriyle tıklama tuzağı haberler ve Uğur Dündar’ın
eskiden baskın yaptığı, halk sağlığıyla oynayan işletmeleri akla getiren bu
manzarada; inzivadaki, sığır gibi yaşayan dostlarının hali; yüreklerini
parçalayan bir grup insan; duygusal müdahalede bulunmayı, evi toparlamayı ve
huysuz bir ihtiyar gibi aksi arkadaşlarını tekrar topluma kazandırmayı -bu
esnada yaşanabilecek bütün küfür ve saldırıları göze alarak- kendilerine görev
bilmiş, ancak gördükleri karşısında dehşete düşmüşlerdi yine de.
Sanmıyorum,
bu kadarını beklediklerini yahut hayal edebileceklerini fakat, kendileri
kaşınmıştı.
Benim bir
şikâyetim yoktu; memnun muydum halimden derseniz, umursamıyordum ve kimsenin
iradem dışında gelip en ufak bir etkide bulunma cüreti göstermesi mi?
Aklınızdan
bile geçirmeyin derim, asla böyle bir şeyi kabul edemem.
“Her insan
hata yapar.” diye de eklerim.
Edimlerinin
sorumluluklarından kaçmayacak olgunlukta, ne istediğini bilen, gereğini yapmak
için gözünü budaktan sakınmayan birer yetişkin olarak davranan dostlarımın
-olanca farkındalıklarıyla- bunun da üstesinden gelebilecek yetkinlikte
olduklarına dair geliştirdikleri özgüvenlerini takdirle karşılayıp saygı
duyuyor ve onlar adına gram üzülmüyordum.
Sorun bende
değildi hatta bana kalsa, ben ortada en ufak bir sorun görmüyordum.
Elimden bir
şey gelmezdi, onlar için yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
Hamama
giren terlerdi,
“Yapıcak bi
şey yok, bu işer böyle.”
Aynen Aynen
“Aynen,
aynen.”
“Aynen
moruk, aynen.”
“Aynen,
aynen.”
“Aynen.”
“Moruk,
aynen.”
“Aynen.”
“Aynen,
aynen. Aynen.”
“Moruk,
moruk, aynen.”
“Aynen.”
“Moruk.”
“Aynen.”
“Aynen,
aynen.”
“Aynen,
moruk.”
“Moruk,
moruk.”
“Aynen.”
“Aynen,
aynen.”
“Aynen.”
“Aynen,
moruk. Aynen.”
“Aynen,
aynen.”
“Aynen.”
“Aynen.”
“Aynen,
aynen.”
“Aynen.”
“Ben nereye
düştüm böyle?” diye düşündüm.
Bakıyorum
da insanlar, ben yokken; sektirmeden, tek kelimeyle harikulade bir iletişim
şekli geliştirmişler.
Kazara veya
çeşit olsun diye
“Bence de”
yahut “katılıyorum” ya da “haklısın” gibi bir söz çıksa, sanki söyleyeni
götünden bıçaklayacaklar.
Yalnızca
bulundukları masayı değil; ellerinden gelse bütün mekânı sabote etmek
istercesine yüksek sesle birbirlerini saatlerce onaylayabilirlerdi.
İçerik
açısından, belirli bir zaman diliminde; şurası, burası veya onun gibi bir yer
hakkında; var olduklarını dosta, düşmana ilan edebilmek içindi bütün çabaları.
Var olmak,
sırf var olabilmek ve bunu dünyaya deklare edebilmek için; bir yerlere gitmek
ve bunu belgelemekle alakalıydı.
Bütün bu
duyurular, aynı zamanda karşılıklı onaylamaları da gerektiriyordu; ispat
edebilmek için.
Yetmiyordu, olanca ahaliyi bu onaya şahit
göstermek gerekiyordu.
Meşruiyet
meselesiydi.
O kadar boş
bir çabaydı ki, var olduğunun her anında aniden yok oluyorlardı.
Ve daha
kötüsü, içinde bulundukları anı yok ederek; var olabilme şanslarını, kendi
ellerinden alıyorlardı.
Daha çabuk
ve daha çok var olabilmek adına, mecburlardı; bundan çok daha hızlı tüketmeye
ve tükenmeye.
Sisifos
görse, güler ve devam ederdi.
Benim
ağlayasım geliyordu.
“Aynen,
aynen.”
“Aynen.”
Rahat
Yattınız mı?
Dünyanın
bütün yokuşları altımıza serilmiş gibiyken birlikte arşınlayarak yolları,
tırmanıyorduk. Bu biçimsiz ve iç içe geçmiş beton kitleleri arasında, yolunu
bilen oydu.
Yapılardan
yollara, sokaklara hatta ve hatta havaya bile sirayet etmişti soluk gri.
Sis desem
değildi, cılız ışıklarıyla cansız Güneş, yerli yerinde asılı duruyordu;
bulutsuz, açık havada; hem de kimseden destek almadan.
Yine de
sağlıklı görünmüyordu, belki de bu sabah acele etmiş olacaktı ki doğmada; doğal
olarak hastalanmıştı.
Ocak
Ayı’nın ilk günleri olmasına rağmen; sonbaharı andıran yumuşak sabah serinliği,
hafif rüzgarlar marifetiyle tatlı tatlı okşarken beni; ağzımda sigarayla
gözlerimi kapamış yürüyordum sallana sallana, ellerim ceplerimdeydi.
Adımlarım,
farkında olmadan onunkilere senkronize olmuştu bile. Hızlı yürümüyorduk ama
benim yürüyüşüm farklı olarak çekingenceydi.
Kontrol
edemediğim tansiyonum düşmek bilmiyordu, taşikardim vardı ve ceplerimdeki
ellerimden başlayarak dirseklerime kadar karıncalanma.
O ise kuğu
gibi süzülüp ceylan gibi sekiyordu.
Biraz önce,
içeride neye güldüğünü sorduğumda; safa yatmış, bilmezden gelerek inkâr
etmişti.
Ama o bıyık
altından, çıplak gözle yakalanamayacak kadar ani gelişen, belli belirsiz
tebessüm ve muzip gözlerle kaçamak bir bakış atmıştı.
Benden
kaçmazdı. Minicik, en gizli mimikleri bile.
Aramızda,
telepatik sayılabilecek denli zamanlama ve okuma kabiliyeti vardı. Eh, o kadar
da olsundu yani.
“Yok,”
dedim, “hani o arkadaşın, ‘uyumak’ fiili yerine ‘yatma’yı tercih edince; onu
diyorum. Neden güldün?”
Ev
arkadaşı, sabah tüm misafirperverliği ve kibarlığıyla bize
“Rahat
yattınız mı?” diye sormuştu yalnızca.
İçinde
herhangi bir ima barındırmayan masumane bir soruydu.
Bizim
çocuklarla dönüş yolunda seyrederken; aynı odada yataklarımızı sermiş oldukları
halde, gece beni görmediklerini sırıtarak beyan eden arkadaşlarıma;
“E, ben de
sizi görmedim gece.” diye karşılık vermiştim.
Bir sabah,
uyanıp da günün ilk ışıklarıyla bütün o kör edici ihtişamlı güzelliği; huşu içinde
ve hayranlıkla gözlerim dolarak izlerken, saçlarındaki -sehven araya karışmış-
tek tük beyazları fark etmek de mi varmış hayatta; ya gecenin yorgunluğundan
belli belirsiz ortaya çıkmaya çekinen kırışıkların eskizleri?
Evdeki
kutsal hazineleri, yani eski kitapları karıştırırken; bir defter geçivermişti
elime.
Hemen
karıştırmaya başlamıştım; yerini unuttuğu hazineyi ararken kaybolan sarhoş bir
korsan edasıyla.
Burası
bittiği yer mi yoksa, başladığı yer miydi ufkun? Hangi dünyanın sınırlarını
ihlal ediyordum yine; düşünmeden balıklama dalarken beni bekleyen
bilinmezlerin, kumarbaz keşiflerine?
Bu harita,
beni hangi gizli defineye götürecekti; ayaklarımı yerden keserek?
Benimkinin
tam aksine, inci gibi yazılarından; yazarı tanımam kolaydı.
Babamdı.
Büyük bir
iştiha ve susuzlukla, bir çırpıda yalayıp yuttum.
Etkilenmiştim,
günlüğüne yazdıklarından.
Bir
keresinde; annemle buluşmaya giderken, telaştan ayakkabılarını giymeyi
unuttuğunu yazmıştı.
Hani,
bildiğin
‘Terliklerimle
gelsem sana’
“O da bi
şey mi; ben senin yanına gelirken pantulları giymeyi bile unutuyorum?” diyerek
göstermiştim; paylaşmanın karşı konulmaz coşkusuyla.
Okumuştum
ona da.
Hiçbir
çocuk, benim anasına yazdıklarımı sevgilisine göstermeyecekti; benim gibi.
Hazindi.
Mesele;
ölsem de gam yememden, yaşasam da yememe geçtiğinde, ümitsiz ve ciddiydi ve bir
o kadar da çetindi.
Oysa ben;
ciddiyete, prensip olarak karşıydım.
Kırgındım,
öfkeli, sarhoş ve yorgun.
En son
balkondaydık, ellerimden tutup beni içeri çekti. Peşi sıra sürüklendim; kaderinden
kaçamayan, her gariban denizci gibi.
Ne derseniz
deyin, bu tarihsel bir zorunluluktu.
Yeryüzündeki
bütün saatler, o zamana kurulmuş; var olan bütün pusulalar aynı istikameti
gösteriyordu.
Bunu, arzu
yahut iradeyle; doğa veya içgüdüyle açıklamak; herhangi bir mantıksal düzlemde
izahatını yapmak; kabul etmek ya da karşı koymak kadar imkansızdı.
Denemeye
soyunmak, ancak ve ancak; beyhude bir çaba olurdu.
Beni
odasına götürdü, yatağa attı.
Şefkatle ve
sabırsızca saldırdık birbirimize, perdelerin aralığından sızan cılız ay
ışığından başka görgü tanığı yoktu.
Evet; rakı,
romlu bir kokteyl, bira ve sanırım biraz da tekila içmişti zira; tadı
damağımdaydı.
Nasıl da
çırılçıplak kalmıştık çabucak?
Niçin,
buncadır ayrıydık o halde?
İnsan
insana bunu yapar mıydı, bunu yapan insan olabilir miydi?
Peki, benim
o dediğimden; dünyada kalmış mıydı?
Özleşmiştik,
çoktan biraz daha fazla.
Sabahı
nasıl etmiştik, duy da inanma.
Sonunda
yorgun düşüp kalmıştık öylece; o, benim sıkıca sardığım kollarımda.
Ne
zamandır, göğsümde eksikliğini hissettiğim başının sızısıyla; acaba o da hiç
duymuş muydu, başının altında çarpan kalbimin yokluğunu?
Bir sonraki
raunt için, dolaptan çıkardığı geceliği; kendi ellerimle özenerek giydirip
çıkarmıştım.
Ve yanımda,
o gecenin minicik hatırası.
Kayıp
Yanımdan
ayırmadığım çantamın sırtımda olmadığını, ilk ne zaman fark etmiştim? Doğal bir
uzvummuş gibi gelirken eksikliğini anlamam niye bu kadar zamanımı almıştı ki?
“Nerden
baksan ahmakça!”
Okulda
ödevimi yapmayı unuttuğumda, yemek yemeyi de unutup unutmadığımı merak eden
öğretmenim; sanki normal değilmiş, hiç beklemiyormuş gibi davranmıştı yanıtıma.
Hatta velilerimle bile paylaşmıştı cevabımı. Bana biraz abartılı gelmişti
tepkisi.
Anlamsız
bocalamasından sıyrılıp
“Peki,
otur.” demişti bana.
Ben de öyle
yaptım ama, saçma bir şekilde rahatsız hissetmiştim; onun sıyırıp attığı
tutukluk, bana yapışmıştı sanki.
Anam, babam
da doğrulamıştı beni. Basit ve anlaşılır şekilde doğruyu söylemek varken; niçin
yalana başvuracaktım ki? Suyu mu çıkmıştı gerçeklerin?
Şimdi doğru
ve yanlışın, yalan ve gerçeğin hakkında o zamanki kesinlikte görüşlerim yoktu.
Şunu
öğrenmiştim ki, Matematikte; bir şey kesin oldukça gerçeklikten, gerçek oldukça
da kesinlikten uzaktı.
Tanıyanlar
bilirdi, çantalı çocuktum. Yanımdan ayırmazdım.
Kadınlar,
içi boş bile olsa; giysileriyle uyumlu buldukları şık çantalarla
tamamlandıklarını düşünürken, erkekler için böyle incelikler ve seçenekler
yoktu moda aleminde.
Bagaj
yerleştirmede erkeklerin daha başarılı olduğu, her ne kadar iddia edilse de
kadınlar; çantalarına akla gelmeyecek hatta fiziksel olarak mümkün gözükmeyen
şeyleri bile sığdırabilirlerdi.
Ne var ki
bazen bilhassa en lazım olduğu anlarda aradıkları basit bir şey çıkmayıverirdi
içlerinden.
Oysa
içinden çıkan her parça şaşkınlığa uğratırdı insanı. Şapkasından tavşan,
çiçekler, kuşlar, renkli mendiller ve daha neler, neler çıkaran; benim diyen
illüzyonistlerin, gösterilerine bin basardı. Sihirli gibiydi.
Gerçekten;
çanta doğası gereği, şeyleri muhafaza etmesiyle gizemli, içindekileri açığa
çıkarınca sürprizli, esrarengiz bir aksesuardı ve yine ilginç bir şekilde,
bütün o büyük anlatılarda kadınlara atfedilen dişil bir semboldü.
Sorgu
Evet yemek
yemek hamallıktı ve gerektiğinde ihmal edilebilir bir alışkanlıktı. Unutulabilir
es geçilebilirdi pekâlâ.
Her şeyden
önce pek tabii, içkiye yer açmak gerekirdi.
Son öğünümü
iki gün önce -iş yerine getirdiklerinden o da- yemiştim ve içmeye de dün,
öğlenden başlamıştım.
Daha hava
kararmadan sarhoş olmuştum bile ve bu çılgınlık bütün gece boyu hatta neredeyse
alacakaranlığa değin devam etmişti.
Dünyaları
içmiş ama doymamıştım, yorulmuş fakat uyumamıştım. Yol yapmış, meclise çıkmış,
bir sürü insanla iletişim kurmak mecburiyetinde kalmış, bütün bu kalabalığın
içinde bulunmanın dayanılmaz ağırlığı ve stresiyle boğuşmuş, boğuldukça içkiye
sarılmıştım.
Kaygı,
belirsizlik, hayal kırıklığı, hüzün, tahammülsüzlük, şaşkınlık, hasret ve
öfkeden müteşekkildim.
Ne
yapacağımı bilemez haldeydim.
Şişelerimden
başka kaybedecek bir şeyim yoktu.
En azından
öyle sanıyordum.
Yanılmışım,
zira çantam ortada yoktu. Baştan fazla önemsemesem de zaman geçtikçe yavaş
yavaş kaybettiğimi idrak edebilmiştim. Geç gelmişti kafası.
Bunda,
dostlarımın şüpheli ve ısrarlı soruları etkili olmuştu. Niçin bu denli abartıp
sorguluyorlardı, yoksa bildikleri yahut yaptıkları bir şey mi vardı?
İşkillenmiştim.
Hemen,
olası kombinasyonları değerlendirmeye başladım. İki sevgili bir olup çantayı
ortadan kaldırmış olabilirler miydi, niye olmasındı?
Peki ya
biri veya öbürü çaktırmadan cebellezi etmiş olabilir miydi?
O zaman
diğeri, bu duruma şahitlik ederek yahut çanak tutarak suça ortak olmuş muydu;
yoksa benim gibi dünyadan haberi yok muydu?
Fail,
habersizce eylemi gerçekleştirdikten sonra; sırrını sevgilisiyle paylaşmış olabilir
miydi? Eğer öyleyse bilginin ne kadarına sahipti?
Bütün
bunları öğrenmenin yolu, bir aradayken denge gözeterek attığım zarflarla;
şüphelileri birbirine düşürüp kışkırtarak; diğerine karşı yanımda baskı
uygulatmaya çalışmaktı.
Bir de ayrı
ayrı yakalayıp teke tekte canlarından bezdirmekti ki; intiharı veya yalan
itirafı bir an olsun bile aklından geçirmeksizin, benimle teke tek kalacak
insan daha anasının karnından doğmamıştı.
Titreyerek
uyandım. Telefondu. Gözlerimi açmadan, el yordamıyla kaydırıp kulağıma dayadım;
ses gelmeyince, göğsümün üzerine indiriyordum ki
“Murat
Can?”
“A yallaya”
diye keyifsizce homurdanarak yanağıma bıraktım ve ellerimi göğüsüm üzerinde
birleştirdim.
Yine
sessizlik.
Tam
horlamaya başlıyordum ki, yanağımdaki titreşimle yerimden sıçradım. Kaydırıp
yanağıma geri bıraktım ve sesin gelmesini beklemeye başladım.
“Alo”
“Efendim?”
“Komşum
n’aparsın?”
Berken’di
bu. Birden gözlerim parladı, yattığım yerden doğrulup toparlandım.
Yerimden
bir milim bile kıpırdamadan, çantamın akıbetini öğrenebilirim diye düşündüm.
Heyecan yaptım.
“Atam
izindeyiz;” dedim, “biliyorsun, benim hayatımda maceraya yer yok. Asıl sende ne
var ne yok?”
“Ne olsun
işte; iş, güç, koşturmaca.”
Konuşma
benim için bitmişti, bundan sonra sohbete nasıl devam edilir bilemiyordum.
Kendimi,
krallar gibi bakıldığı doğa parkından kaçmaya çalışırken
“Yatayım
acık” dercesine uyuyakalan tembelhayvana benzettim.
Görevlilerden
biri, kucağına alıp yerine yatırana kadar; yığılıp kamıştı, olduğu yerde.
O kaçmak
istiyordu; bildiği, güvenli dünyanın dışına çıkarak. Dışarıda onu neyin
beklediğini ve potansiyel tehlikelerini bilmeden.
Uzun
zamandır yabancısı olduğum; içerideki dünyayı çözümlemek istiyordum ben de.
“Oldu o
zaman.” ile neticelendirmeye hazırlanırken sessizliği; o böldü.
Çünkü
Kürt’tü.
“Yarın
Savaş’ın doğum günü.”
“Hadi ya,
her insan hata yapar.”
İlgimi
yitiriyordum.
“Bugün sana
gelebilir miyiz, müsaitsen?”
“Elbette,
ne zaman isterseniz.”
“Tamam o
zaman, akşama doğru Canberk’le sana gelicez.”
Adını
duyduğumda refleks olarak,
“Çok acil
bi işim çıktı, ben sizi daa sonra aricam.”
Gülüyordu,
ama ben gülmüyordum. Bunun neresi komikti?
“Yarın
Savaş’a sürpriz yapıcaz da”
“Canberk’i
bana bırakıp pavyona mı gideceksiniz? İyiymiş.”
Bu kız da
bütün korkunç gerçeklere gülüyordu, acaba geliştirdiği bir savunma mekanizması
mıydı yoksa yükünden kurtulan Atlas’ın ferahlaması mı?
“Yok be,
pasta yapıcaz.”
Benimle
konuşurken, yedi göbek soparmışçasına; oldukça başarılı ve hiç sırıtmayan aksan
yapması hoşuma gidiyordu.
“Ee, kızan
pastadan mı çıkacak?”
Elbette
gülerek,
“Yok, sen
n’aptın be başgan?”
“Hayır,
yani o çıkana kadar; pastayı elli kere içerden yiyip bitirirdi de ondan. Berbat
bi fikir, uyandırayım dedim.”
O, boyuna
gülmeye devam ederken; ben aydınlandım ve
“Ulan,”
dedim, “yarına kadar pastayı ‘ziyan olmasın’ diye diye yemesin diye, uzak
tutmak için tuvalete kilitleyim diye di mi?”
“Yarına
kadar dayanır mı bilmiyorum ama, pastayı Canberk yapacak.”
“Aa, yoksa;
şu meşhur pastasını mı? Hani usanmadan her gün, ilk defa anlatıyormuşçasına
ancak; noktasına, virgülüne dokunmadan; sular, seller gibi hikayesini ezbere
anlata anlata bitiemediği?”
“Hah, işte
o.”
“İyfa!
Üzgünüm, yardımcı olmak isterdim lâkin; bu hikâyeyi dinlerken bir defa daha
bileklerimi kesebileceğimi zannetmiyorum.”
“Artık
anlatmaz. Son seferinde, dalga geçerek kalbini kırdın çocuğun.”
“Asla böyle
bir şeyi kabul edemem; aşk olsun komşum, ben öyle biri miyim? Size alındı orda
çocuk ondan, alem göt olmuş usta.”
“Bırak bu
işleri başgan.”
“Neyse,
gelmeden önce haber verin ki; ben evde olmayım.”
Overlok
makinası ayağıma gelmişti, hem de yattığım yerden. Onu; çantam hakkındaki
malumatı üzerine, Savaş yokken sorgulama fırsatını kaçıramazdım.
Çay mı,
kahve mi derken; dolaptan çivi gibi biraları çıkarmıştım; pasta yapmak kuru
kuru gitmez diye.
“Anlat
ulan!” diyordum, tek kelime dinlemeden Canberk’e; “Neymiş; şu meşhur pastanın
hikayesi? Bir daha söyle.”
Getirdikleri
malzemeleri açıp vakit kaybetmeden işe koyulmuşlardı.
Ben; bira
içip uzaktan seyrediyordum onları, elimi sürmüyordum. Bu, onların da işine
geliyordu; pastanın selameti açısından.
Ama
aslında, rahatsız edici derecede sıkıştırıyordum Berken’i; dökülsün diye.
Kız dişli
çıktı, çözülmedi, direndi; üstelik benim ileri sorgulama tekniklerime karşı.
En sonu,
bir şey bilmediğine kanaat getirdim zira; başka bir açıklaması olamazdı.
Sırada
Savaş’ı yakalamak vardı.
Bir sonraki
hedefim için de tıpkı önceki gibi sakin ve sabırlı bir balıkçı edasıyla
bekledim. Kıpırtısız, yattım ve yattım.
Bereket,
çok geçmeden Savaş da düştü elime.
Gübreler gibi
içki sevmiyordu, çayı tercih ediyordu. Ama çekirdeğe bayılırdı.
Tesadüfe
bak ki, ben de geçen gün rakı mezesi olarak biraz çekirdek almış, ancak
unutmuştum.
Demek
bugünü beklemişiz habersiz, yedek kulübesinde unutulanlar olarak.
Avuçlarımı
ovuşturarak, ocağın yanına koyduğum kutuyu gösterdim;
“Çay burda,
ben anlamıyorum demlemekten biliyosun. Al, kafana göre takıl.”
Kapağını
açınca, hayal kırıklığına uğramış bir tonda;
“Ah be
başgan, bu kaçak çay değil.” dedi.
Boş
gözlerle sordum,
“N’abıcaz?”
Biraz düşündü,
çaydanlığa koyarken yanıtladı;
“Yapıcak bi
şey yok.”
“E, o zaman
derdiniz kim?” demedim.
“Bu işler
böyle.” dedim, onun yerine.
Benim için
de bir bardak getirerek balkonda yanıma oturdu,
“Evet abi.”
diyerek.
Beklediğim
fırsat gelmişti,
“Şimdi sıçtım
çarkına!” der gibi parlayan gözlerimle ayağa kalkıp içeri gittim.
Henüz,
olacaklardan bihaberdi; anlam verememişti fakat, şaşırmıştı.
Sırıtarak
yanına döndüğümde, yonca görmüş sıpa gibi sevinmişti; elimdeki çekirdekleri
görünce.
“Sıhhatine!”
diyerek bardağımı onunkine vurarak çayımdan bir yudum çektim.
Rahat
hissetmesi için havadan, sudan muhabbet açtım. İyice gevşesin de çantamın
sırrını ele versin diye.
Memleketten
izine, eniştesiyle ablası gelmişti Berken’in. Öncesinde de tanışıklıkları vardı
lâkin; bu defa birlikte daha fazla vakit geçirme imkânları olmuştu.
“Bunlar,”
dedi, “senin deyiminle; doğal gübre.”
“Lafını
unutma,” diyerek dolaptan kendime bira almaya yöneldim.
Geldiğimde,
çay bardağını sıvazlıyordu.
Çok da
umrumdaymışçasına, yapmacık bir tavırla;
“Anlattır
bakalım, nerde kalmıştık?”
Çay
koymaktan, kabukla doldurduğu küllükleri boşaltmaktan arta kalan zamanlarda;
çoğunlukla çekirdek çitliyor, çay içiyordu.
Zerre
merakımı celbetmeyen anlatacaklarına, bir türlü konsantre olamıyordu ama kesik
kesik; yakınmaktan ziyade, sayıklar gibi konuşuyordu.
Sorun
değildi. Nasıl olsa, söylediklerinin gündemimle bir alakası yoktu.
İşim buydu
benim; duygularımın esiri olarak telaşa kapılıp ürkütmek istemezdim ceylanı.
Bırakınız
koşsunlar; nasıl olsa, güçleri tükenip yorulduklarında; karnımı doyurmak için
orada olacaktım.
Tek yapmam
gereken; sınırlarını çizdiğim parkurda, benim yönlendirmelerimle bitap düşene
kadar koşmasını seyretmekti.
Profesyoneller
böyle yapardı.
“Gübre
diyoduk dayı.”
Gönül
rahatlığıyla sıkı bir yudum aldım şişeden; bardakta içmeyi seviyordum aslında
ama, bulaşık çıkmasın diye üşenmiştim, özsaygım ve özdeğerim yoktu çünkü.
“Gübreler
elendi, şimdi insan gibi sohbet edebiliriz.” dedim.
Anlatacakları
bitene dek, sabırla bekledim. Rakibi yorma adına, bir araba sopa yemeyi göze
almaya Rocky Taktiği denirdi; onu uyguluyordum.
Uzun uzun
yakınıyordu. Cahil muhafazakarlığından ziyade, art niyetli ve dogmatik olarak
ince ince kıyıyordu bizim oğlanı; cadı baldızı.
O gene, tüm
olanaklarını seferber etmiş, ilk defa geldikleri bu kısıtlı ziyaret süresince;
etraftaki ender güzellikleri onlarla paylaşmaya çalışmıştı.
İnsanoğlu
çiğ süt emmişti, bu da canını yakıyordu.
Derdini
paylaşıp içini dökerken dostuna, ben sessini kapatmış; dudaklarını oynattıkça
ona,
“Yaranamadım
yavrum, yaranamadım” diye döngüde tekrar ettiriyordum kafamın içinde.
Diğer
sözlerini bilmiyordum çünkü parçanın.
Aralarda
da,
“Hadi be,
üff! Yapma be dava…” gibi tepkiler veriyordum.
Tamamladıktan
sonra, o anda aklıma gelen alelade bir şeymiş gibi hassasça lafı açtım.
“Benim de
işte biliyosun; geçen gün, sizinle çıktığım yolculukta çantam. Ortadan
kayboldu.”
O da ser
verip sır vermiyordu, ihtimal ki; sandığımdan çok daha büyük bir kumpas
kurulmuştu.
En
yakınımdaki can dostlarımın da dahil olduğu, büyük bir ustalıkla; iyi
planlanmış, son derece organize bir komplo ağının içine düşmüş; can çekişen
küçük bir sinektim ama, mide bulandırıyordum demek ki.
Çaresizlik
içinde, kendini bekleyen kadere doğru sürüklenen bir kurban olmayı
reddediyordum ama. Mağduriyet bana yakışmazdı bir kere.
“Siz
hepiniz, ben tek.” diyordum şer odaklarına,
“Hadi,
cesaretiniz varsa gelin!”
Beni, asla
canlı ele geçiremeyeceklerdi.
Hatta,
‘korkuyu görmek için boşuna bakacaklar’dı bana; zira gözlerim mavi bile
değildi.
Umutsuz
Vaka
Baştan
dalgaya vurdular, gülüşmeler oldu. Dozajı artırınca durum komik olmaktan
uzaklaştı ve ciddiyeti anladıklarında, canları sıkılmaya başladı.
Ben bunu
suçlu psikolojisi olarak yorumladım.
En sonunda,
kaçık olduğumu iddia ederek kabalaşıp üste çıkmaya çalıştılar.
Tam da
suçluların yapacağı gibi.
Elimde
makul şüphenin haricinde, somut delil olmadığından -ve aslında
zincirleyebileceğim bir kalorifer peteği de- gözaltı süreleri dolduğunda;
ellerini kollarını sallayarak sıvışmışlardı.
Bu bana
yapılır mıydı, edenin yanına kalır mıydı? Kolay mıydı yani bu kadar?
İçinde
kaybolduğum soruşturma, derinleştikçe kendimden dahi kuşkuya düştüğüm oldu yer
yer.
Acaba
bilinçaltımda; sırf geri dönebilmek için mi olay yerine, bu oyunu etmiştim
kendime?
Şu anda
bütün olasılıklar masadaydı ve uzman kadrolar tarafından titizlikle
incelenmekteydi.
İnce eleyip
sık dokuduğum, kafamda oynattığım canlandırmalardaki ayrıntılarda boğulur;
eksik parçayı tamamlayamadıkça çaresizce başa dönerken,
“Çanta,
çanta, çanta…”
“Yedin
bizi, valla şiştim.”
“Ne
kıymetli malın varmış, sahip çıksaydın.”
“Ne vardı
bu kadar kıymetli içinde?”
“İçki
desen, zaten bitirdik.”
“Senin için
bu kadar önemli olan ne olabilir?”
serzenişleri yükselmeye başlamıştı,
Berken ile Savaş’tan.
Kısıtlı
enerjimle; ‘Önemli olan kadeh değil, içindeki şaraptır.’ sözüyle ve kim bilir
neleri gizlediğini bilemeyeceğim, potansiyel suçlulara laf yetiştirecek
değildim herhalde.
Çantanın
içeriğinden veya nesnenin kendisinden ziyade; bu olguyu, nedensellik içinde
bağlamına oturtmam elzemdi.
Bu ve bunun
gibi vakalar; pek çok karanlık noktayı aydınlatabilirdi, kişilerin davranış
örüntülerinde.
O leş
koridoru ilk gördüklerinde şaşırmış, kıkırdamalarını bastırmaya çalışmışlardı.
Salonun
çarpan kapısını açtıklarında, etekler gibi uçuştu perdeler. Gün ortasında, loş
odada; dalgalandı gölgeler.
Sırtım; gün
boyunca suç belgeselleri yayınlayan kanalı açık olan televizyona dönük, burun
direklerini sızlatan çöp dağları arasında uzanırken buldular beni.
Berken,
ayakucumdaki berjerin üzerinden; giysileri, boş içki kutu ve şişelerini
kaldırıp koyacak bir yer bakındı.
Ortadaki
cam sehpanın üzeri; pizza kutuları, yemek torbaları ve elbette ki içki
şişeleriyle doluydu. Yere, ayaklarının dibine bırakarak oturdu.
Savaş,
başucumdaki; odada çöp bulunmayan tek yer olan, pencerenin önündeki ikili
koltuğa geçti.
Canberk,
geride kalmıştı. Oturma grubunun arkasındaki yemek masasından; sırtında
giysilerim olan bir sandalye çekti.
Önündeki
masanın üzerinde; boy boy, çeşit çeşit küflenmiş kahve fincanları, olduğu gibi
bırakılmış, çürümeye başlayan yemek artıkları, boş şişeler, gelişigüzel
saçılmış izmaritten tepeler ve küller.
Masanın
arkasındaki; içi boşaltılmış, toz içindeki vitrinin cam kapakları açıktı. Yan
tarafındaki aynalı büfenin üzerinde -kim bilir ne zamandan- komşunun getirdiği,
eğilmiş kâğıt kaptaki aşure; dibini delmiş, mobilyayı yakmış ve onunla
kaynaşmıştı.
Aşureye;
boy boy, boş pet şişeler, ambalajlar, içki şişeleri ve tabakları küllük
niyetine kullanışmış; küflü fincanlar eşlik ediyordu.
Ama
pisliğin ve çöplerin asıl odaklandığı yer; etrafımı sarıp sarmaladıkları üçlü
koltuğun etrafıydı. Üzeri aynı şekilde çöple dolu, başımın önündeki zigonu
aşıyordu; barikatların boyu.
Salondaki
çiçekler de balkondakiler gibi solmuştu.
Sustuk.
Uzunca bir süre sustuk.
Ben ağzımı
açmadan, kendi aralarında bile konuşmadılar. Kendi cenazemin, taziyesinde
gibiydik sanki.
Halsizdim,
gelmelerinden huzursuz olmuştum.
Kendi
dertleri, sevinçleri; onları yoran koşturmacanın içinde savrulmaları
gerekirken; arta kalan zamanda ise hayatlarını yaşamaya çalışmaları,
kendilerini ödüllendirmeleri gerekirken; ne aramaya gelmişlerdi?
Düşe kalka
tutunmaya çalıştıkları dünyayı, göresi gözüm yoktu. Parçası oldukları ve oradan
geldikleri için; dolayısıyla onları da.
Yapamamıştım.
Çekildiğim
inzivada; yenilgiyi kabul etmiş, bekliyordum.
Onlar
gelmese, belki de belediye ekipleri gelecekti. Meraklı bir komşu veya kokudan
rahatsız olan çevredekiler.
Kimseyle
uğraşacak halim yoktu; sonunda bir sebeple birileri geldiğinde, orada olmasam
iyiydi.
Acıdan
başka bir şey hissedemiyordum; aldığım nefes bile ağrıma gidiyor, beni
üzüyordu.
Yorulmuştum
artık, biraz olsun dinlenmek dahi istemiyordum yine de.
O kadar işe
yaramaz ve değersizdim ki, aynalardan bile kaçınıyordum. Bir parça bile saygım
kalmamıştı kendime, çünkü ben buna değmezdim.
Mecbur
kalmadıkça yemiyor, sipariş ettiğim yemeklerin artıklarını olduğu gibi; olduğum
yere bırakıyor ve kıpırtısız, olduğum yerde uyumaya çalışıyordum; ümitsizce
sarhoş ederek kendimi.
Titremeler
sarıp gözüm kararırken, başım dönmeye başladığında; çikolatalı gofret, dilimli
kek, minik bir kruvasan veya hamurlu bir şeyler atıyordum ağzıma; artık ne denk
gelirse, hazır gıda olarak kısmetime.
Kalkmaya
niyetleri olmadığını anlamıştım da tahammülüm de kalmamıştı.
Uzun
zamandır duymadığım, güçlükle çıkan, boğuk ve hırıltılı sesim; cılız ve
uzaklardan gelir gibiydi. İlk kez duyuyormuşum gibi yadırgadım, tanıyamadım,
kulaklarıma inanamadım.
Zoraki bir
“Hoş
geldiniz.”
Savaş’ın,
“Sen burda
dura dura, sentetik gübre olmuşun başgan.”
İşaretiyle hareketlendiler.
Önce
beni; içinde yaşadığım bu pislikten kurtarmakta, ardındansa -iradem dışında-
topluma geri kazandırmakta kararlıydılar.
Niyetleri
kimin umurunda, anlamıyorlardı beni?
Anlatamazdım
ben de.
Elimden
geldiğince, geri dönüşüm operasyonlarını sabote etmeye çalıştım.
“Pizza
söyleyip bira içelim.” dedim.
Kulak
asmadılar. Kimim ki ben, sözüm geçsin?
İyilik
yapıp madalya mı alacaklardı sanki? Böyle olması; benden geriye kalanlarla son
kırıntılarıydı irademin.
İhlaldi,
ayıptı, saygısızlıktı. Paramparça olan kıymetsiz kalbim, yine kırılmıştı.
Onlar
temizlik yaparken, ben ağlıyordum. Ama nefes alıp verir gibi dikkat çekmeden. ‘Yanaklarıma
değmeden’, dizlerime dökülen gözyaşlarım; sular seller gibi göller
oluşturuyordu tenimde. Başım öne eğikti; iktidarsız penisine içlenen birisi
gibi.
Acilen
içmem lazımdı.
Uzun
pazarlıklar sonucunda, bulaşıkları ve banyonun temizliğini onlardan almıştım.
En azından, onları kurtarmış olarak; daha fazla aşağılanmamış olurdum.
Pislik
ve dağınıklığın, çöplerden kalanının büyük bölümü; zaten bulaşıklardı.
Banyonun
girişinde; izmaritler, küller ve saçılmış şişeler karşılıyordu hemen ve
muhtelif yerlere dağılıyordu.
Sola
açılan kapısının sağında kalan lavaboda kıllar selamlıyordu. Hemen yanındaki
çamaşır makinesinin üzerinde boş alan kalmamıştı şişelerden. Küvetin önündeki
zigonun üstünde de manzara farklı değildi.
Tabii ki,
küvet de lavabo gibi kıl doluydu. Otursıçın tek temizliği; işimi gördükten
sonra, refleks olarak sifonu çekmemdi. Yetmezdi.
Mutfağın
masası, yerler, tezgâh; tıpkı salona benziyordu. Balkonuna çıkınca ise ağzı
açık, dolu, akmış çöp poşetleri ve etrafa saçılmış aynı barikatlar. Alanı küçük
olduğundan, pisliğin en yoğun olduğu nokta -salondaki üçlü koltuğun etrafından
sonra- burasıydı.
Ama hiç
uğramadığım, evdeki diğer üç yatak odası; pis yahut dağınık değildi.
EPİLOG
Yıkım
Büyük
felaketin yarattığı tarifsiz elem ve tahribat, şok dalgalarıyla en ücra
köşelere değin sirayet etti.
Yıkımı
yaşayan halk ve kederlerini yüreklerinde paylaşan milyonlarca insan; panik
halinde, kapkaranlık bir çaresizliğe terk edildi.
Devlet
organize olamadı, kurumlarını işletemedi. Kimsesiz kalan halkın imdadına Hızır
gibi yetişemedi.
Planlama,
koordinasyon ve yönetim zafiyetleri ile beceriksizlik, ihmallerle birleşerek
trajediyi katbekat devleştirdi.
Bu acizlik
içerisinde, halkın yaralarını sarmak yine halkın kendisine düştü.
***
Gönüllüler,
STK’ler, belediyeler, siyasi partiler; insanüstü bir özveriyle koştu, didindi
hatta ellerinden gelenin fazlasını ortaya koydu.
İnsanlar
niçin yetersiz kalan Afad’a, Kızılay’a güvenmiyor da Ahbap’ı tercih ediyor?
Akut niye iğdiş edildi?
Niçin
haberleri TRT’den değil de Fox’tan alıyor?
Kim veya
kimler nerede yanlış yaptılar?
***
İnsanların
yardım için haberleştiği en hayati anlarda Twitter’a erişim, nasıl ve hangi
gerekçeyle kısıtlanabildi?
Kim kışta,
kıyamette ortada kalan millete yetişebilsin diye -aslında devletin görevini-
üstlenenlere mâni olmaya çalıştı, ne uğruna?
İnsanlar
enkazlarda, soğukta; ölürken, can çekişirken, acı içinde çırpınırken -sırf
zayıflığı belli etmemek adına- durum kontrol altında, her şey yolundaymış gibi
-utanmadan, sıkılmadan, vicdanı sızlamadan- yalan söyleyebilenler kimlerdi?
***
Millet can
derdine düşmüşken, fırsattan istifade; ırkçılık, nefret ve yabancı düşmanlığı
nifak tohumlarıyla suyu bulandırarak haklı hüzün ve öfkemizi kendimize
yönlendirip - paramparça olmuşken üstelik- kendi kendimizi vurmamızı arzulayan
kimdi?
***
Ancak son
çare olarak gündeme gelebilecek olan öğrenci yurtlarını boşaltan; bu şartlarda
dahi sürdürülmesi gereken eğitimi sekteye uğratan, bu kadar kolay gözden
çıkarabilen, ilk feda edilecek denli değersiz gören kimlerdi?
Okumuşu
küçümseyen, hor görerek küstüren; cehaleti yücelten ve kutsayarak bugünlerin
taşlarını döşeyen kimlerdi?
***
Deprem
bölgesinde, adı üzerinde olası bir afet beklendiği halde; kentler ve köyler
nasıl yerle bir olabildi?
Ulaşım
hatları, nasıl oldu da kullanılmaz hale gelebildi?
En
güvenilir yerler olması beklenen okullar, hastaneler nasıl tuzla buz olabildi?
Normal
şartlarda bu depremlerin, bu denli büyük can kayıplarına ve hasarlara yol
açmaması gerekirdi.
Bize
bunları yaşatan kimdir? Kimdir bu yıkım ve acıların sorumluları?
***
Her kim
olursa olsun müsebbibi, hesabı sorulmalı.
Bize
‘kader’ palavraları sıkan şarlatanlara; öbür dünyanın ilahi adaletinden evvel
şu anda, şimdi halkın adaleti tecelli etmeli.
Yitirdiklerimizin
ardından, geride kalanlar olarak artık; bu da bizim boynumuzun borcudur.
Yaşadıklarımızdan
öğrendiklerimizle bizi ‘biz’ yapan bu birlik ve dayanışma ruhuyla el ele
vererek beraberce; İkinci Yüzyılında ‘kimsesizlerin kimsesi’ olan yeni bir
‘Cumhuriyet’ inşa etmeliyiz.
Gotham
Gece,
karanlık.
Kentin
sokaklarından el, ayak çekilmiş.
Pencereleri
örtük, kapıları kilitli evlerin, ışıkları sönmüş.
Ayrı ayrı
veya bir arada, insanlar kabuğuna çekilmiş, herkes kendi yalnızlığına gömülmüş.
Kara,
ıslak bir köpeğin iniltileri yankılanıyor ve büyüyor uzaklardan. Rüzgârın
uğultusu ve başka çıt yok dışarıda.
Aydınlıkta,
yuvalarından çıkan karıncalar gibi didinen insanların hazırlığı; böyle uzun ve
çetin kış geceleri içindi.
Karabasan
ağırlığında üzerine çöken kirli havayı ve yoğun sisi biraz olsun
rahatlatmıyordu, aniden gök gürültüleri eşliğinde bastıran yağmur.
Her
şimşekle beraber kayboluyordu; karanlığı aydınlatmayan, puslu ve cılız sokak
lambalarının ışığı.
En
ücra hücrelerine değin irinle dolu, damarlarından pislik akan bu şehrin;
tekinsiz ara sokaklarında, yalnız başınıza dolaşmak istemezdiniz.
‘Soluk bir
ay dolanıyor
kentin
üstünde her gece’
Bir beka
meselesi olarak, yönelen tehdide karşı; bütün halk ve temsil edildiği
parlamento tarafından, kurtarıcı olarak sınırsız yetkilerle donatılan ve bütün
gücü elinde toplayan başkomutan.
Ve olaylar
gelişir.
’So this is
how liberty dies… with thunderous applause.’
Cumhuriyet,
imparatorluk; Sezar ise diktatör olmuştur.
Tepeden
tırnağa çürümüş ve pisliğe bulanmış dünyada; ışık haleleri içinde, bembeyaz ve
kutsal kahraman da bir haine dönüşecek kadar uzun yaşayabilmişti.
Herkes o
kadar da şanslı değildi.
“Silivri
soğuktur.”
Neyse ki
azalarak bitti, korku duvarı aşıldı.
Tamamı
ayaktakımından müteşekkil ve hiç mermisi olmayan halk, te 14 Temmuz 1789’da
şehrin göbeğinde, mutlakiyetin devasa bir korku nesnesi olan Bastille
Hapishanesi’ni ele geçirdi.
Sene olmuş
2023, bize ne oldu?
“Bir gecede
cahil kaldık.”
“Bütün
siyasi rehinelere özgürlük!
‘…And
Justice for All!’
Sizin için
bile.”
Suça bulaşmış,
yozlaşmış ve yolsuz insanların içinde; elindeki imkanlarla, en iyisini ve
doğrusunu yapmaya çalışan, namuslu ve dürüst, sıradan bir memur vardı.
Derler ya
“Bazı
kahramanlar pelerin takmaz.”
Müfettiş
Gordon da onlardandı.
Tayt
pantolon giymiyordu, Cüneyt Arkın gibi deri eldivenlerle kötüleri
pataklamıyordu ama
“Ben Kemal,
geliyorum.” diyordu.
Üç Grup
Eskiden
insanları benimle pavyona gelecekler ve 1 Mayıs’a gelecekler olarak kabaca
birbirinden ayırt ederdim. Kolay, zararsız ve işe yarardı.
Mecbur
kalmadıkça Pavyoncularla muhatap olmazken, Mayısçıları pavyona alıştırmaya
çalışırdım.
Pavyoncular
işe yaramazdı. Aptalca kişisel hırs ve hedeflerin peşinden koşarken,
etrafındakilere ihtiyaç anında sağlanacak fayda olarak bakarlardı.
Övündükleri
özellikleri, dinledikleri müzikleri, örnek aldıkları rol modelleri ve olmaya
çalıştıkları kişiler beş para etmezdi.
Hayata
baktıkları yerden, anlattıkları muhabbetlerden bir cacık çıkmazdı. Sabun
köpüğü, köksüz ve amaçsız kültürleri işe yaramazdı.
Beş
dakikadan fazla sabretmek mümkünsüzdü. Mecbur kaldığımda, tatlı tatlı iğneleyip
kafa bulduğumu bile anlayamazlardı.
Her şeye
rağmen asgari düzeyde de olsa varlıklarına saygı göstermekten kendimi
alamazdım. Centilmen bir beyefendi gibi incitmeden takılırdım.
Onlardan
bile nefret edemiyordum. Yalnızca onlarla sosyalleşmemeyi yeğliyordum.
İki
kelimeyi bir araya getirip insan gibi sohbet edebilmenin imkânı olan, insanlığa
dair ümitlere sahip ve hayatla meselesi olan insanlarlaysa; dünyanın en boş
muhabbetlerini yapmayı seviyordum.
Şaka
anlayışları olmadığından veya bu onları yozlaştıracağından değil; prensip
olarak boş muhabbetten daha mühim konulara kafa yormayı sevdiklerinden; vakitlerini
benimle buna ayırdıklarından dolayı, onlar da benden başkasıyla bu muhabbetleri
yapamazlardı.
Sonra
fikrim zamanla değişti. Gezi’den sonra insanları barikatın hangi tarafında
olduklarına göre ayırmaya başladım.
Yaşı
yetmeyen, bir şekilde durumu olmayan veya henüz içlerindeki potansiyelin
farkına varamamış pırlantaları da bizim taraftan sayıyordum.
İlk üç gün
destekleyenleri, dostlar alışverişte görsüncüleri, küçük dünyalarında başka
hesapları olanları ve sırf içinde bulundukları sürüye uyananları ayıklıyordum.
“Benim de
Gezici arkadaşlarım var” diyenleri de.
Sonunda şunu
fark ettim ki; bir grup insan vardı ve bunlar hak etmedikleri şekilde,
başkalarının üstüne basarak tırmanan, şartlara uygun modifikasyon gösteren, hak
etmedikleri hayatları hiç edip sahip olmamaları gereken imkân ve imtiyazları
kullanırken, gerçekte orada bulunması gereken hayatları mahvediyorlardı.
Bir konak
bulup da sülük gibi yapışabilmek için yanıp tutuşuyorlardı. Kene gibi
taşıyıcılarını tüketmekle besleniyorlardı. İşin kötüsü, övünüyorlardı hayatta
kalma marifetleriyle.
Varlıklarını
sorumlu oldukları canlılara müşfik ve bonkör davranmaktan da geri
durmuyorlardı. Ta ki; içten içe oyarak kovuğa döndürdükleri ortamı, daha
iyisiyle değiştirene değin.
Garibim
insanlar da en zayıf anlarında, en beklemedikleri yerden aldıkları darbelerle
yeksan oluyorlardı yerle; üstelik bir daha belini doğrultamamacasına.
Bazıları;
yalnızca bir köşede, kendi halinde dururken bile bütün ortamı varlıklarıyla
doldururken; onlar, odadaki en dikkat çekici kişiler olabilmek için çabalamak
zorundaydı.
İşgal ve
istila ettikleri toprakların tahtına kurulduklarında, oraların yerlilerinin
idam fermanlarını okurken gözlerindeki kibir, şımarıklık ve egemenliğin
şehvetini görebilirdiniz.
Yaptıkları
şeyle, oldukları şeyle bir sorunları yoktu. Bu onlar için bir zevkti. Asla
bedel ödemeyecekleri, yanlarına kâr kalacağı için herhangi bir suçluluk
hissetmiyorlardı. Yüklenmeleri gereken sorumluluk olmayınca tüy gibi
hafiftiler. Kuş gibi hürdüler.
Sonuçta
kimse; akbabaları uçuştuğu için, çakalları üşüştüğü için suçlayamazdı leşlere.
Onlara altın
tepside sunulmayan başarıları, yetersiz oldukları imtiyazları elde ettikleri
için suçluluk duyacak değillerdi.
Öyle veya
böyle; hayatta elde ettikleri konum için sarf ettikleri, yadsınamaz bir efor
vardı. Karşılığında feragat ettikleri insanlıkları düşünülünce zaferleri daha
bir kıymetliydi. Şu hâlde takdir görmeyi hak ediyorlardı.
Diğer bir
gruptakiler ise onlarla birlikte ve onlara rağmen var olmayı başarabiliyor,
koşullar ne olursa olsun en iyisini ortaya koyarak bütün torpil ve
haksızlıkları haklayabiliyordu.
Onlar o
kadar azdı ki, hemen aralardan seçilebiliyorlardı. Başka hiç kimseciklerde
olmayan sarhoş edici bir havaları vardı. İnsan imreniyordu, gözlerini
alamıyordu.
Ve o
‘Şarabî eşkıyalar’ dokundukları her şeyi güzelleştirmek ve dünyayı daha iyi bir
yer haline getirmekten; kendilerini feda etmek pahasına vazgeçmiyorlardı.
Bu onlar
için o denli kolay ve sıradandı ki, yapamayışınızı izah edemezdiniz ve
anlayamazlardı; geride kalanların anlamsız çekişmelerini.
Toprak
uyandığı, koynundakilere hayatı bahşettiği için; sular ısındığı için veya
tomurcuk tomurcuk çiçeklenen dallarda müjde getiren cıvıl cıvıl kuşları,
kırlarda koşturan çocukları suçlayamazdınız.
Ben
onlardan değildim.
Onlar da
beni anlayamazdı bu yüzden. Ben toplumu oluşturan daha kalabalık ve sıradan bir
kümenin üyesiydim.
Birinci
Grup üyeleri, çoktan üzerine kuruldukları postlarda keyif çatarken; bizim
gibilerin kıçını örtecek bir çul bulabilmeleri için kendilerini paralamaları
beyhudeydi.
Bizim
çalışıp didinerek, gecemizi gündüzümüze katarak; kanımızla alın terimizle
iliğimizle kemiğimizle tepeden tırnağa canımızı dişimize takarak; kendimizden
katarak var ettiğimiz bütün zenginliklere; çoktan el koymuşlardı bile.
Varoluş
sebebimiz; onlara hizmet etmekti, onlara göre.
‘Biz bu
dünyaya acı çekmeye gelmişiz.’
Oysa bizim;
hep birlikte, ‘Güç’e denge getirmemiz’ ve dünyayı değiştirmemiz gerekirdi.
Başarı
Öyküsü
Yoksul halk
acı içinde sefalet çekerken; padişahların sarayında, bir avuç insan; zevkusefa
halinde vur patlasın çal oynasın, gününü gün etmekteydi diye anlatırlardı
eskiden okullarda.
Bir
zamanların inanılmaz işgalleri ve seferleriyle; akıl almaz kahramanlık
hikayeleri yazarak düşmanların dizini titreten, hayranlık uyandırarak saygıyla
birlikte kıskanılan; kıtaları ve asırları aşan görkemli imparatorluğu artık,
“Hasta Adam” olarak anılıyordu.
Koca
imparatorluk yangın yeriyken; insanlar açlıktan kırılırken, devletin baskıları
altında ezilirken; sadece güçlünün haklı olduğu kurallar gözetilirken; bütün
kaynakların ve zenginliğin ayrıcalıklı, küçücük bir zümrenin elinde
toplandığını; işi gücü bırakıp bir anlığına da olsa hayal etmeye çalışın.
Ve hayat,
günden güne sizin için kötüye giderken; üstünlerin umrunda olmadığınızı.
Ve onların
şımarık, halden bilmez, kısıtlanamaz, sonsuz ve doyumsuz arzularının;
kaderinizi belirlediğini.
Hiç
çekinmeden elden çıkarabildikleri, kolay harcanır bozuk paralar olduğunuzu. İşe
yaramaz safralar olduğunuzu.
Üzerinizdeki
hakimiyetlerinden ve yaşadığınız trajedilerden keyif aldıklarını,
egemenliklerini perçinlediklerini.
Sizin ise
yalnızca birer sayı olduğunuzu.
Hayata
dezavantajlı başlayanlar için devletin; kim olduğuna, nereden geldiğine, neye
inandığına, hangi halktan olduğuna, yönelimine, cinsiyetine veya ideolojisine
filan bakmadan sunduğu olanaklarla şartları eşitlediğini düşünün.
Parasız
Yatılılar, Enstitüler, Halkevleri ve oradan çıkarak kurumsallaştırdıkları
cumhuriyetin, bizzat yarattığı kuşakları.
Kıçında
donu, evinde tuvaleti, cebinde beş kuruşu olmayan halk çocuklarını.
Issız dağ
başlarında kaybolup gidecek, içinde sayısız meziyet ve olasılıklar barındıran
değersiz hayatların; küçümsediğimiz, beğenmediğimiz maceralarını.
Sınıf
atlamak, yırtmak, imtiyazlı olmak, himaye edilmek, hakir görülen ayaktakımından
üstün ve değerli olduğunu düşündürecek imkanlara sahip olmak, zayıfları
güçsüzlüğünden ötürü suçlamak, dürüst ve onurlu insanları kurnazlık edip hile
yapmadığı için ayıplamak, başkalarından çaldıkları hayatları; gerine gerine,
böbürlenerek yaşamak; başarılı olmak demek değildi.
‘Kimsesizlerin
kimsesi’ olmak gibi ciddi bir iddiayla yola çıkan genç cumhuriyetin, onu
yücelten kuşaklarının birlikte bir bütün olarak yarattığı; bu toplumun yüz akı,
en aydın, en ileri, en insancıl nesillerini var etmek; gerçek başarı
hikayesiydi.
Bugün içi
boşaltılmış, kovuğunu kurtların mesken tuttuğu, içeriden kemirilerek tüketilen
ve maalesef ölmeye yüz tutan yüz yıllık bir çınarın düştüğü durum; bize o
zamanlar okullarda anlatılanın aynıydı.
Toplum,
hayatı boyunca yanlış kararlar verip hatalar yapmaya devam edebilirdi.
Birileri,
“Bunun
tekrar olduğuna inanamıyorum!” da diyebilirdi.
Ama sırf
ahmakça; bir türlü aynı hataları yaparak bundan ders alamamak, iflah olmamak ve
asla akıllanmamak için bile; toplumun kendine olan borcu ödemesi, bir kez olsun
doğruyu seçmesi gerekirdi.
Pes
“Rehin
aldın bizi.” demezdi de
teslim olmuş gibi ellerini
kaldırdığında; kafa şişirdiğini anlardı, lafı fazla uzatan kişi.
Yanlış
odadaydı, etrafındaki düşük insanların dünyasına ait değildi, ama onlarla
birlikte yaşayabilme becerisini geliştirebilmişti.
Belirli bir
meskeni olmayan, ailesinden kopmuş, sırf içki ısmarlatabilmek için bütün
meyhaneleri dolaşma fırsatı veren; piyango bileti satma işini; paravan olarak
kullanan, orta yaş üzeri, alkol bağımlısı birine göre; oldukça güçlü bağlarla
sarılmıştı hayata.
Son ana
kadar bilincini kaybetmemiş, kendine bir yer bulmak için mücadele etmekten; hiç
vazgeçmemişti rahmetli.
Erken
sayılan bir yaşta öldüğünde ise; bu yaşa kadar, bu şartlarda fazla bile yaşamış
sayılabilirdi; Bar Filozofu.
Çok zengin
bir kültürü ve ileri bir dünya görüşü vardı, bu hoşsohbet ve ışık saçan gözleri
de daima yüzü gibi güleç adamın.
Ne zaman
denk gelseniz, her seferinde bambaşka konularda uzun uzadıya ve derinlemesine
konuşabilirdiniz; hiç sıkılmadan.
O da sizden
sıkılmazdı, eğer sizinle bir şeyler paylaşabileceğini gördüyse ve düşünürse.
Aksi
takdirde kaldırırdı ellerini, teslim olmuş gibi.
“Azat et
beni” demezdi.
Anlardınız.
Yaşadığı
hayat bir rezaletti. Kaybetmişti. Kopmuştu. İbretlikti.
Düşmüştü
işte bir şekilde ya; ‘mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün
mesele!’
Yakın
zamanda kaybettiğimiz, başka bir Felsefeci’yi; bir başka barda tanımıştım. O
zamanlar fıkralar, hikayeler ve anılarını anlatan keyifli bir sarhoştu.
Kaybetmişti
o da fakat, halen aklı başındaydı.
Başaramadı.
Sığındığı
son mevziiyi de yitirdi.
Son
gördüğümde hali içler acısıydı. Saçı sakalı karışmış, cildi kızılötesiydi. Üstü
başı pislik içindeydi. Altına sıçmış ve işemişti.
Tepeden
tırnağa, sağlıksızlığın vücut bulmuş haliydi.
Hazindi.
Bir önceki
görüşümde, meydanda toplanan halkın içine girmeye çalıştıkça; bu korkunç
görünümlü adamdan kaçıyordu insanlar.
O da iyiden
iyiye ürküyordu insanlardan. Kişisel alanları işgal etmeden, güvenli bir
uzaklıktan fısıldıyordu masalara. Fazla kesmeşekerleri istiyordu.
Eline
aldığı kesmeşekerleri uzatmak için kaldırdığında insanlar, sanki ona el kaldırmışlar
gibi irkilerek kaçıyordu.
Beni
tanımadı. Silinmişti hafızası.
Kış güneşi
altında, bir uzun gün oturmuştum onunla bankta. Tek kelime etmeden ve
gücendirmemek için; bakışlarımı karşıya, akan trafiğin ve yaşamın ötesindeki
boşluğa dikmiştim.
Komik olmayan
birkaç fıkra anlattıktan sonra, kendi kendine gülerek tekrar başa sarıyordu.
Aynı üç fıkrayı durmadan, severek ve komik olduğundan en ufak şüphesi
olmaksızın tekrarlıyordu.
Nezaketen
bile gülemiyordum, gelmiyordu içimden. Bana kalırsa bunu hak etmemişti. Böyle
olmaması gerekirdi.
Artık onun
için bir çıkış, bir kurtuluş yoktu. Tek başınaydı.
Kış
güneşinin altında, bir uzun gün boyunca, tek kelime etmeden, meydandaki parkın
bankında, akan hayatın dışında; insanların ve arabaların, binaların ve yolların
ötesindeki boşluğa bakarken ben; sanki burada, geri dönüşü imkânsız gençliğimle
baş başa oturuyormuşum hissine kapıldım.
Artık
mahallenin delisiydi; toplum, posa haline gelmiş bu adamı tükürmüştü ve
ürkütücü derecede yakın hissediyordum ona kendimi.
İsa’nın öldürüldüğü
yaştaydım.
“Bir olduğu
Babası’na gitti.” demişlerdi.
Yanlış.
Annesine
dönmüştü.
Süngüm
düşmüştü.
Amy
Winehouse olmak üzere çıktığım bu yolda, kendimi Yıldız Tilbe olarak bulmuştum.
Gördün mü
başımıza geleni?
Bazı
insanlar vardır, herhangi bir şey için dışarıdan en ufak bir takviyeye ihtiyaç
duymazlar.
Çok fazla
ayrıcalıklı sayılmazlar belki fakat; dişten, tırnaktan artan; biriken emeğin
üzerine, rahat ve güvenli alanlarda; yalnızca bir şeyler daha koyacak kadar
zahmete katlanabilsinler diye gözlerinin içine bakılır.
Başkaları,
sırf o rahat etsin diye bütün güçlüklere göğüs gererek eldeki tüm imkanları
zorlayıp sırça köşkler oluştururlar.
Doğuştan
gelen haklarından; bir yandan utanırken bu kimseler, öte yandan daha fazlası
için çabalamayı gerekli bulmazlar.
Ben,
hayatta başarılı olabilmek için her şeye sahiptim ve olası muvaffakiyetim
kimseyi şaşırtmazdı.
Haber
değeri yoktu.
Dünya çetin
bir arenaydı, tüm savaşlar ölümüneydi ve gübreler elenirken, yalnızca güçlü
olanlar ayakta kalırdı.
Başkalarının
yaşam haklarını ellerinden alarak hayatta kalmak ve bunu; köpüren, kuduz bir
kalabalığın çomaklarla dürttüğü, demir parmaklıkların içindeki ahşap bir
kafeste kapalıyken, bir kutlamaya dönüştürmek; gururlanmak alçakçaydı.
Kim,
kazanacağını bildiği bir kavgaya girecek kadar düşebilirdi; sırf seyircileri
memnun etmek için?
Hangi at,
üzerine bahis oynanmayan bir yarışta birincilik için koşardı?
Aslında,
‘Bütün atlar kaybetmeye koşar’dı.
Bütün
beklentileri tersine çevirerek tepetaklak olmanın reytingi ise çok daha
yüksekti.
Vahşetten,
kan ve gözyaşından hoşlanıyordu kalabalıklar; seviyorlardı,
“Ben
demiştim” demeyi.
Tekparça ve
güvende olduklarını hissettikleri rahatlık içinden yorum yapmak kolaydı,
ellerine kan bulaşmıyordu ve korkakça yaptıkları aşağılık tercihleri; hayatta
kalma şanslarını artırdığı için, gönül rahatlığıyla kafalarını yastıklarına
koyabilirlerdi.
Nasıl olsa;
sırf onlar eğlenebilsin diye birileri, arenada ölmek için çabalıyordu.
Benim artık
tek beklentim, kalabalıkların arasına karıştığımda seçilmemek, görünmez
olmaktı. Birbirinin aynı insanların içine girebilmek, onların arasında bir yer
bulabilmek ve karşıdan yargılayan parmaklarla işaret edilmemekti.
Herkes her
şeyin en doğrusunu, münasip ve makbul olanı biliyordu.
Cahildim.
Makul bir görünüşle içlerinden birileri olabilmem için, kırk fırın ekmek yemem
gerekliydi ve zor geliyordu.
Her şeyden
önce yemek yemek hamallıktı, ben içmeyi yeğlerdim.
Her şeyin
mübah olduğu, onursuz bir savaşta; köşeleri çoktan kapmış olanlar, içerideki
çemberin parçası olurken; ben ağzımı açıp aval aval baktığımdan, dış kapının
dış mandalıydım.
Toplum
içinde ağzımı açmam, incilerini dökerdi.
“Görüyorum
ki, çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda.”
Kalbi olan
herkesin içi cız etmişti, geriye kalanlarsa yaşamaya devam.
Hayatta, en
çok aşağılandığım zamanı hatırlıyorum da öyle işte.
Birini seç.
Yalanların arasından, hangisinin doğru olduğu bilemeyecek kadar batmışsın.
Peki, senin için önemli olan doğrusu mu bir defa?
Bazen ani
olarak, gelişine gibi görünebilir. Ama aslında, en başından beri, içten içe,
çoktan seçilmiştir de duruma göre konumlanabilmek için temkinli olmakta fayda
vardır yine.
Bu işler
böyledir işte. En korunaklı, öngörülebilen ve sürdürülebilecek olan; zaman
zaman bir yalanı büyütmektir.
Bu kadar
çok ve karmaşık yalanların arasında, basit doğrular nasıl barınabilir?
Dolaysız, sade doğrulara tutunarak saf hakikatle nasıl hayatta kalınabilir;
kurtlar sofrasında?
Gerçeklerin
de insan kalmaya çabalayanlar gibi bir ehemmiyeti yoktur, geçer akçe değildir.
Zaten
karar, çoktan verilmiştir. Tercih yapılmıştır. Belki elli, bilemedin
milyonlarla kere; ince elenip sık dokunmuş, iğneden ipliğe; gereği
düşünülmüştür.,
Geriye
kalan, can sıkıcı teferruata ayrılacak zaman yoktur.
Saflık:
burnunun dibindeki yozlaşmış insanları; kendi gibilerle huzur içinde
sürdürürken alışverişi, yozlaşmaya karşı uyarmaktır bazen.
Onun başına
gelmesinden korktuğun şeyleri, sana yaşatmasıdır.
“Demek
istediğim, tam olarak buydu işte.” demezsiniz.
“Öyle demek
istemedi, orospu çocuğu demek istedi.” eğer tebessümleyse, o da belki.
Ne denir ki
de denebilir, bunun üzerine?
Fark eder
mi, bir önemi yok nasılsa?
“Ben
gidiyorum, size iyi eğlenceler.”
MUTLU SON
İçi Beni
İşler
yolundayken, ötesini düşünmeye gerek yoktu.
Huzurluydum.
Her ne
kadar, nasıl olacağını bilemesem de böyle olmaması gerektiğini bilecek kadar;
kendinden emin fikirlerim vardı, dünyaya karşı.
Bir şekilde
halledecektim; nasıl olsa, muhtaç olduğum büyük kudreti; her defasında, yeniden
üretebilecek araçlara sahiptim.
Felek,
ağzıma çaktığında; dökülen dişlerimi, kanımla birlikte suratına tükürürken;
gülümseyecek özgüvenim vardı.
Meydan
okumalar ne derece çetin olursa olsun, üstesinden gelebilecek şaka anlayışıyla
güçlüydüm.
Yitirdim.
Birden
olmadı, yavaş yavaş alıştırdı ancak; son kertede altımdan çekildiğinde, üstünde
keyif çattığım uçan halı; çakıldım.
Böyle
zamanlarda, hiçbir şey yapmasam da her şeyi yapabileceğimi sanırdım.
Kızıldeniz’i
yarmış biri olarak, şapkadan tavşan çıkarmaya tenezzül edecek değildim
herhalde. Asla böyle bir şeyi kabul edemezdim. Hakaret sayardım.
“Şimdi bana
eşekten düşmüş birini getirin.”
Yaşamın
kendisi, kutlanması gereken kutsal bir armağandı. Yalnızca şükran duyulacak,
kendi varlığından kaynaklıydı.
Gerek
olmadığı gibi bir veya birden fazla tanrı yoktu fakat, çok daha iyisi vardı.
Pul pul
dökülen derimle kıvrıla kıvrıla süzüldüğümde çadırının içine, o zaman
bilmiyordum ve anlamamıştım. Ama ben Hayat Ağacı’nın gövdesine dolanmıştım.
Kötücül
yorumlar içeren, tahrif edilmiş versiyonları; başka hikayeler anlatıyordu lâkin,
hakikat bambaşkaydı.
Ben zaten
onlara hiçbir zaman inanmamıştım.
Bilmeye ya
da anlamaya hacet yoktu. Bir yılan yahut bir ağaç; bu olağanüstü yaşam
deneyiminin anlamı üzerine düşünmez, sezerdi.
Kendiliğinden
bir insiyaktı.
‘Sen
karanfile eğilimlisin,’ mesela; bu, öyle bir tarihsel zorunluluktu.
Farkında
bile olmadan güdülenmişken, söz konusu insan olunca işler değişirdi zira;
‘Bir hayatı
insan gibi tamamlamak güç iştir’.
Dalgasız
denizde herkes kaptandı ve işler kolaydı. Su bulanınca, dalgalar köpürünce ve
mürettebat gemiyi terk ettiğinde, bir başına kaldığında, kıçı kırık ahşap
teknen alabora olduğunda?
Yine böyle
sinir bozucu bir sırıtış ve aptal bir iyimserlikle; bu en büyük mucizeyi,
olduğu gibi kabullenip göğüsleyebilecek misin?
Asla böyle
bir şeyi kabul edemem. Aşk olsun, ben öyle biri miyim?
Bunu hak
edecek ne yaptım veya nelerden kaçındım acaba, kaldı ki; durduk yere tadımızı
kaçıracak atraksiyonlara girmek akıl kârı mıydı?
Acaba bu
bütünüyle benim çelik gibi(!) irademle mi alakalıydı yoksa, başka bir dizi
değişkenin bir araya gelmesiyle oluşan kötü bir zamanlama mıydı?
Mazeret
Mecbur
kalmadıkça, kılımı kıpırdatmaya prensip olarak karşıydım. Kısıtlı enerjimi
lazım olduğunda -ki umarım olmazdı- kullanmak üzere depoluyordum; kırılgan
camların ardındaki kırmızı düğmelerde.
Altmış
kilolara kadar düşmüştüm, doksanlara kadar da çıkmıştım ardından. En fazla göbeğim
Kemal olmak üzere, koca kafam, basenlerim ve götüm şişmişti.
İnce
kollarım zarafetle bir kadehi düşürmeden tutsa, koltuğumun altına Sözcü
Gazetesi fotoşoplansa; rahatlıkla emeklilikte yaşa takılmıştım, olanca huysuz
ihtiyarlığımla.
Postürümü
düzeltip kafamı çevirdiğimde, ayak uçlarımı değil Kemal’i görüyordum.
“Atalet,
atalet, daha fazla atalet!” diye inlerken; kürek kemiğimin birinin altında,
mahallede eskiden top peşinde koştuğum günlerden kalan bir sakatlık; öbüründe,
yan yatıp kitap okurken gelişen benzeri bir sızı; centilmen bir beyefendi gibi
bir sandalyeyi çekip ittirirken yahut bir kapıyı açarken ya da yalnızca bir
yanıma döndüğümde tutulabiliyordu belim.
Hareketsiz
geçen saatlerin ardından dikip uzatarak uyusam da geçmiyordu bacaklarımdaki
ağrı ve ben bununla yaşıyordum, doğal bir parçasıymış gibi; hayatta olmanın.
İltihaplıymışçasına
ağrıyan sağ dirseğimin üzerini ve boynumun arkasını saymıyorum bile veya öğlene
doğru güç bela yanlışlıkla daldığım uykudan sıçratan baldır kramplarını.
Fiziksel egzersiz,
düzenli beslenme ve gece uykusu ama, en mühimi çalışarak yorulmak.
Vay canına;
ben bilmiyordum bunları, bak bir yaşıma daha girdim. Gördün mü başıma geleni?
Başkasına
saygısı olmayan, tuvaletten çıkınca ellerini yıkamaz ya kendisine saygısı
olmayan, dişlerini fırçalar mı?
Değersiz
biri; yalnızca kendisi için kahvaltı hazırlamaya üşenir, aynada kendisine
bakmaz, bugün ne giysem diye düşünmez.
Yeni güne,
sefere çıkacak bir savaşçı edasıyla hazırlanarak insan içine çıkmaz.
Yoktur
amaçları, hedefleri ve gündelik hayatın küçük kumarlarını oynayacak
serüvenciliği.
Boktan
sitcomlar yahut pembe diziler gibi değildir, sezonluk yaz dizileri değildir,
gençlik dizileri değildir, romantik filmler değildir, gişe filmleri değildir ya
sanat filmi hiç değildir; birbirine benzeyen sıkıcı günleri.
Konuk
olduğu; bütün birbirinin tıpkıbasımı yapımlarda soyulmuştur, biraz daha
kaybetmiştir kişiliğinden.
Kolay
harcanabilir elbette, kendine saygısı olmadığından.
Merak
ediyorum hiç mi istemezdi özel hissetmek, kıymetli olduğunu düşünmek, birileri
için ufacık da olsun bir anlamı olduğunu düşünebilmek?
Merhamet
İnleyen
nağmeler, ruhumu sardığında; ben de masanın üzerinde katlanmış vaziyette duran
peştamalı belime sardım.
Hazır
olduğumu belirtmek için kapıyı içeriden tıklattım ve masanın üzerine çıktım.
Yüzükoyun yatmaya çekindiğimden, sırtüstü uzanarak gözlerimi kapadım.
Fazla
sürmeyen gergin bekleyiş başlamıştı.
Bana;
lisedeyken evimizdeki reostalı kırmızı ışıklı odamı anımsatan ancak; farklı
olarak mor, mavi arası renkli ışığın yandığı loş odaya girdiğimde, şöyle bir
etrafı kolaçan etmiştim; meraklı gözlerle.
Karanlıktan
pek bir şey seçilmiyordu fakat, oldukça sade ve serin bir odaydı. Örneğin,
duvarların ne renk olduğunu seçemiyordum.
Kapının
açılış yönünde başlayan duvarda, yalnızca bir kadın suratının sağdan
görünüşünün çizimi olan, küçük sayılabilecek bir tablo asılmıştı.
Tablonun
olduğu, odanın kısa kenarıyla uzunu birleştiren köşe başında; ağaca benzeyen,
ayaklı elbise askılarından vardı; hemen berisinde ise alçak bir puf
bulunuyordu. Giysilerimi bu askıya asmıştım.
Uzun
kenarda, tahminimce; camlarında siyah filmler ve koyu stor perdelerle
kapatılmış, polivinil klorür pencereler duruyordu.
Diğer kısa
kenarla birleştiği köşede, üstünde elektrikli ısıtıcı bulunan, alt kapağı
çıkarılmış ve içine minik çöp kovası koyulmuş bir komidin; ayakta dikilen
vantilatörün yanındaydı.
Kısa kenar,
diğer köşedeki duşakabine değin çıplaktı. Masanın üzerinde, peştamal ile
birlikte katlı duran havluyu alıp duşa girmeden önce; elimle açıp gerdirerek
temizliğini kontrol etmek istedim lâkin, bu yetersiz ışıkta olanaksızdı.
En azından
göze batan bir şey yoktu.
Duşla
kapının arasındaysa, aynalı bir tuvalet masası yerleşmişti. Üzerinde kulak
çöpü, yağ, kâğıt havlu ve bir kumanda duruyordu.
Açılan kapı
sesiyle hafifçe irkilerek gözlerim açıldı. Kapıda dikilip güleç ve şen bir
sesle selam verirken, eliyle ışıklarla oynuyordu.
Dirseklerim
üzerinde, ağırca doğrularak aldım selamını.
Arkamı
dönme komutunu aldığımda, sorgusuz uyguladım. O da vakit kaybetmeksizin,
ellerine sıktığı yağla birlikte işe koyuldu.
Bu ışıkta
yaşını kestiremiyordum ama, saçlarının açık renkli olduğunu anlayabiliyordum.
Balık etliydi.
Kollarında
şıkır şıkır çınlayan bilezikleri vardı. Saçlarını sıkıca arkadan toplamıştı ve
kollarındaki takılara uyumlu, belki de takım olan; iri halka küpeler
sallanıyordu kulağında.
Ayağına
rahat görünen beyaz spor ayakkabılar, üstüne de tek parça; ayakkabılarıyla aynı
renkte, kolsuz, göğüs ve sırtını açıkta bırakan, kısacık etekli, yazlık, efil
efil, ferah bir elbise giymişti.
Ayıp
olmasın diye pek dikkatli süzememiştim ama; birazdan beni anadan üryan görecek
kişiyi, ben de merak etmiştim.
Memişleri
iriceneydi, kıvrımlı lakin kaba durmayan bir poposu var gibiydi. Düzgün ve ince
olmayan bacakları uzun, incecik bilekleri ise zarifti.
Ancak
dudakları, soğuk havada çıplak gezip kapıya çarpmış gibi kocaman şişmişti ve bu
surata ait gibi durmuyorlardı.
Neyse ki; o
kalın kaş akımına kapılmamıştı kendisi.
Muamele
Bileklerimden
başlayıp yukarı doğru çıkıyordu. Kemiklerimi kırmayan sertliği, bence
ayarındaydı ve hiç acele etmiyordu.
Belki o da
biliyordu çünkü; acele edersek hasta oluruz.
Bacaklarımla
ilgilenirken, ayaklarımı kasıklarına bastırıyordu; bu normal miydi, başka türlü
yapılamıyor muydu bilemiyordum ancak; bu temaslar beni rahatsız ediyordu.
Bir şey
dememiştim yine de.
Acık götümü
de mıncıkladıktan sonra sıra belime gelmişti. Uzun saatler, sahada ayak
üzerinde geçirdiğim saatler, silikon tabanlıklarıma rağmen; imanımı
gevretmişti.
Her ne
kadar olmadık zamanlarda ve olmayacak şekillerde tutulsa da belim, bacaklarımın
sızısı kronikleşmişti.
Ağrı
hissetmediğim zamanları hatırlayamıyor, acı olmadan hayat nasıldı tahayyül
edemiyordum.
Bırakmıştım
kendimi, gevşemiştim gerçekten. Uyukluyordum hatta, kapalıydı gözlerim.
Laf olsun
diye bir şeyler sorup arada muhabbet etmeye çalışmasa veya nasıl geldiğini
sormasa; bunların yerine, çenesini kapayıp yalnızca işini yapsaydı keşke diye
düşünüyordum fakat; hemen sakinleşip bırakıyordum kendimi ellerine, maharetli
parmaklarına.
Belimle ve
sırtımla epey uğraşmıştı. Hatta bir yerinde üstüme çıkıp öyle yoğurmuştu.
Belimi,
bacakları arasında sıkıştırdığında; ileri düzey temastan kaçınabilmek adına
yapabildiğim tek şey, bacaklarına değen ellerimi çekmekti.
Sıcaklığını
hissedebiliyordum ama belimin ortasında.
Acayip
kulunçlarım olduğunu, bu nedenle sıklıkla gelmem gerektiğini söylemişti.
Daha önce
hiç gelmediğimi, sakatlanmadan, doğru şekilde nasıl ve ne sıklıkta yapılması
gerektiğini bilmediğimi söylediğimde gülerek;
“Ne kadar
çok yaptırırsan o kadar iyi, her gün gel. Hiçbi zararı yok.” demişti.
Açık
söyleyeyim, ben ikna oldum.
Sırtımın
üst kısmı ve omuzlarımla birlikte, sıra kollarıma da gelmişti.
Memelerini
kafama, omuzlarıma bastırıyordu. Berber değdirmesi gibi bir şeyler yaşıyordum,
hoşuma gitmiyordu fakat; gerçeği bütünüyle olduğu gibi kabul ediyordum.
Dönmemi
söyleyince; masajın başında çözdüğü peştamalı, kaldırıp ellerimle örttüm; kasık
cenahımı.
Yarım
açtığım mayışmış gözlerimi yumarak tekrar; suya batan bir taş gibi bıraktım
kendimi masaya.
Gittikçe
ağırlaştığımı ve dışardan görünen fiziksel görüntümü, yoğrularak kaybettiğimi
hissediyordum.
Deredeki
taşların arasından seken kurbağalar gibi değildi, tehlikeli ve yasak olmasına
rağmen; kanalda oynayıp yüzen çocuklar gibi de.
Uzanıp
yüzünde asılı kaldığım, yavaş yavaş içinde çözündüğümü hissettiğim, dalgaların
beşiğinde tıngır mıngır sallandığım; tepemdeki güneşin, kapalı göz
kapaklarımdan sızarak kafama vurduğu, gırtlağıma kadar sarhoşluğa batmışken
akışına bıraktığım, serin ıslaklığında öylece sürüklendiğim denizin; tuzlu
sularında değildim.
Tepede
sabırla süzülüp ani pikelerle ekmeğinin peşindeki avcıların, suyun yüzeyinde
oluşturduğu dalgalanmaların; korkunç, vahşi, tekinsiz ve ölümcül anaforlar
yaratmadığı gibi benimle bir alakası da yoktu.
Temas
ettiği her şeyi dibe çeken, direndikçe daha da saplandığın, hiçbir şeyin canlı
çıkma ihtimali olmadığı; üzerinde, kimsenin taş sektirmediği; kenarında
kimsenin içmediği, seviyesinin ölçülmediği; herhangi bir ulaşım hattıyla
herhangi bir yere bağlanmayan; yani kelimenin tam manasıyla gözlerden uzak
fakat, aynı zamanda girilmedik deliği kalmamış dünyada; kimsenin umursamadığı,
kendi haline bırakılmış; etrafında sazların yükseldiği, yemyeşil ve toprak
rengine çalan, içi alglerce zengin; yüzü nilüfer yapraklarıyla bezeli,
çevreleyen ulu ağaçların kuytusunda, durgun halde, dervişane, bir garip göle;
çakılan, sivriltilmemiş bir taş gibiydim.
Şimdiye
değin buraya ait değildim; bundan kelli, her yere aittim.
Cırcırböcekleri,
vakitsiz serenat yapıyordu ve bazı sivrisinek türleri sıtma taşıyordu.
Cüzamlılar,
toplumdan soyutlanıyordu ve vebayı yayanların fareler oldukları sanılıyordu.
Köylere
girerek kavalıyla peşine taktığı çocukları kaçırıyordu, Tarot Kartı’nda
resmedilmiş gibi birileri; fareleri değil.
Ve salgın,
esasında pirelerden kaynaklanıyordu ve bitlerden.
Elbette; o
dönemlerde kentlerin altyapı sistemleri yoktu ve bütün salgınlar, en çok;
çıktıkları yoksul mahalleleri kasıp kavuruyordu.
Doğuştan
günahkârları.
Dünyaya,
zenginlere her türlü hizmeti sunmak için gelmiş olanları.
Altı su
toplayan ayaklarımın, şimdi üzerindeki nasırlar; yukarı bakıyordu ve masöz
yine, aşağıdan yukarı doğru bir yol izliyordu.
Sızılar, dizlerimden
yukarıda yuvalanmıştı. Dokunuşlarıyla beraber; odadaki havayı derin derin çekip
içime, veriyordum nefesimi sızlayan yerlerime.
Koca Kemal,
her defasında daha az şişiyor ve ben uykuya daha çok yaklaşıyordum.
Kasıklarıma
doğru çıkınca, elinin tersiyle ittirerek pipimi; bir yandan öbür yana
yatırmıştı. O zamana değin uyarılmamışken, temasıyla beraber huylandım.
Ellerini,
daha hassas olan; bacaklarımın iç bölgelerinde kullanırken irkiliyordum.
Aynı
işlemleri, sektirmeden öteki bacağıma geçince de tekrarladı; elinin tersiyle
şamarlamak da dahil.
Sonra
ellerini genital bölgemin etrafındaki yerlerde; karnımda ve kasıklarımın
üzerinde gezdirdi uzun uzun.
Bunu
yaparken, bende de ufak hareketlenmeler olmaya başlamıştı; refleks olarak.
Utanmıştım.
Sıktım gözkapaklarımı.
Durdu bir
müddet, çekti ellerini; açıp gözlerimi bakamıyordum, ne yaptığına.
Sakinleştiğimde,
sıra kollara gelmişti. Yukarıdan aşağı doğru; yoğuruyor, gerip esnetiyor ve
ellerime kadar iniyordu.
Sıcacık,
şifalı elleriyle ellerimi tutuyordu. Dolaşım sistemime yol gösteriyordu.
Göğüs, omuz
ve boyun bölgelerim için; tekrar başucuma gelmişti. Kafam, karnına baskı
uyguluyordu ve o; adeta arasına aldığı suratımı, memişleriyle tokatlıyordu.
Üzerine,
sanki bir hayvanın; bölgesini işaretlemek için bıraktığı çiş keskinliğinde ve
maalesef yoğun olarak sıktığı parfüm; geri kalan bütün kokuları bastırmış, koku
alma reseptörlerimi felç etmişti.
Kayarak
tekrar; karnıma, kasıklarıma ve bacaklarımın üst bölgesine kadar inmişti
elleriyle, biraz oralarda gezindikten sonra doğruldu, yan tarafıma geçerek;
huylandıracak şekilde, ellerini gövdemde gezdirdi hızlıca.
“Geçmiş
olsun,” dedi, “masajın bitti. Rahatladın mı?”
Ağırlaşan
gözlerimi güçlükle açarak hafif bir tebessümle,
“Teşekkür
ederim,” dedim.
Sözcükler
ağzımda yuvarlanmış, sesim homurdanır gibi çıkmıştı,
“ellerinize
sağlık.”
O da
gülümsüyordu,
“Rahatlatma
ister misin?”
Hiç
düşünmeden, tereddütsüz;
“İsterim.”
deyiverdim ama, “Nasıl yani?” diye de ekledim safça.
Rahatlatma
Bütün
odayı çınlatan, minik bir kahkaha attı.
“Sen
cidden; daha önce hiç, salonlarda masaj yaptırmadın mı?” sorusunu,
“Hayret
bi şey ya!” der gibi; hafif öne eğerek, yana doğru çevirdiği başının
istikametindeki eliyle bacağına vurarak ve şaşırmış gibi gülümsemeye devam
ederek sordu.
Ben,
“Durumumuz yoktu.” der gibi yutkundum.
Cahildim.
“Bak
şimdi, şöyle oluyor;” diyerek tarif etmeye başladı.
“Ödediğin
ücret miktarına göre; elimle, ağzımla ya da full paket ilişkiyle.”
Gözlerim
kocaman açıldı.
“Tamam.”
dedim.
Neye
tamam dediğimi anlamamıştı.
“Yalnız
üzerimde nakit taşımıyorum, telefondan havale yapsam uyar mı?”
“Uyar.”
diyerek, odaya girdiğinde tuvalet masasının üstünde bırakmış olduğu telefonunu
aldı.
Ben
de masadan inip, askıdaki pantolonumdan telefonumu çıkarıp bankanın uygulamasını
açtım.
“Tamam
dedin ama, ne kadar diye sormadın?”
“Evet,”
dedim, “sormadım.”
Kısa bir
sessizlik oldu, çünkü yine sormamıştım.
Elimdeki
telefonu sallayarak dikkatini çekmeye çalıştım,
“Parayı
nereye yollicam?”
“Buraya
aşkım.” diyerek telefonunu gözüme soktu.
“Sen
söylesen daha rahat olucak, aslında.”
“Ne aşkımı,
‘aşkito muyum ben’?” diye geçirdim içimden, söylediği numaraları tuşlarken.
Üstüme iyilik, sağlık; ne münasebet?
Tutarı da
söyledi ve beklemeye başladı.
“Alıcı adı
soyadı?”
Söylediği
isim, odaya girdiğinde kendini tanıttığı değildi fakat, sorun yoktu.
Transferi
yaptım, çok geçmeden ona da bildirim geldi.
Birden;
elimde telefonla, loş bir odada, tanımadığım birisiyle çırılçıplak dikildiğimi
fark ettim.
“Şimdi
n’apıyoruz?” diye sordum.
Güldü.
“Uzan
aşkım.”
Sözünü
dinledim, hitabı hakkında yorumda bulunmadan.
Cansız,
yumuşak, jelibon kıvamındaki, minik, elastik pipimle oynamaya başladı
elleriyle.
Gergindim,
utanıyordum, tedirgindim ama; çok geçmeden, havaya girmeye başlamıştım.
Kapalıydı
gözlerim.
Yeterince
irileşip sertleştiğime kanaat getirince;
“Sakın
boşalma, şimdi sakso yapıcam.” dedi.
“Elimden
geleni yaparım.”
Nereden
bulup çıkardığını kestiremediğim prezervatifi; bir takke misali, kamışımın
başına oturttu ve ağzını kullanarak giydirmeye başladı.
Sağ eliyle
devam ederken, solla da biraz önce büzülen ve içeri kaçan skrotum ve
testislerimle oynuyordu.
Şimdi de
inleyip; torbamı ve toplarımı emip öpücükler kondururken, gövdesini
sıvazlıyordu.
Ardından,
diliyle; dibinden, tepesine kadar çıkıp tekrar ağzına sokuyordu penisimi.
Kasılmaya
başlayıp istemsiz ileri geri hareketlenmeye başlamıştım ki;
“Kalk
bakalım,” dedi, “biraz da sen çalış.”
Gayet
memnundun esasında, böyle devam edebilirdik fakat; boynum kıldan inceydi.
Kalkarken
ben; o çeviklikle donunu bıraktığı masanın üzerine uzanmıştı. Siyah, dantelli
ve kıçakaçan cinstendi.
Aletimi
kavrayıp beni üstüne çekerken, ayaklarım yerden kesilmişti.
“Gel.”
Nasıl
olduğunu anlamadan, masanın üzerinde bulmuştum kendimi.
İki yana
açtığı bacaklarını dizlerinden kırmış, ayakkabılarıyla masaya basıyordu.
Kavradığı eliyle, beni kendine çekerek; soruyordu, gülerek
“Ne
yapıcağını biliyosun di mi, daha önce yaptım mı?”
“Denemiştim,
hâlâ öğreniyorum.”
Kafamı öne
eğip, ellerindeki uzvuma baktım.
Başının iki
yanına koyduğum ellerimden destek alarak üzerine doğru eğildim.
“Ölmüşlerinin
canına değsin” dercesine çektiği; derinden bir “Ohh!” ile kolayca kabul etmişti
beni, içine.
Bu denli
ıslak ve kaygan olmasını beklemiyordum.
Kafamı
tavana dikerek var gücümle gidip gelmeye başladım. Sert ve hızlı hareket
ediyordum, Allah ne verdiyse.
“Oh aşkım,
evet. Çok güzelsin. Harikasın, çok iyisin. Devam et…” gibi sayıklıyordu,
inleyerek; bence ezberden.
Elimden
geleni yapıyordum.
“Geliyorum.”
diyordu,
“Sırılsıklam
oldum.”
Çabalıyordum.
Boynumu
göğsümü, köprücük kemiklerimi emiyordu, öpüyordu, yalıyordu.
İnlemeleri
şiddetlenince durdum.
“Boşaldın
mı?”
“Hayır,
sadece yanlış bi şey yapmak; canını yakmak istemiyorum.”
Altımda
kıpırdanıp beni yeniden içine alarak,
“Devam et
aşkım.” dedi.
“Tamam. Ama
rahatsız olursan söyle, uyar beni. Anlayamayabilirim.”
“Şu anda
beni harika sikiyosun.” sözleriyle yüreklendirdi ve ekledi.
“Hepsi
senin, daha sert. Daha derine.”
“Anca,”
dedim, “bu kadarını yapabiliyorum. Özür dilerim.”
Üzerine kapanıp
devinimi sürdürdüm.
Bir süre
sonra sağ omzuma vurdu, birkaç kez. Toparlanıp doğruldum.
Soluk,
soluğa,
“Biz şimdi
neyiz?” demedi. Onun yerine,
“Nefes
alamıyorum.”
“Çok
pardon.”
Bu defa
onun sol köprücük kemiği üzerine bıraktım kendimi. Devam ediyordum.
İkide
birde,
“Boşal
aşkım,” diyordu,
“geldin
mi?” diye soruyordu.
Sanırım
ekonomik süreyi aşmıştık.
Baktım
olacak gibi değil, yorulmaya da başlamıştım.
Boşunaydı.
“İstersen
durabiliriz.”
“Devam,
devam. Harika. Hep böyle geç mi boşalıyosun?”
“Nerde o
günler, çoğunlukla hayal kırıklığı derecesinde erken. Ama her sevişme, erkek
gelince bitmek zorunda değil.”
“Biz şu
anda sevişmiyoruz ki, sen beni sikiyosun.”
Suçluluk
duygusuyla, saçlarını, yüzünü okşayarak biraz daha git gel yaptım.
Artık ben
de sıkılmaya başlamıştım. Durdum. Doğruldum. Gözlerine bakamıyordum.
Çıktım
içinden.
“N’oldu?”
“Bence
yeter.”
“Sırtını
keselememi ister misin?”
“Eğer senin
için de zahmet olmazsa.”
Ben oturma
pozisyonuna geçmiştim, o da doğruldu. Kondomu çıkarıp peştamala sildiği pipimi,
biraz daha yalayıp oynadı.
“Kaymak
gibisin.” dedi.
Gülmedim,
ama gülesim geldi.
Kalkıp
terlikleri giyerek kabine girdim. Suyu açıp ayarlayıp ona uzattım. Köpürttüğü
keseye bakıyordum.
“Arkanı
dön.”
Emir kipi
mi, buraya tatsızlık çıkarmaya gelmemiştim.
“Anlat
bakalım, nasıl düştün buralara?” diye kafa ütülemeye de gelmediğim gibi.
Sırtıma
dokundukça, benim duruşum dikleşti; nereden baksan yirmi santim daha uzadım
sanki.
Pamuk gibi
olmuş, rahatlamış sırtım açılmıştı, genişliyor gibiydi.
Kabaran bir
hindi veya efendimiz gibi uçamayan bir tavus kuşu edasıyla gerinip gevşerken;
kıçıma bir şaplak atarak,
“Tamam.”
dedi ve
keseyi elime tutuşturarak çıktı.
Sertliğimi
çoktan kaybetmiştim, elime sıktığım duş jeliyle kalan kısımlarımı da köpürttüm.
Soğuğa
çevirdim suyu.
Durulandım.
Havluya
sarınamazdım, kişisel değildi.
Hızlıca
kurulandım.
Ayaklarımı
sildim, hemen çoraplarımdan başlayarak giyindim.
Mutlu son,
benim için; ancak izlemediğim filmlerdeydi.
Holde beni
karşıladı, bir şey içmek ister miyim diye sordu; kapıya kadar eşlik ederken.
İstemezdim.
“Başka
sefere.” dedim.
Elini
sıktım ve ekledim,
“Ellerinize
sağlık, çok memnun oldum tanıştığımıza.”
“Beni
öpmeyecek misin?” diyerek ağzımın içine kadar sokuldu.
“Bu ne
laubalilik, bu ne samimiyet?” diye söylendim içimden.
Yanağından
öperek sırtına vurdum.
“Gene
bekleriz.”
Asansörü
çağırmadan önce, geri dönüp tekrar el salladım gülümseyerek.
O da
tebessüm etti.
Asansör
geldi.
Kapattı
kapıyı.
Cebimdeki hatıra tabakayı açtım. Bir sigara sardım.