“Selamın Aleyküm, kardeşim.”
Gülümser gibi açtığım ağzımın içinde sıktığım dişlerimin arasından homurdanarak, boş bakışlarımı gizleyen gözlüklerimin arkasına saklanıp, ifadesiz suratımla “Amnağoyim, canım kardeşim.” diye yanıtladım, komşumu. Nargile içmeye davet etti. Elimdeki yarılanmış rakıyı göstererek reddettim.
“Başka zaman,” diyerek geçiştirdim. Yeniydim fakat hiçbir sürprizi beni şaşırtmayacak yeniliklere kapalıydım. En başından belliydi ne olduğu; tipi kılığı, tavrı, hareketleri kilometrelerce öteden ‘ben şerefsizin tekiyim!’ diye haykırıyordu.
Biraz sonra elinde yüzlük JW Double Black’le gelince, güverteye davet ettim.
Steroidli bronz teni, üstündeki bağrı açık dar gömlek, kısa ve dar paçalı dar pantolon ve çorapsızmış gibi görünen ayakkabılarından taşan zevksizlikle midemi bulandırıyordu. Başımı ufuk çizgisinde bir şeyler arıyormuş veya takip ediyormuş gibi karşıya çevirdim, o sağ tarafımdaki sandalyeye rahat bir şekilde kaykılarak oturdu, sanki zaten bir de kolayla karıştırıp içmesi yetmezmiş gibi.‘Boş ver,’ dedim kendime, ‘dalgaların üstünde, bulutların altındasın; takılma bunlara.’ Hem hediyesiyle birkaç saatimi ziyan etmesine müsaade edebilirdim.
Tipik tanışma faslından sonra uzun uzun kendinden bahsetti, sormuşum gibi. Gururluydu.
“Kaptan, bu kadar hızlı gitme. Öğlen olmadı daha.” deyince sessizce bir süre ona doğru baktım yalnızca. Sonra bardağımda kalan içkimi bitirip yenisini doldurdum.
Az içip çok konuşuyor ve asla umrumda olmayan kendinden bahsediyordu. İnsanların tanımadıkları kişilere ölçüsüzce kendilerini takdim etmelerini anlamıyordum. Herkes hayatında utanç verici şeyler yapmıştır, maceralar yaşamış, komik durumlara düşmüş ve bir şeyler başarmıştır. Bunlar ne övünülecek ne de yabancılarla paylaşılabilecek şeylerdir. Her defasında tanımadığım insanların gelip bana dökülmesine şaşarım. Hem bu kadar uyanık, hem bu kadar utanmaz, hem böyle ikiyüzlü hem de nasıl bu derece rahat olabiliyorlar bilemiyorum. Acaba hep, herkese karşı mı böyleydiler, yoksa sorun bende miydi?
“Ben,” dedi, “sessiz insanları severim…”
Yüzüne bakmadan öne eğik kafamı tekrar ona doğru çevirdim bir şey demeksizin, devam etti.
“ama,” dedi, “sakin insanlardan da korkarım.”
Gözlüklerin altında gizlenen gözlerimi suratına doğru kaldırarak sordum,
“Onlar?”
Anlamadı, biraz bekleyip ekledim.
“Onlar diyorum, peki onlar da seni sevip senden korkarlar mı?”
Kendinden emin çirkin bir gülümsemeyle kasılarak,
“Beni herkes sever ve ölümüne korkarlar.”
Şişenin dibini bardağıma doldurdum ve,
“İçkimiz bitti, bize ayrılan sürenin sonuna geldik. Halletmem gereken bazı işlerim var.”
Sanki biraz bozuldu ki eğer öyleyse benim daha çok hoşuma giderdi ama anlamazdan gelerek sahte nezaketiyle,
“Haklısın, yeni geldin. Bizim çocuklar sana her konuda yardımcı olur, buyur,” diyerek kartvizitini uzattı ve devam etti, “buralarda benim adımı söylemen yeterli, ararsın bi şey lazım olursa.”
Uzanıp almadım, önüme bıraktı, salgın sağ olsun tokalaşma ve öpüşmeleri ortadan kaldırmıştı zaten. Kendi teknesine gitti.
Eskiden peşin hükümle notunu verdiğim insanlarla tanışırken; çoğunu anlamadıkları, bazılarınıysa yanlış anladıkları şakalar yapıp kafa bularak eğlenirdim; sonra açıktan tarize hatta kabalık ederek saldırganca ısırmaya başladım fakat şakaya vurdular, artık hiçbir şey yapmıyorum ve sonuç değişmiyor. Değersiz yaşam öykülerini ve kim olduklarını anlatmaktan vazgeçmiyorlar bir türlü. Yaşlanıyorum, yorgunum kaldı ki merak da etmiyorum, kimseye tahammülüm, tek bir söz dinleyecek dahi halim kalmamıştır.
Artık gittiğine göre rakıya devam edip biraz olsun yorgun kafamı dinleyebilirim.
Etrafımda sosyalistler, komünistler, anarşistler, ayyaş ve serseriler, çapulcular varken her şey daha güzeldi. Onlarla didişmek, kızdırmak, oynamak keyifliydi. Onların arasında kenarda bir şeyler okurken her şey çok daha tanıdık, sahici ve güvenliydi. Ağlanacak hallerimize güler, kendini doğrudan ifade konusunda bu denli başarılı olmamıza karşın, meramımızı kendi dostlarımıza bir türlü anlatamazken, başkaları umursamazken kahrolur ve tüm efendiliğimizle haksızlıkların ‘derhal’ son bulmasını talep ederdik. Beyni yanmışlar, ekmeğinin peşinde yapılmış sızıntılar, kendini bozanlar ve resmi görevliler hariç çok daha renkli, enteresan, akıllı, inatçı, cesur, komik ve dürüst kişilerdi, saygın kimselerdi; bana güven, düşmana korku verirlerdi. ‘Şarabî eşkiyalar’dı, ‘güneşten ışık yontarlardı’
Şimdi, ‘Ben buraya nasıl çıktım?’ diye soruyorum kendime. Bildiğim her şey, hayatın kendisi sudaydı ve ben bir balıktım her şeyden habersiz, deryanın içinde; nasıl oldu da dışarı çıktım, her şey yolundayken?
Ne zamandır aklımdaydı, sözleşmiştik üstelik. Dedim ki ‘tam zamanı!’ oturup,
“Beyler,” dedim, “işlerinizi ayarlayın. Ekibi tekrar topluyoruz! Turneye çıkıcaz. Aynı anlaştığımız gibi.” ve mesajı gönderdim.
Otuz yaşındaydım, annemle yaşıyordum ve işsizdim, üstelik hayal alemindeydim. Yalnızdım, acılaşmıştım. Bir şekilde herkes tutunurken, yırtmaya çalışır, kendini pazarlarken ve başarılı olurken yahut mücadele ederken ben kenarda kalmıştım. Unutulan, geride kalan. Üzgün, tatsız, kendi halinde gariban adamcığın tekiydim. Hayat beceriksizydim. İçinde bulunduğum şartlar her ne kadar benim suçum olmasa dahi bunu değiştirememek benim yetersizliğim veya gönülsüzlüğümdü; her halükarda işe yaramaz biriydim. İşlevsizleştim. Hayatında bulunduğum insanlar için yükleştim, gereksizleştim. Sırrı dökülmüş bir ayna, cezbini kaybetmiş bir eşya olarak posası kalmış bir meyve gibi hurdaya çıkmıştım. Emeklilikte yaşa takılmıştım. Gün dolduruyordum.
Dayanılmazlaşan anksiyete bozukluklarım, karıncalanan titrek ellerim, terli alnım, düşmeyen tansiyonum, yükselen asabiyetim, vücudumda çıkan yaralar ve intihar etmek yerine kahve içerek ölümü bekleyen sonsuz günler. Sırf saatlerce boş bir duvarı seyretmemek için televizyonun karşısında geçen, güneşi görmeyen geceler. Ekranda ne döndüğü hakkındaki en basit soruya bile verebilecek bir yanıtım yoktu ama daha fazla aptallaşarak bakıyordum. Işıksız kalmış solgun tenim, çukura giren morarmış gözlerim ve donuklaşan ağır hareketlerimle ben makyajsız bir zombiydim.
Umutsuz, umarsız, yalnız ve üzgündüm ve sanki içten içe biraz da haksızlığa uğramıştım da ona içerlemiştim; ancak düşünemiyor, hissedemiyor ve sanki yaşamıyordum bile. Eskiden eğer mutlu değilsem en azından öfkeliydim ve başımı belaya sokarak olsa bile bunu yaratıcı bir eyleme dönüştürebiliyordum kendi çapımda. Olumsuz anlamda dahi olsa bir türlü kendimi moitve edip en azından kendime henüz ölmediğimi, içimde hâlâ biraz olsun yaşam enerjisi ve sevinci olduğunu kanıtlayabiliyordum.
Oysa artık kendi çarmıhını taşıyan bir İsa temsili ve ‘her insan’dan ‘biraz’ daha fazla olmak üzere içimde ben ölüydüm. Kendi cesedimi taşıyordum sırtımda. Ağır geliyordu, zordu, hazindi. Gereksiz, anlamsız ve saçmaydı ve bir o kadar da güç. Ne devam edebiliyor, ne kendimden kopabiliyor ve en kötüsü ne de ölmek biliyordum. Yorgundum. Tükenmiştim ve hiçbir şey ilgimi çekmiyordu.
Sonra bir gün, annesinin altınlarını torbacıya satan çocuğun bu nedenle üvey babasından Turkuaz İnternet Cafe’de dayak yeme hikayesini dinleyince kafamda birden şimşekler çaktı, bir ampul yandı ve Tayfun’un deyimiyle ‘kafam çıtladı!’ Eksik olmasın, Çağrı anlatmıştı ve o anda kararımı verdim.
Öğlen sularında önce Tolgalar geldi. Eşyaları ellerinde tekneye yaklaştılar ağır ağır. En uzun süredir görmediğim ekip de onlardı.
“Kardeşim görüyosun, arayıp sormuyosun ama çağırman yeter.” diyerek selamladı.
“Şükür kavuşturana. Biliyosun, hayırsızım biraz.”
Elinden tutup güverteye çıkmasına yardım ettim, diğer elimle de çantalarını tuttum; hemen ardından Sercan çıktı kendi kendine ve gülerek, lafa girdi sanki sürekli görüşüyormuşuz gibi,
“Abi bu Keşanlılar niye böyle? Sabah Tolga almaya geldi beni, daha kapıyı açtığım gibi kokudan gözlerim yaşardı. Aman Tanrım, dedim ben nereye düştüm?”
“Bira mı?” diye sordum.
“Ne birası, sabahın köründe leş gibi sarımsak kokuyodu.” diyerek güldü.
Tolga da kahkahayla katıldı, elbette hepimizin gözleri arkadaki Murat’a döndü. O,
“Heh.” dedi. Biraz bekleyip ekledi, yavaşca “Kahvaltıdan önce bikaç kafa yemiştim. Geçer dedim yola çıkana kadar.”
“Arabanın içine sis lambası taktırcak bana usta. Öyle böyle değil, körlemesine geldim buraya kadar.” derken Tolga, Sercan’la birlikte çıkmasına yardım ettiler.
“Hani gelmedi mi daha kimse?” sorusuyla devam etti.
“Siktir et,” dedim, “basar gideriz. Gübreler elendi. Eşyalarınızı bırakın içeri, tuvalet ve duş sağ tarafta.”
Peşlerinden içeri girip bira çıkardım dolaptan. Yarılamıştık ki, ellerinde biralarıyla Veliler de geldi. Veli çantalarını güverteye bıraktı, Tolga onu çekti; ben Emrah ve Tutku’nun çantalarını aldım, Murat Emrah’a, Sercan da Tutku’ya elini uzattı.
“Erken değil mi, MCÖ?” dedi, Tutku.
“ 'Günün en güzel saatleri bunlar.' ” diye yanıtladım.
“Gerçi,” dedi Emrah, “öğlen güneşinin altında, okul bahçesinde, asfalt üstünde, tarana olmuş şarabı içmek gibi olmaz.”
“Aynı taaaaad?” diye sordum.
“Vermez.” dedi.
Veli sigarasını yaktı, gülerek,
“Hadi gitmiyoz mu? Meraba beyler.” diye sordu.
Daha onlara kamarayı göstermeden Tanjular geldi, yüzlerinde güller açıyordu. Tanjular dediysem, lisedeyken bize kısaca Tanjular derlerdi; gelenler Çağrı, Cem ve Tanju’ydu. Tutku ve Emrah Tanju’ya, Murat Çağrı’ya, Sercan ise Cem’e yardımcı oldu.
“Kim kaldı?” diye sordu Çağrı.
“Tayfunlar.” dedim.
“Bilet.” dedi Tanju.
“Bu sefer,” dedim, “kesin geliyorum artık bilet yok usta deyince ben de şüphelendim. O gelmese de kızanlar gelir.”
Murat,
“Aradınız mı?”
Ben
“Hayır. Zaten çoktan telefonları kapamıştır gelmecekse.”
Sessizlik oldu, “Bira içelim.” teklifiyle bozdum sessizliği.
“Mantıklı.” diyerek onayladı Çağrı.
Beklerken ikişer birayı bitirdik.
Cem
“Harbi arasak mı çocukları naptılar?”
Ben,
“Siktir et, bira içelim.”
Tanju
“İki biradan sonra tekrar tartışalım.”
“Ustaaaa!” diye bağıran gülmeye hazır, coşkulu sesi hemen tanıdım. Tayfun’du ve bu defa bilet yapmamıştı. “Aretlim bizde büle. Görüyosun artık bilet yok.” diyerek kahkaha atmaya başladı.
Bünyamin yanında, gülerek
“Bundan sonra Tayfun benim kankim. Kusura bakma.”
Bartu da gülüyordu.
“Dava!” diye bir nara da o attı. Çocuklar hemen onları da tekneye çıkardılar ve ellerindeki boşları dolu şişelerle değiştirdiler.
Her bir kartal, peşinde birer boğa ve aslanla birlikte tekneye çıktılar. Keşan, Kale, İstanbul ve Çorlu’dan geldiler. Ben Doğu Anadolu’dan çıkan ve Karadeniz üzerinden esen rüzgarlardan gelmiştim.
Köprüye çıkıp elimde rota ve hesapların olduğu defterle güverteye indim.
“Arkadaşlar bu harita üzerindeki izleyeceğimiz yol. Arka sayfalarda da yaptığım hesaplar var.”
Emrah
“Beyler MCÖ Türkiye, Yunanistan arasında savaş çıkarıcak inanmayın.”
Bartu
“Beyler ben takımı satarım, hiç kusura bakmayın.”
Tanju
“Yalnız bizim donanma çok fena bilendi, şakaya gelmez, söyliyim bak neye uğradığınızı şaşırırsınız ona göre. Siz bizim anca sakalımızı kesersiniz.”
Çağrı
“Neyi be, bizim sikimizi demir testere bile kesemez.”
Murat
“Sikkim demmiiiiir!”
Cem
“Kör jilet bile keser, ooooooooof!”
Tutku
“Ulan Yunan karasularına dikkat etmişsin, hani mavi vatan?”
Çağrı
“Yazıklar olsun!”
“Tayfun sen hesapları bi incele. Burda koordinatlar var, bu manyetik pusula değeri, şurda sapma açısı var. Bildiğin Analitik Geometri.” diye hesapları ona uzattım.
“Analitik konuları benim ilgi ve uzmanlık alanlarım.” diyerek güldü Tayfun.
“Yarım saatini almaz hepsi. Eğer,” dedim Murat’a bakarak, “söyledikleri gibi geoitse dünya sıkıntı yok. Ama düzse karışmam.”
Murat “Heh!” dedi yalnızca, devam ettim.
“Şimdi bi kişi benle köprüye gelsin, iki kişi de ‘Ariadne’leri çözsün.”
Cem ve Murat kalkıp iplere yönelmiş, Tolga da benimle birlikte köprüye çıkarken,
“Abi sen kapmışın bu işi, tam kaptan olmuşun.”
“Yok be, mitolojik olarak.” dedim, sonra iplere gidenlere doğru,
“Cem sen pruvadakini çöz, sen uzunsun.”
Diğerlerine,
“Çağrı, Bün ve Bartu’nun barmenliği var, siz kamaraya geçin, Veli’nin limonlar ve Tutku’nun getirdiği romla harikalar yaratın. Dayılar isterseniz siz de oltaları ayarlamaya başlayın yavaştan veya takılın, keyfinize bakın.”
Cem ipi çözmüş, ‘çap, çap, çap!’ diye tekneye vurarak çevik bir hareketle içeri atlayıp
“Kaptan baaaaaaaas!” diye bağırdı.
Bu esnada Murat da çözmüştü fakat ayağı kaymış ve içeri doğru atamamıştı ve elleriyle asılı halde kalmıştı fakat ses çıkarmamıştı. Tayfun fark etti ve hemen
“Beyler Göktaş’a bakın, çıkamadı!” diye telaşla bağırdı.
“Durun!” diye bağırarak oraya koştu Cem, “Çıkar telefonu Tayfun.”
“Ne bakıyosun, yardım etsene be çeper!” dedi Murat.
Cem gülerek Murat’ın birkaç fotoğrafını ve videosunu çektikten sonra Veli’yle birlikte yukarı çekti. Bartu, Çağrı ve Bünyamin de sese çıkmıştı, herkes gülerek olan biteni izleyip içmeye devam ediyordu.
Teknemiz Leviathan’la ufuk çizgisindeki doğuşunu yakalamak gayesiyle güneşe doğru harekete geçiyorduk. ‘Güneşi zaptet’meye, cennete. Enez’den Girne’ye doğru. İçki, kumar ve kadınlarla dolu dolu felekten üç gün çalınacak yaşantıya. Aynı amaç uğruna gönüllü olarak bir araya gelmiş insanların iradesi çeliktendi ancak hayat sarılmak için kollarını iki yana açmış bir ağaçtı. Yine de sorun yoktu.
“Şimdi,” dedim Tolga’ya, “usta konsolu görüyosun, bunlar göstergeler. Sis ve seyir lambalarımız yanık durumda, gündüz de olsa. Radarımız var, pusulamız burda. Eğer trafik olursa telaş yapma hiç, yavaşla biz sakin sakin ilerleriz.”
Tekneyi doğrultuya getirdim. Pusulanın ibresi konsolun üzerindeki Tolga’nın bira şişesini gösteriyordu.
“Geç bakalım başganım.” diyerek dümeni Tolga’ya bıraktım, “Bu istikameti koru, sadece. Zaten FSRU ile hepten içine sıçılmadan önce, belki de son kez Saros’ta bi suya gireriz.” ben de konsola hemen yanına taktırdığım oyuncak dümenin başına geçtim.
“Hadi bakalım, kapışalım.” diyerek dümeni sağa sola kırmaya ve bi yandan ağzımdan tükürükler saçarak “Vvvvvvvvvvvv... vvvvv....” diye sesler çıkarmaya başladım, acayip eğleniyordum. Onun da hoşuna gitti, güldü.
Dedim ki,
“Hatırlıyo musun, seneler önce yatlı bi fantezin vardı?”
“Yok abi, valla hatırlamıyorum.”
“Aklıma geldi, lisedeydik...”
“Amnakoyim, lisenin üzerinden yirmi sene geçti neredeyse, sen nasıl hatırlıyosun?”
“Sana usta, şu yandaki gibi havalı bi şeyler lâzım yalnız, böyle külüstürle olmaz.”
“Piyasası nasıl peki?”
“İyi.”
“İyi derken?”
“Abi ‘tek kelimeyle iyi, iki kelimeyle iyi değil.’ Benim de bi hikayem vardı. Gördüğü kadınlara sürekli aşık olup, açılmadan, sessizce onları takip eden bi adam hakkındaydı.”
“Sonra?”
“Sonra onları yakalayıp eski tip büyük bavullara koyup kaçırıyodu. Bavulu açtığındaysa kadın doğal olarak ölmüş oluyodu. O ise her seferinde ‘a yallaya!’ diyerek şaşırıp, olana bir türlü anlam veremeyip, bir sonraki kurbanın peşine düşüyordu.”
“ ’Herkes öldürür sevdiğini’ ”
“Sevgisini gömdüğü yer, AVM yapmak için kazdıklarında tesadüfen ortaya çıkıyodu. Güvenlik güçleri bir türlü yakalayamıyordu; insanlar evinde, barkında tedirgin olmuşlardı epeyce.”
Tolga’ya baktım, büyük bir ciddiyetle ve aynı zamanda rahatlıkla, keyfine vararak götürüyordu bizi.
“Eğer öyle bi şey istiyosan abi; bi defa genç, dinamik, çalışkan, başarılı ve hayırsever bi iş insanı olacaksın ve bu her babayiğidin harcı değildir.”
“Nabıcaz?”
“Geçen gün tanıştım sahibiyle. ‘Yüzük’lerin Efendisi oynuyo.”
Ses gelmedi, devam ettim.
“Eğer her şeyin parayla alınıp, satılabileceğine inanıyosan; hepsi değersizdir. Mühim olan fethetmek, işgal ve istila ederek katliamlar yapmak, sahip ve egemen olmaktır. Tüketene kadar sömürüp ardından önündeki maçlara bakmaktır. Hep daha fazlasına sahip olman gerekir, büyümediğin anda ölüsündür.”
“Çekirge sürüsü gibi.”
“Dayı ne çekirge sürüsü, düpedüz leşçilik, akbabalık, çakallıktır. ‘Bunlar’ kardeşim, ‘engerek ve çıyanlardır.’”
Şişesini kaldırıp benimkine vurdu ve
“Sana bi şey olmasın kardeşim!” dedi modumuzu yükseltecek bir tonlamayla.
“Çok yaşa.” dedim, “Bu hayırsever arkadaşımız, o kadar yüce gönüllüdür ki etrafındaki dalkavuklara pislik gibi davranmaktan ve lûtfettiği insanlık, verdiği ekmek karşısında şükran ve koşulsuz itaatten beslenir; tıpkı biat edip kıçını yaladığı büyüklerine yaranmak için yaptığı gibi saygı duyar, taklalar atar ve aynısını alarak kendisini daha çok sever. Aynısını imam nikahlı, yarı yaşındaki, reşit olmamış, akrabası olan eşinden de bekler. Onu kimseler bilmez, insan içine çıkarmaz; nadiren yanına uğradığında dik başlılık etmesin diye dayağını atar. Sonuçta onu sahiplenen, kimseye muhtaç etmeyip tüm ihtiyaçlarını karşılayan evin erkeği odur. Böylelikle aslında tüm kişiliğini, hürriyetini ve haklarını elinden alarak; eğitim ve çalışma hayatına girip özerkliğini kazanıp kendini gerçekleştirmesinin önüne geçer. Dış dünyanın zorluklarıyla göz dağı verir, hayatları boyunca çalışmak zorunda olan insanların elindekinden fazlasına sahip olduğu için şükretmelidir eşi. Rahat batmamalı, sorun çıkarmamalıdır, kapının önüne konduğunda geri bırakıldığı, gelişmesi baskılandığı için hayatta kalma yeteneği yoktur.”
“Daa anlatıcan mı be?” diye araya girdi Çağrı, mojitolarımızı getirmişti.
“Ben çok doluyum abi. Geçen geldi, büyük bi gurur ve hevesle kendini takdim ederek kafamı ütüleyip gitti.”
“Oldu o zaman, aşağıdayım ben. Geçmiş olsun Tolga.” diye gülerek indi.
“Ooooooof!” diye inledi Tolga.
Bardakları vuruşturup, birer yudum aldık; serin, taze ve ferah içkilerimizden.
“Baaaaaaa!” diyerek devam ettim kaldığım yerden, “Yalnızca cuma namazına giden nargileci tiplerden de değildir. Yaşantıyı sever. Dışarıya muhafazakar, Allah korkusu olan ve alnı secde görmüş, adam gibi adam profili çizerken özel yaşamında eğlenmeyi bilen bir ‘modern’, ‘seküler’ ve kesinlikle ‘liberal’dir. Tek kullanımlık eşyaları olarak gördüğü metresleriyle renkli bi yaşam sürmektedir. Kendini pazarlayan o kadınlar da olabildiğince söğüşleyip, mümkünse evlenebilme derdindedir. Doğal olarak onlara karşı da kaba ve anlayışsızdır. Sonuçta ilk tecrübesini eşekle yaşamış bi sapıktan bahsediyoruz.”
“Orospu çocuğu!” dedi Tolga dişlerini sıkarak, tiksintiyle.
“Çocuklara tecavüz edilirken, tepki gösteren arkadaşların, tanıdıklarına katılmak yerine polisi arasaydın ve sinsice karşılarına geçip alaycı iğrenç bi gülümsemeyle bi yandan onları seyrederken bi yandan da hiçbi şey yokmuş gibi rahat davransaydın eğer; eğer gençlik kolları kahvaltılarından namazlara koşsaydın, içinde yetiştiğin tarikatin marifetiyle ve hatırlı kişilerin torpiliyle daha büyük başları tanıyıp onlara yapışarak yükselişini sürdürseydin; gireceğin her sınav öncesinde sorular ve çözümleri eline geçseydi, naylon stajların kurullara ‘Tanırım, iyi çocuktur.’ notlarıyla iletilseydi ve bitirme tezini dahi bizzat danışman hocan ve asistanları hazırlasaydı; sen de soluğu Dubai’de alırdın.”
“Bi an bile düşünmezdim hem de.”
“Sonra ardına kadar açılan kapılarla seni bekleyen işine başlayıp Dolar kazanıp insanlara, ‘aslında kriz yok, teröristlerin uydurması. Bizi çekemeyen dış mihrakların oyunu, büyük resim kursu!’ diye saçmalar; işsizlikten, çaresizlikten intihar eden genç insanlar için, ‘iş beğenmiyorlar, iş bulmak için beklemeyin, mezun olmadan işinizi ayarlayın hatta çok isterseniz daha sonra bi ara mezun olabilirsiniz’ diye utanmadan akıl verebilirsin ve eklersin ‘bizi bölemeyecekler!’ Sanki hayat herkese sana olduğu gibi cömert davranmış da bütün olanaklar altın tepside sunulmuş gibi poz kesebilirsin. ‘Ben başarılıyım çünkü akıllıyım, kafayı kullandım; siz de kullansaydınız. Zenginim ben çünkü çok çalıştım, tembel, servet düşmanı, kıskanç pislikler sizi!’ ”
“Adaletini sikeyim! Yok abi, ben Yunan’a kırıyorum, bu memleketin çivisi çıkmış, ordan da İskandinavlar’a atarız kendimizi.”
“Ya da benimki gibi on iki metrelik basit bi tekne için otuz sene boyunca insanlara hizmet etmiş annenin devletten kurtarabildiği birikmiş emeğine çökeceksin.”
Tolga güldü, ben devam ettim.
“Çalışarak bi geri zekalı bile para kazanabilir, ben onlardan olmak istemiyorum. Bunca zaman iyi insan olmayı denedim de enayilikten başka ne oldu? Kaybettim, sağlığımı, huzurumu, neşemi, sevdiklerimi, ümidimi. Her şeyi. Gerisinde kaldım hayatın, devam edemedim, uzak düştüm hep. Beklemekten sıkıldım artık, kafayı kullanıp çalışmadan kazanmak istiyorum. Annem ‘Öyle bi şey mümkün olsa, herkes yapardı.’ diye araya girecek oldu, dedim ki benden başka bütün insanlar zaten kolay yoldan köşeyi dönmenin, yırtmanın peşinde ama gübre oldukları için beceremiyolar; peki yapan nasıl yapıyor? ‘Oğlum saçmalama, bu işler bize göre değil, bizim aklımız onlar gibi çalışmaz.’ diye diretti. Ama çaresizliğime, inatçılığıma ve baskılarıma dayanamayarak yola geldi. Ben de hain evlat olarak elinde olan her şeyi gasp ederek onu dolandırdım ve kendime bu tekneyi aldım. Yatırım yapıcaz, para piyasalarını takip edicez. Belirli modeller ve kalıplar var, çok zamanım oldu, hepsini düşündüm, çalıştım, araştırdım. Bana güven, arkana yaslan ve hiçbi şeyi düşünme. ‘Hiç güven vermiyorsun.’ dedi bana ama teslim etti ciğerini kediye. ‘Senin,’ diyecek oldu ‘elinde gül gibi mesleğin var, insanlar yıllarca çalışıp başaramıyorlar.’ Dedim ki ülkenin hali malum, bu şartlar altında mesleğimi yapabilecek olsaydım zaten şu anda seninle evde oturup bu konuşmayı yapıyo olmazdım, emeklilikte yaşa takıldım.”
Sessizlik oldu, mojitolarımızın son yudumlarını da çektik.
“Burda duralım,” dedim, “senin yatlı fantezinde de açılıp alem yaparken denizin ortasında durup, ‘Hadi kaçın bakalım, nereye gidecekseniz?’ diye soruyodun insanlara.”
Güldü Tolga,
“Abi, yemin ederim hatırlamıyorum ama kesin yaşanmıştır.”
Saros Körfezi açıklarında suya atladık. İyi geldi, herhalde bir sene olmuştur suya gireli. Biraz oynadık, şımardık, sonra ben onlardan ayrı, yalnız başıma kulaç atmaya başladım, uzaklaşınca sırtüstü dönüp kollarımı açarak gözlerimi kapadım.
Büyümüştüm, okula başlamam gerekiyordu, istemiyordum. Evde bana öğretilen gerçeklerle güvende ve huzurluydum. Alışıp bildiğimden ayrı, bir birey olarak topluma katılarak üyesi olmak beni korkutuyordu. Annem ve babam bazen yirmi dört saat evde olmuyordu, çalıştıkları için. Hastane koridorlarında büyüyordum, mutluydum. Yeni ve yabancı bir dünyaya attığım ilk adımla sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Diğer çocukların beni kabul etmesi için kendimi kanıtlamam gerekiyordu. Hapishanede geçen boktan aksiyon filmleri gibi insan zincirinin ortasında birisiyle kavga etmem gerekiyordu. Üstünlük kurduğum anda insan çitinden müdahalelerle engellenip dibi boyluyordum. Bu benim bildiğim hiçbir şeye benzemiyordu, nereye düşmüştüm böyle? Yine de kendimi savunabilmiş, her şeye rağmen çocuğu dövmüştüm. Kabul edilmiştim fakat bu defa da öğretmenlerin gazabına uğramıştım. Onlara da karşılık verdim, kendimi savundum. Her şey o kadar saçma ve anlamsızdı ki ne kendimi ifade edebilmiş ne de bir türlü dünyayı sevebilmiştim. Uzun süren eğitim hayatım, tıpkı ilk günüm gibi geçti.
Sevginin egemenliğinde, her şeyin uyum içinde işlediği idealize bir gerçeklikten asla bir parçası olamayacağım, yabancı, düşman ve tekinsiz alemlere çok sert bir geçiş yaşamıştım. Bizi koruması gerekenlerden kim koruyacaktı? Otoriteyle hiçbir düzlemde uzlaşamadım. Bir arada hayatı örmemiz gerekenlerin, kuyumuzu kazdığı yerde; dayanışma romatik, ahmakça bir yanılgıydı. Bütün yaşananlar ve yaşanacaklar güçlünün çıkarlarını korumak üzere çok önceden kurgulanmıştı. Adaletsiz dünyada hayatta kalmak için savaşarak adaletsizliğin sürdürücüsü olmak, kendi adaletini tesis etmek. Bu muydu uygar toplumun bana katacağı, efendilerin vereceği sistematik eğitim; bu muydu yani?
“Asla böyle bi şeyi kabul edemem.” diyerek gözlerimi açtım, tekneye yüzdüm. Çıkınca canım Efe’nin hediyesi yırtık tişörtümü üstüme geçirdim kurulanmadan.
Emrah
“Beyler kaçın, yırtık tişörtünü giydi.”
Çağrı
“Hepimizi öldürtücek oooooof!”
Gülümsedim.
“Bugünlük balık işi yalan oldu, Çağrı’nın getirdiği satır etleri yiyelim. Bize bi mangal başı lâzım.” derken kamaradan mangalı çıkardım.
Murat
“O iş bende.”
“Çakın var mı?” diye sordum.
“Götünü keserim.” diye cevapladı.
Kokusuyla insanları rahatsız edemeyecek kadar uzaktaydık, mangalın bir sakıncası yoktu. Dediği gibi Murat bir tane sade soda alarak mangalın başına geçti. Biz mojitodan devam ediyorduk. Aradan o kadar zaman geçmiş, bir sürü olay yaşanmış ve anlatılacak o kadar çok şey birikmiş olmasına rağmen hiçbirimiz bunlardan bahsetmiyorduk. Bünyamin, Bartu ve Çağrı içerideki tezgahta içkilerimizi hazırlayıp bir yandan içerken, Veli ile Tolga bir kenarda sakince demleniyordu. Tayfun, kahkahalarıyla ortalığı inleterek köpüre köpüre bir şeyler anlatıyordu, ben ve diğerleri onun etrafındaydı, Tutku bizden biraz ayrı durmuş denize bakarak mojitosunu yudumluyordu, az sonra Cem onun yanına gitti. Hava kararmaya başlamıştı. Murat’ın yaktığı ateş közlenmeye başlamış kendisi de dumanların arasında kalmıştı.
“İyi misin?” diye sordu Tanju.
O da sağ elinde maşa, yumruk yaptığı sol elinin baş parmağını yukarı bakacak şekilde kaldırıp işaret yaptı ancak duman altı olmuştu ve gözleri kıpkırmızıydı, zehirleniyordu belki de.
Veli de iki eliyle aynı işareti yapıp gülerek “Sıkıntı yok.” diye karşılık verdi.
Gülmesi herkese bulaştı.
Etleri ateşe koyunca tabakları alıp servise yardım etmek için Tanju davrandı.
“Aman,” dedim, “usta tabak kırma saati henüz gelmedi.”
Çağrı’ya salata için yardıma Emrah gitti. Tolga rakılarımızı doldurdu, karanlık çökmüştü.
Karnımızı doyurup rakıdan devam ettik. Murat gitarını çıkarıp çalmaya başladı. Şarkılara eşlik ederek köprüye çıktık Tolga’yla.
“Semadirek ve Gökçeada’yı geçerek Bozcaada istikametine aynen hiç bozmadan devam ediyoruz.” dedim. “Yorulduğun zaman sıradakini alalım.”
Aşağı seslendim,
“Sıradaki hazırlansın beyler.”
Sercan yanıtladı,
“Cevap vermeyin!”
Rakılarımızı içip gecenin karanlığında seyrimize devam ettik. Tolga bizi Bozcaada’ya kadar getirdi. Leviathan’ı Babakale istikametine çevirip nöbeti devraldım. Elinde kadehiyle Veli geldi, kumandayı ona devrettim. Yorgun görünüyordu,
“’I’m too old for this shit!’” dedi.
“’Yaşlıyız ama antika değil.’”
Aşağıdan gelen şarkılara eşlik ederek sürat yapmaya başladı.
Sordum, “Nasıl oldu da izin verdiler evden ya?”
Gülerek, “Sigara almaya diye çıktım.”
“Sanem eve almacak seni dönüşte o zaman.”
“Yapıcak bi şey yok dayım, bu işler böyle!” yarılanmış kadehini, kadehime vurup dipledi. “Fatih Abiii!” diye aşağı bağırdı.
“Bekle acık, çekeyim ben de, tazelerim içkileri.”
Zaten gelen giden de yoktu. Köprü teknenin ön tarafındaydı ve kamaranın üstüne asma merdivenle çıkılıyordu. Arka taraftaki güvertenin üstü brandayla kapatılmıştı. Temel, zorunlu ekipmanlar haricinde basit ihtiyaçları karşılayacak ufak tefek birkaç eşya dışında bir şey yoktu.
“Takım elbise, uyku tulumu ve matlarınızı yanınızda getirin.” demiştim.
Çağrı
“Cem iskarpinlerimi bulamıyorum sende mi?”
Cem
“Şu anda sinirden onları ısırıyorum. Dayımın peynir sarısı çoraplarını bulamıyorum. Babam Deli Yürek Yüzüğü’mü takmış ‘olm neden ağlıyorsun?’ diyor, şimdi kırıcam.”
Tanju
“Beyler pantolonumu ütülerken bütün sigortaları attırdım ve muhtemelen apartmanın elektrik tesisatı yandı. Şu anda Meydan’dan Belkop’a doğru yürüyorum donla, sizde elektrikler var mı?”
Gibi bir konuşma geçmişti hatta, davet ettiğimde.
“Peki,” dedim, “nasıl gidiyo babalık?”
“Bütün gün koştur, insanlarla uğraş; bitkin bi şekilde eve dönüyorum. Sonra onunla oynamak, dünyasına girmek her şeyi unutturuyo. Ertesi gün uyanmak ve aynı çileyi çekmek için gönüllü bi neden veriyo sana. Yaş ilerliyo baboli, sen düşünmüyo musun?”
“Düşünüyorum, bi şempanze evlat edinmeyi. Ama yasa dışı.”
Arkadan Bünyamin’in gülmesi duyuldu, kafaları çevirdik.
“Sanki daima yasal sınırlar içinde yaşıyoruz.” diyerek elindeki sarma sigarayı ağzına götürüp yaktı ve açık havaya o eşsiz, ferah, hafif, taze ot kokusu yayıldı.
“Bana bunlarla geliniz.” diyerek uzattığı sigaradan dolu bir nefes çektim. “Ben rakı almaya gidiyorum, şimdi insan gibi muhabbet edebiliriz.”
Baktım aşağıda üç sigara daha yanmış dönüyor. Bartu’nun yardımıyla içkilerimizi yukarı çıkardım. Beni gören Bünyamin,
“Neyse, sonra konuşuruz.” dedi, güldü.
Babakale’den Assos’a doğru yöneldik, limanın ötesindeki buruna doğru. Veli’nin büyüyen gözbebekleriyle renkli gözleri küçülmüş, kıpkırmızı olmuştu. Yine de bizi kazasız, belasız önce Küçükmaden Adası’na, ardından Göz ve Kara Adaları arasından Çıplak Ada’ya kadar getirmişti. İnerken arkasından,
“Yukarı sigara at.” diye seslendim ve Bünyamin’e dönerek, “Gübreler elendi, şimdi insan gibi mabet yapabiliriz.” dedim.
Bünyamin’le güneş doğana kadar sohbet ettik, ot ve rakı eşliğinde. O bizi sırasıyla; Midilli’yi geçip Garip Adası’na, oradan Karaburun açıklarına, Yunus Adası karşısında Küçükbahçeye, oralardan Karaada ve Uzunadalar ardından Alev Ada açıklarına kadar getirdi.
Sıçtınmavisi’nde eski günlerden, büyük masasının etrafında toplanıp içerek sabahladığımız sınav gecelerinden konuştuk. Aynı anda sözleşmiş gibi uyanıp, alarmları kapatıp senkronize bir şekilde konuşmadan, birbirimize bakmadan gerisin geri yatağa uzanıp uykuya devam ettiğimiz günleri andık. Solumuzda güneş kızarmaya başlayınca yer değiştirdik, Bünyamin istirahate çekildi.Sakız Adası’nı sağ tarafımızda bırakıp Alaçatı’ya yaklaştığımızda artık sabah olmuş, Güneş kendi rengini, gök kendi rengini almıştı. Tekneyi durdurup güverteye indik.
Baktım, herkes yorgun düşmüş yarı baygın halde yahut uyukluyor,
“ ’Kendimize gelelim lütfen.’ ” diyerek arkadaşlarımı kahvaltı öncesi suya girmeye ve biraz açılmaya davet ettim. Anlamsızca bir müddet birbirlerine bakıp, çağrıma uydular.
Buz gibiydi su. Zaten ürkerek uyuz, uyuz atlamayı beklerken Emrah’ın ittirmesiyle suya temas etmeden ürperdim ve titreyerek dedim ki,
“Baştan biraz soğuk ama girince alışıyosun.”
“Yalanları sikeyim!” diye yanıtladı hemen sağımdaki Tutku.
Birden başım büyümeye balon gibi şişmeye altında kalan vücudum vücudum incelip küçülmeye başladı. Başını suyun üstünde tutmaya çalışan bir lolipop gibiydim ve iki adım yakınımdaki tekneyle aramdaki mesafe açılıyordu, yüzerek ulaşmam imkansızdı. Çocukların sesleri yavaşlatılmış bir yankı gibi uzaklardan kulaklarıma çarpıyor fakat içeride anlamla birleşmiyordu. Birden iliklerime kadar titreten bir ölüm korkusu kapladı içimi, sakin olmalı vaziyeti kızanlara çaktırmamalıydım. Muhtemelen kendi halinde takılan çocuklar olan bitenin farkında değildi ama durup beni seyrediyorlarmış izlenimine kapılıyordum. Bunun zihnimin oynadığı bir oyun olduğunun farkındaydım fakat önüne geçemiyordum, ayrıca paralize olmuş, kıpırdayamıyordum. Sonra gözlerimi kapatmayı akıl ettim. Eğer gözlerimi kapatır, hiçbir şey düşünmez ve yalnızca nefes almaya devam edersem her şey düzelecek diye düşündüm ve ikna oldum, inandım.
Tüm eylemsizlik eğilimime rağmen yüreğime düşen bilgi ateşinden bir kıvılcımla kavrulmuş, tüm tehlikeleri göze alan doğanın kumarbaz maceracılığının cezbine kapılmıştım. Korkuyordum fakat bilmek, öğrenmek ve yaşamak istiyordum. Dinlediğim masallar, bana okunan kitaplar ve okumayı sökmemle birlikte ardına kadar açılan sınırsız olasılıkların denizinde el yordamıyla kendimi aradım. Hayal aleminde yaşadım.
Dışarının tekinsiz gizemlerinden haber getiren özellikle Don Kişot, Pinokyo, Peter Pan, Küçük Prens ve Jules Verne’in yazdıkları oldu. Kitaplar, beni bekleyen kadere ve zorlu sınavlara hazırlanmamı sağlayan mürşitlerim oldular ama yine de gerçek hayatta hiçbir işime yaramadılar. Yolunu kaybetmiş bir damla gibi sürükleniyordum denizin ortasında, bir başına. Öğrendiğim hiçbir şeyin karşılığı yoktu, işe yaramaz biri olarak yalnızlaşmam ve kendime göre; insan gerçeklerinin peşine takıldıkça gerçek insanlardan uzaklaşmanın hazzı dışında. Avuntu vermiyordu artık, ödün vermediğim kendini beğenmişlik.
Dinginleşip on beş dakika mı, yoksa sekiz saat mi kestiremediğim bir zaman sonra gözlerimi açtım. Korku kaybolmuştu ve herkes yerindeydi. Kimisi tekneye çıkmış, kimi yönelmiş, bir kısmı da suda aylaklık etmeye devam ediyordu. Üşüdüğümü fark ettim, sudan çıktım ama yine de kurulanmadım. Nazikçe okşayan hafif rüzgar kendimi iyi hissettirdi, güneş içten içe ısıtıyordu beni. Gevşeyip mayıştım, kahvaltıya hazırdım.
Bartu,
“MC, geceden limonata yaptım, seversin sen.” diyerek elindeki üzerinde nane yaprakları olan, buzlu sürahiyi gösterdi. Dolaptan çıktığı için terlemeye başlamıştı.
“Dolapta votka da vardı.”
Alınmış gibi yaparak “Ayıpsın dava!” cevabını yapıştırdı, kendinden emin bir tavırla.
“İşte,” dedim, “sen çok yaşa. Şampiyonların kahvaltısı.”
Biraz ot ve bir bardak limonata alarak köprüye çıktım, kahvaltı sonrası günün devamında bulduğu yerde uzanarak uyumak üzere dostlarımı arkamda bırakarak. Acemi Balıkçının El Kitabı’nın üstündeki defteri aldım: Kaptanın Seyir Defteri. Defteri açtım, limonatamdan bir yudum alıp özenle sigaramı sardım, acelesiz. Yaktım, derin bir nefes çektim, öksürttü, boğazımı yumuşatmak için bir yudum daha aldım limonatadan. İçinde parçacıklar da vardı ve karışımın oranı harikaydı. Bartu’ya olan saygım bir kat daha arttı. Yazmaya başladım.
1) İçinde yaşadığımız dünya bir saçmalıklar silsilesidir ve buna katlanmak, akıl ve vücut bütünlüğünü korumak için; nedensellik içinde bizi avutacak, kaostan düzen yaratacak, huzur ve barışı tahsis edecek hikayelere ihtiyaç duyarız.
Parçası olduğumuz evrenle özdeşlik hissettiğimiz ve kim olduğumuzun önemsizleştiği ancak aynı zamanda değerli hissedebildiğimiz huşu anlarında yaşadığımız deneyimler; bizi ilk aklımıza gelen veya bize gösterilenlere inanmaya yahut merakla, bilme arzusunun yaktığı ateşi takip etmeye sevk edebilir. Macera bir tercihtir ve başarısızlık risklerini de göze almayı gerektirir.
Ancak gözü pek kahramanlar; eleştirel yaklaşımla din örtüsünün altındaki esrar perdesini aralayıp hakikati deneyimleyebilir. Bizi kuşatan kurallar bütünü tanıdık da olsa kişiye yabancı ve düşmansa; bilinmeyeni, tüm olasılıkları göze alarak yeğletir.
2) Macera yolculuktur. Gençlik reddetmektir. Kendine sunulan kabın şeklini alamayan huzursuz insan; çocukluğun bakiyesi nicel birikimleri, niteliksel devrimlere dönüştürebilmek için bu eşikten geçmelidir.
Kendi değerlerini yaratıp, prensiplerine uygun şekilde kendini var edebilmesi; yani kendini gerçekleştirmesi için; bilinen, güvenli alanının dışına çıkarak, bilinmezlikler diyarında bir dizi zorlu sınavdan geçmesi gerekir. Yolculuk, bunun sembolüdür. Ve aslında yapılan yolculuğun yönü; içe doğrudur.
İnsan ne olacağına kendi karar verir. Bu aşamada modeller önem kazanır. Çöle kaçan ‘deve’yi ‘aslan’a dönüştüren; bilinmezliğe götürdüğü kendi bilgisidir.
Çoğunlukla anne bilinen dünya, baba ise bilinmeyeni temsil eder. Belirli bir olgunluğa erişmiş kişi, zamanı geldiğinde annesini bırakıp, babasının izlerini takip etmeye koyulur.
Doğu’da menzile ulaşınca hakikat içinde kalınırken, Batı’da hakikatle birlikte; toplumun hizmetine sunmak için geri dönülür. Gerçek dünyada toplum, bu hakikatle ne yapacağını bilemez ve dönen kişi artık onun üyesi değil, toplum dışı biridir.
Toplum hem hakikatten faydalanır, hem kahramanı lanetler. Kahraman, hem beğenmediği toplumu dönüştürmek, hem de onunla bir olmak ister. Bu gerçekten lanettir. Böyle durumlarda hevesi kırılan lanetli birey, hakikati de bir kenara bırakıp yalnızca kaybolmak ister.
Burada ölüm ve yeniden doğum motifi devreye girer. Bir bakireden yeniden doğup, kovulmuş olunan cenneti veya vadedilmiş toprakları aramak; babanın izlerini takip etmektir.
Hayat, kendi kuyruğunu yiyerek kendini yeniden üreten mükemmel çemberi yaratan bir yılandır.
3) Ozanlar, yani aşık ve şair olan kimseler, bireysel deneyimlere övgüler sunarak onları genelleştiren ve kahramana serüveninde yol gösteren trafik işaretleridir. Bireye kendini tanıma, gerçekleştirme ve evrenle özdeşlik kurmada öğretmenlik yapan, bilinmeyen diyarlardan haber getiren peygamberler, gerçeğin yansıtıcılarıdır.
Ateşin etrafında çember oluşturan kalabalığa birlik hissini yaşatan, ağzı iyi laf yapan kimselerdir ancak; unutulmamalıdır ki kılavuzu karga olanın burnu boktan kurtulmaz derler.
Tanrılardan çalınarak bize bahşedilen bilgi ateşidir. O halde ozanlarımız bilim insanları olmalıdır. Kerameti kendinden menkul, hikmetinden sual olunmayan ne idiği belirsiz tipler değil. Bazen bir gölge oyunu gibi didişerek bilgi ateşini harlamalı. Polemik yaratıcıdır, hakikate giden yol sentezden geçer.
Bizi sıcak ateşin başından kaldırıp karanlık ormana daldıran şey, yüreğimize düşen bu kordur. Kulağımıza fısıldayan onların sesidir.
“Paşam.” sesiyle başımı kaldırdım. Sercan’dı seslenen. “Seyahatimizin kara kutusu mu önünde duran?”
Yanıma oturdu.
Yanıtladım, “Deli saçması.”
“Salgın öncesi izlemiştim o oyunu. Emrah’ın sahnedeki performansı şahaneydi.”
“Çok istedim amirimi seyredeyim, ama bi türlü kısmet olmadı dünya gözüyle görmek.”
“Bakabilir miyim?” defteri işaret etti başıyla. “Bize de senin yazılarını okumak kısmet olmadı ne zamandır?”
“Yazmak da bana olmadı.”
Bir şeyler karalar, yapmaya çalışır ya da başımı belaya sokmayı başarırdım bir şekilde. Uzun zamandır hiçbir şey hissedemiyordum. Küçülüyordum gittikçe. Yolumu ve soluğumu yitirmiştim, ateşim sönmüştü ve bu küllerin arasından yaşamın kanat çırpması olanaksızdı. Umutsuz vakaydım. Kaybettim. Kabul ettim. Hiçbir şey beni motive etmiyordu, uğruna dövüşülecek hiçbir yüce değer, sadık olunacak hiçbir erdem yoktu. Aynı yere çıkan tüm yolculukların hepsi boşunaydı. Ama şimdi ‘dostların arasında’ ‘güneşi içmek’ üzere son bir yolculuğa daha çıkmıştık. Biz ‘analar’a değil, ‘ablalar’a gidiyorduk.
Bir sigara daha sardım, arkamıza yaslanıp içkilerimizi yudumlarken hiç konuşmadan çevirdik. Sercan sızdı. Aşağıdan da horultular yükselmeye başlamıştı. İşemek üzere aşağı indim daha kapısından girmeden kamara leş gibi kokuyordu. Refleks olarak öğürdüm, kusmadım ama gözlerim yaşarmıştı.
“Bu ne be kardeşim, altınıza mı sıçtınız?” diye söylendim sessizce.
Arkadan kişneme sesi yükseldi.
“Kanka. Hahahahaha!” gülmekten konuşamıyordu Tayfun.
İçeride yatan Tutku, Bünyamin ve Tolga “Öff!”leyerek pozisyonlarını değiştiriyorlar fakat kendilerini açıp neler olduğuna bakacak dermanları yoktu. Cem’in ağzı açıktı ve horluyordu, Tanju soluk almıyor gibi görünüyordu.
Sonra tuvaletin kapısının açık bırakıldığını fark ettim. Tayfun’du. Sifonu çekmeyerek bize bu sürprizi hazırlamıştı. Kapının hemen yakınında pusuya yatmış kaynıyordu kendi kendine.
Nefesimi tutarak içeri girip sifonu çektim. Çıktığımda Tayfun hala gülüyordu, güvertede uyuyanlar da muhtemelen sesten rahatsız olsa dahi tepki veremeyecek durumda veya duyamacak kadar derin uykudaydılar. Kahkahalarının arasında güçlükle serpilen sözcükleri takip etmeye çalışıyordum.
“Kanka… Afedersin kanka… yanlışlıkla oldu… kızmadın di mi… kanka…?”
Gülümsememe engel olamıyordum, insan nasıl kızabilirdi ona? Yalnızca böyle şakalar yapmamasını umabilirdi en fazla.
“Abi tamam, sakin ol. Sıçmış olsun. Ahaliye rahatsızlık vermeyelim. Yapma böyle şeyler, gözünü seveyim.”
“Söz kanka… söz… Bi daha… kankacım benim… yapmacam kanka…”
Gülmeye devam ediyordu, bu hali benim de hoşuma gitmişti aslında. Dolaptan iki bira çıkarıp birini ona uzattım.
“İç bakalım şunu, sakinleş. Biraz dinlen, iki günümüz daha var daha.”
Ben de biramı alıp Sercan’ın yanındaki koltuğa geçip boş bir sigara yakarak arkama yaslanıp, altımızdaki suyun deviminiyle kendimi ritme bırakarak ufuk çizgisine daldım.
Ritim değişti, dört nala koşan kara bir atın üzerindeydim, dehşete kapıldım, düşecek gibi oldum ancak sıkı sıkıya bağlanmıştım kundaklanmış gibi, kımıldayamıyordum, ellerim ve ayaklarım bağlıydı. Kaslarım tepki veriyordu fakat hareket üretemiyordu, yalnızca atın sarsıntısı. Yalnız değildim, cesaretimi toplayıp sürücüye baktım. O da kapkara, her tarafı uçuşan ve başı hatta yüzü dahil vücudunu kapatan kumaş bir giysiye bürünmüştü. Kadın olduğunu sezdim. Kaçırılıyordum. Soluğum kesilmişti, nefes alamıyordum, soğuk terler boşanıyordu, zangır zangır titriyordum. Korku içimde büyüyor, her yanı kaplıyordu. Götürdüğü yere gitmek istemiyordum, karşı koyamıyordum. Sesim çıkmıyordu, bütün gücümle bağırıyordum, ağzım da bağlanmıştı ama açık olsa dahi havadan başka şey çıkaramazdım. Dişlerimi sıkmıştım. Aniden, sanki dirilirmiş gibi irkilerek gözlerimi açtım. Leviathan’ın köprüsünde Sercan’la beraberdim. Bir yudum bira için şişeye uzandım, bitmişti.
Aşağıdan sesler geliyordu, demek ki uyanmışlardı. Güneşe bakmak istedim, tüm yakıcı görkemiyle en tepede parlayıp tüm karanlıkları aydınlatır, yeryüzünü ısıtırken. Yapamadım. Bu güzelliğe çıplak gözlerimle bakamadım. Öğlen olmuştu, boğazım kurumuştu ve çişimi yapamamıştım. Sercan da uyandı, sakince gözlerini açtı. Oturduğu yerde gerindi,
“Aşağı inelim.” dedi, esneyerek.
Onu dinledim. Tanju içeride simitleri ısıtıyordu tavayla. Karadenizli bir Kimyacı olarak Emrah büyük bir titizlik ve ciddiyetle çayı demliyordu, Çağrı yanlarında telefonundan Roman Havası açmıştı. Veli, Bartu ve Tayfun tuvalet sırasında Cem’in çıkmasını bekliyordu. Diğerleri sandalyeleri güverteye çıkarmış martıları seyrediyordu. Çiş kuyruğuna girdik.
Çıktığımda herkes güvertede sandalyelere dizilmiş, simitlerini martılarla paylaşıyordu. Her şey hazırdı. Bira ve bir simit alarak boş kalan yere oturdum. Tutku solumdaydı, o da birayı tercih etmişti, kafamı çevirip tayfayı inceledim, limonatadan devam eden Bartu hariç herkes çay içiyordu.
Hiç beklemediğim anda Tutku çevik ve zarif bir hareketle oturduğu yerden adeta uçar gibi yükselerek biraz süzüldü ve inişinde tutunarak dengesini sağladı, ayaktaydı. Ben anlam vermeye çalışan gözlerle ona bakarken Çağrı gülüyordu. Herkesin dikkatini çekmişti az önce olan ama kimse anlamamıştı.
“Ne oldu?” diye sordu Emrah.
Çağrı yanıtladı
“Tutku. Martının ağzından düşürdüğü simiti havada yakalayıp yedi.”
“İkramı geri çevirmek ayıp olurdu.” dedi Tutku, “Biz ona simit atınca, o da bize aynı şekilde jest yaptı.”
Hakkı vardı, doğru söylüyordu.
Balıklar için oltaların hazırlanmasına geçtik, yemek faslı bitince. Murat, Tayfun ve Çağrı’ya; Bartu, Cem ile Tanju’ya; Bünyamin, Tolga ve Veli’ye; Sercan bana; Emrah ise
“Al, amnakodumun deniz görmemiş Kürt’ü!” diyerek Tutku’ya yardımcı oluyordu.
“Asıl ’Lazlar, deniz görmüş Kürtler’dir.’ Zaza’yım ben güzel kardeşim.”
“Benim de gay arkadaşlarım.” diye tartışmaya dahil oldum.
“Yalnız biseksüel.” diye düzeltti Cem.
“Her neyse, bu Sosyalistler niye böyle?” diye Bartu’ya döndüm.
“Bilmem ben anarşistim.” dedi.
“Aman canım bu veganların hepsi böyle, biz hayvan sevmiyo muyuz kardeşim?” demiş bulundum.
“Bunlar çok başka şeyler.” diye üzerime geldi Tolga.
“Bi keresinde yine böyle on numara bi ortamda feminist kadın dayağı yiyordum.” diye lafı değiştirecek oldum.
“Bu komünistler sana ne etti kardeşim?” diye sordu Emrah.
Köşeye sıkışmıştım, “Türk’üm ama tedavi görüyorum.” dedim.
“Sen bize ulusalcı demeye mi getiriyosun?” diye yüklendi Tanju.
“Yurtsever olmak suç mu?” diye araya girdi Veli.
Ağzımı, “ ’Vatan sizin çiftliklerinizse…’ ” diye açtım fakat devamını getiremedim.
Bünyamin, “ 'Sen Abdülhamit’i savundun.' ” dedi.
“ 'Savunmadım. Çıkar, göster.' ” diyebildim.
“ 'Alçak, puşt!' ” dedi Sercan.
“Yazıklar olsun, arkadaşımız dediğimiz insana bakar mısın?” dedi Çağrı.
“Lafa bakarım laf mı diye?” sordu Tayfun.
“İyi,” dedim. “ ‘Alın beni de kurtarın vatanı.’ Kodumun allasızları!”
Murat, alındı “Elhamdülillah, her şeye!” deyince,
Hep bir ağızdan,
“HER ŞEYE!” diye haykırarak elimizdeki biraları gökyüzüne kaldırdık. Ardından kafaya diktik.
Böyle, böyle laflarken akşam ettik. Tuttuğumuz balıkları şarabımıza meze yaparak yedik. Üstümüze ağırlık çökmüştü.
Çağrı, “Nabıcaz?” dedi. Bartu ile mojito hazırlamaya başlamıştı bile.
Bünyamin’le ot sarmaya başladık biz de, Murat da Yedikule’yi çalmaya. Şarkı bitince Sercan’la köprüye çıktık. Keyifler yerindeydi, aşağıda eğlence sürüyordu ancak karanlık çökmüştü, yola devam etmemiz gerekiyordu.
Sercan, Samos’u geçip Güzelçamlı’ya getirirken bizi, kollarımı iki yana açarak yere uzandım. Küllüğü göğsüme koymuş yattığım yerden sigarayı devredip devralırken, yalnızca gerektiği kadar doğrularak içmeye devam ediyordum. Yıldızlı bir geceydi lâkin ‘çok sarhoşum’ diye geçirerek içimden, boş bakıyordum. O bizi, Pisagor’u geçirip Bayrak Adası’ndan , Tavşan Adası’na; Farmakonisi’yi geçip, Büyükkiremit, Çavuş, Çatalada ve Tulluce Adaları’nı bırakıp Hüseyin Burnu’na kadar getirmişti bile.
Dümeni, imdadına yetişen Tanju’ya devrederek dinlenmeye çekildi aşağıda.
“Burası Cem Karaca’nın rakı içerek karşı yakaya baktığı Kos.” diye lafa girdi Tanju.
“Aman gözünü seveyim, can taşıyoruz burda. Bizde senin gibi vatandaşlık da yok usta; kaza, bela çıkmasın.”
“Kapatıyorum farları.” dedi.
“Telsizi de kapa, noldu oldu.”
“Amnakoyim Tanju, aç şu farları!” diye feryat etti, Tutku. Ardından gülüşmeler.
“Cevap verme.” dedim.
Tanju bana bile cevap vermedi. Arkasından,
“Tutku, farları açıyorum ama gözlerim kapalı!” diye bağırdı aşağı.
Kafamı kaldırıp Tanju’ya baktım, gözleri gerçekten kapalıydı, benim daha çok hoşuma gider diye düşündüm. İçki servisine devam ettim. Gün doğana kadar Simi ve Selimiye açıklarına gelmiştik. Arada İskandil Burnu, Deveboynu’ndan sonra Yaka’yı geçmişti. Koyu sohbetten zaman nasıl geçti anlamadım, bıraksam devam ederdi ya, güneşin doğuşunu izledikten sonra,
“Tamamdır dayı, şimdi biraz yüzüp kendimize gelelim.” dedim.
Bu sefer sektirmeden, kendi irademle bıraktım kendimi buz gibi sulara. Kafatasımın içinde sürekli su kaynatan bir güneş vardı. Tenime değen her damla anında buharlaşıyordu. Su önce bulanıklaşıyor, sonra beni çözerek saydamlaşıyordu. Eriyip küçülmeye başladım. Böyle giderse kaybolacaktım, gerilmiştim. Biçimimi kaybediyordum yavaş yavaş. Anlamını bulmayan bağırış ve gülüşmelerle ani kesintilere uğrayan dalgaların kadim, sakinleştirici, şifalı müziği; kulaklarımda uğuldayarak en eski hikayeleri fısıldayan yaşlı rüzgar. Askıda kalmıştım. Yorgundum, içim geçiyordu.
Karanlıktı, kıpırtısızdı, tanıdıktı. Geçmişin gölgelerinden, saklandığı yerin derinliklerinden gelip yakalamıştı beni. Uyanış gibi anımsadım. İlk gençliğimin uzun, karanlık, sakin geceleri; okuduğum, yazdığım, hayal kurduğum, kendimi uykusuz bırakarak sınırlarımı keşfe çıktığım ruhani ritüeller. İçimde o sızı halinde artan huzursuzluk, sebebini bilmediğim bir suçluluk ve pişmanlık izleri. Böyle sakin, karanlık ve uzundu o dönemin geceleri. Gömdüğüm, gizlediğim, mazoşist bir zevk alarak havalı bulduğum ama dibe batırıp kaçtığım, arkamda bıraktığım duygular ve geceler. ‘Oy reis, koca reis!’ Daha uyumlu ve huzurlu olabilmek için kaçarken kendimden, bu uyanış anında ben buyum diyorum. Yüzleşiyorum kendimle ve olduğum gibi kabul ediyorum. Bir şekilde, her şey bir araya gelince; bir uyuma dönüyor. Sigarasından düşen bir korla kendini dağlayan üzgün ve yalnız biriyim. Bunaltıcı, sıcak, kalabalık ve defteri tutulan gündüzler; benim için o ruhani gecelerin bedeli ve devamıdır Barıştım.
Yirmi beş sene boyunca bir canavar yarattım, besledim, var ettim. Savaştım, reddettim, yola gelmedim, bildiğimi okudum. Bağırıp tepindim, kafa sallayıp sarhoş oldum. Kavga ettim, karanlığın gözlerine baktım, rüzgara karşı işedim. El, etek öpmedim; boyun eğmedim. Biraz yangın çıkarmak için tutuşturmaya kendimden başlamaya çekinmedim. Birer gurur nişanı gibi eski bir sandığın içinde taşıdım hepsini, görkemli ama gösterişsiz. Gizledim. Beş sene de evcilleştirmeye çalıştım. Başarısızlık. Yapamadım, bilemedim, beceremedim. Her şeytan, aslında başarısız olmuş bir peygamberdir. Öyle bir noktaya gelmiştim ki herhangi bir düzlemde uzlaşma sağlanması olanaksızdı. Bu denli yabancı, düşman ve uyumsuz olabilmek de bununla birlikte yaşamaya devam edebilmek de güç işti. ‘Bir hayatı insan gibi tamamlayabilmek’ de. Hepsi boşunaymış, hepsi anlamsız. Yazık. Şimdi yitmiş bir kum tanesiydim çöllerde, sürükleniyorum denizde.
Eskiler kaçmak ve hayatta kalmak için düşmanlarının postuna büründüler, yendikleri rakiplerinin kanlarını içerek onların güçlerini edindiler, isimlerini öğrenerek onları güçsüz düşürüp iktidar ve egemenliklerini yerle bir ettiler. Elde ettikleri güç ve kurdukları tahakkümle düşmanlarına dönüştüler. İşi fazla ciddiye alıp boktan bir köşe kapmacaya çevirdiler. Sevemedim bu oyunu, parçası olmak, kendimi alçaltmak, aşağılanmak istemedim. Ne keyif almadığım bu hatadaki ısrarı devam ettirmek ne de bir başka şekilde devam etmek istiyordum artık. Yorgundum, geri dönmek, kaynağa ulaşmak ve istirahat etmek istiyordum yalnızca. Huzur ve güven içinde.
Öksürmeye başladım, su yutmuştum, midem ağzıma gelmişti. Nefes nefese çıktım sudan. Yüzümde ‘anca yirmi bira içersem neşem yerine gelir.’ diyen bir ifadeyle bir tane bira aldım, olduğum yere uzanıp biraz bekledim. Nefes alışlarım nispeten normale dönmüştü lâkin göğsümdeki çarpıntı gümbür gümbürdü. Yutkunmaya çalışarak bir gayret az doğrulup biraz içtim, çoğu köpürerek döküldü. Daha iyi değilim ama hiçbir zaman iyi veya daha iyi olamayacaktım, biliyordum. Bir yudum daha aldım, bu defa biraz daha fazlaca, az daha doğruldum. Biraz bekleyip gözlerimi kapadım ve şişeyi kafama diktim, çarpıntım sürse bile titremelerim azalmıştı. Şişenin yaklaşık üçte biri kalmıştı, bitirene kadar yerde oturdum. Kalkıp kendime dolu bir sigara sardım, bir bira daha alıp yukarı çıktım ve yazmaya koyuldum.
4) Bilgi lütuftur ve lütuf da lanet. Bahşedilmez, kazanılır ve kazanmaya başladığın an kaybettiğin andır.
Yaşam bu çelişkilerin dinamik ilişkilerini içinde barındıran bir nehirdir. Akıntı; uzaklaştıkça kaynağa dönme arzusunun tezahürüdür.
Ezeli ve ebedi görülen, dehşet verici bir sonsuzluğun içinde; yalnızca bu döngüyü sürdüren bir andan ibaret olduğunu fark ettiğinde ve kendi sonsuz döngüsü içinde, her şeyin içine sığabildiği yegane anın ölüm deneyimi olduğunu fark edince insan, korkuya kapılır.
Ölüm yüzleşilmesi ve başa çıkılabilmesi gereken tek ve en büyük gerçektir ve yaşam ancak ölüm üzerinden kendini farklı biçimlerde yeniden üretebilir. Kaynağa dönüştür.
‘Yılları bul’an ‘macera’nın ‘bir mısra boyu’ olduğunu fark ederek kendi ölümsüzlüğü ile yüzleşen insan; doğadaki yerine de baktığında aynı anda hem av hem da avcı olduğunu fark eder. Yaşam çemberindeki rolü, kaynağa erişene kadar yaşamı devralıp, sıradakine devretmektedir. Canlının yaşam döngüsü, canlılığın kendi döngüsünün yalnızca bir uğrağıdır. O halde kaynak doğadır.
Tarımla uğraşan toplumlar toprağa, avlanmaya başlayanlar avlarına saygı duyar ve devraldıkları yaşamı kutlarlar ve şükranlarını sunmak için en seçkin üyelerini törenlerle doğaya armağan ederlerdi.
Etkinlikleri ve egemenlikleri artan, gücü elinde bulunduran insanlar; yörüngeden ayrılarak kendilerini merkezde konumlandırmaya ve doğanın kendi buyruklarında olduğu yanılgısına düştüler. Öyleyse kurban, kendileri için; bunu soyutlayarak, suretini oluşturdukları daha yüce bir tanrısal güç için olduğu yanılgısına düştüler. Oysa bu, gerçeğin çarpıtılmasından başka bir şey değildir.
Yaşamı yaratan ölümdür. Yeni, eskinin içinden çıkar ama içinde eskinin tortularından başka; ona dair bir şey barındırmaz. Yeni tezatlıklar yoluyla kendi döngüsünü tamamlarken; bağrından yeni bir hayat filizlenir. Eskinin, yeniye; bir döngünün diğerine, ölümün yaşama devir teslimi törensel bir andır. Hayatı yaratmak ölmeyi gerektirir. Ölüm; vazgeçmek, fedakarlıktır.
Yalnızca kendini daha yüce bir amaca adayanlar kendi yaşamlarından vazgeçebilir ve yeni yaşamı yaratmak uğruna kurban olmaya gönüllü olabilir. Böylelikle varlıklarını daha yüksek bir formda devam ettirebilecek, bir döngüyle özdeşlik kurabilecektir.
Bu; doğum, güdülenmiş bir yaşam, amaca ulaşmak için kurban olarak ödenen bedelle yapılan fedakarlık, ölüm, ardından çemberin -aynı zamanda bitiş ve başlangıç noktası olan- nihai hedef olarak yeniden doğuştur.
5) Maceranın yolculuk, yolculuğunsa bilgi ateşinin peşinden koşarak bilinen dünyadan bilinmeyen alemlere ve kişinin içine doğru olduğunu, amacın kendini gerçekleştirme yolculuğunda güdülenmiş hayatın kendisinden vazgeçerek yaşamın içinden ölerek yeni yaşamlar var etmek suretiyle kendi döngüsünü sonlandırırken sonsuzluk döngüsünü sürdürme eğiliminde olduğunu; tüm bunların ise kişinin içinde bulunduğu sürüden ayrılarak kahramana, kahramanınsa bireye dönüşüm süreçlerinin kazanılan bir lütuf, lütfun da lanet olduğunu; yaşamın kendi içinde barındırdığı bu çelişkilerin dinamik ilişkileriyle canlılık ve yaşam döngüsünün sürdürülebilirliğini sağlayan hareketin doğasını anlamak; insanın kim olacağına karar vermesi, doğadaki yerini bulması ve hayattaki amacını kavrayabilmesini sağladığını; dolayısıyla hareketin madde, maddeninse enerji olduğunu kavrayabildiğimize göre; kendini; anlamlandıramadığı, ona yabancı ve düşman gelen, saçma ve anlamsız dünyada devam edebilmek için bir nedensellik ihtiyacı ve güçsüz, çaresiz ve acizliğinin farkında olarak; iradesini genelleştirerek mutlak iradeye erebileceğini, bilginin ulaşılmaz tadını alarak kendini içinde yaşadığı evrenin parçası ve onunla bir hissedebilmesi için; bilinmezliğin gizemli karanlığına atfettiği bütün korkularının üzerine giderek; din ve tabuların örtüsünün altında saklanmış hakikatin ateşine çıplak gözle bakma cüretini gösteren kişidir, kahraman. Bu bütün riskleri göze alıp ve yolculuğu tehlikeye atarak maceranın başarısızlıkla da sonuçlanabileceğini bilerek girişilen bir meydan okumadır. Herkesin harcı olmadığı içinse bireyi toplumdan ayıran budur.
Macera, bir dizi zorlu sınavla sıra dışı deneyimi yaşatan, sınırların ötesine geçmeyi ve kendini feda etmeyi gerektiren tekinsiz bir yolculuktur.
Tam olarak bu nokta canavarın karnındadır. Burası kişinin bilinç dışıdır. Orası tüm ilkel, basit ve bayağı dürtüleriyle; kısaca çıplak olarak; insanın kendisiyle yüzleştiği yerdir.
Burada girilen sınavlar ve yaşanan tecrübelerin sonunda insan kendi kimliğini kazanarak yaratığın rahminden yeniden doğabilir yahut sindirim sisteminden geçerek atık olarak dışarı atılabilir.
6) Bizi sarmalayıp çevreleyen, bilginin ışığı ile yolumuzu aydınlatıp, koynuna doldurduğu ay ve yıldızlarla yönümüzü tayin etmemizi sağlayan, yağmurlarıyla yaşamın bereketini armağan eden gökyüzü ile bağrında bize yer açan, karanlık mağaraları, upuzun nehirleri, geniş ovaları ve görkemli vadileriyle verimli, rengarenk zenginlikleri ve sonsuz çeşitliliğiyle bünyesindeki her şeyi koruyup kollayan, adaleti gözetip duygu ve düşünce dünyalarında sayısız çığırlar açarak, yargılamaksızın kendini gerçekleştirmenin tüm olanaklarını sunarak bizi cesaretlendiren, sevgi ve sempatiyle bizi olduğumuz şey olarak kabul eden; sakin, sabırlı, merhametli ve müşfik yeryüzünde toplanan tüm yaratıcı, dönüştürücü ve hayat veren nitelikleriyle; tüm döngüleriyle bünyesinde mutlak yaşam döngüsünün mükemmel çemberini yaratan doğanın denge ve ahengi sağlayan tüm özellikleri dişilikle özdeşleştirilmişti önceleri.
Karşılıksız veren yüce ele karşı insanlık en büyük şükranlarını, saygı, sevgi ve hayranlıklarını sunmak ve aynı zamanda hem parçası hem de yansıtıcısı oldukları kaynakla bir olup, hasretini çektikleri ona dönebilmek için çeşitli törenler, şenlikler ve kutlamalar düzenlediler coşkuyla.
Doğa dişildi çünkü, kişinin ilk deneyimi annesi iledir. Cinsiyet dahil tüm canlılık süreçlerinin hızlandırılmış evrimle hayat bulduğu; koruyucu, huzurlu ve güvenli alanı annenin rahmidir. Yine de kim olacağına insan son noktada kendi karar verir.
Dışarı çıktıktan sonra ilk gördüğü ve deneyim yaşadığı, onu büyütüp macerasına hazırlayan her kimlerse anne onlardır. Annelik cinsiyet hatta tür farkı gözetmeksizin yapılan bir tercihtir. Kesinlikle yalnızca kadına atfedilen kutsal bir zorunluluk veya görev değildir. Anne olmayı tercih eden kimsenin yavruya verdiği bir hediye, karşılıksız iyiliktir.
Eşitsiz gelişim sonucu, halihazırda göçebe yaşam tarzı ve kaynakların kullanımı yüzünden rekabet ve sürtüşme halinde olan avcı - toplayıcı topluluklardan Neolitik Devrimi’ni önce yapanlar; tarım ve hayvancılıkla yeni bir tarza geçerek, emek marifetiyle ilk iş bölümü ve artı değer üreterek biriktirebilme yeteneğini kazanarak özel mülkiyeti icat edince doğayı tahakküm altına aldıklarını düşünerek kendilerini yaşam çemberinin merkezinde tanımlama yanılgısına düştüler. Geri kalan toplulukları işgal, istila ve katliamlarla yok edip boyun eğdirdiler.
Gücü ve iktidarı doğaya yapılan darbe ile alan erkeklerin elinde savaşçı, yıkıcı, yok edici, yağma ve talancı, kafası karışmış, kontrolsüz ve tutarsız nitelikler belirleyici olmaya başladı.
Artık uğruna kurban olunan doğa, insanlığa kurban edilen bir vahşete dönüştü ve bu değerler erillikle özdeşleşti.
Kadın, ataerkilliğe kurban edilmiştir.
Gücünü ve iktidarını cinsiyet organı olan elindeki silahtan alan erkeklik; öldürme, sömürü, ihlal, istismar ve tahribatı kibirli bir güç gösterisine dönüştürüp tüm acımasız, yıkıcı ve yok edici eylemleri hak olarak görüp normalleştirmiştir. Habil ve Kabil hikayesi bunu anlatır.
Artık parçası olduğu kaynağa dönmek için özlem duyan insanlık, kovulduğunu düşündüğü cenneti; suçluluk, öfke, düşmanlık ve intikam gibi kıskanç ve bencilce duygularla fethedilecek, sahip olunacak, sömürülecek bir hedef, kazanılacak bir zafer olarak bellemiştir.
Ataerkillik, tüm kadın ve erkekleri kendine benzetip temize çıkarak döngüsünü sürdürmeyi arzular. Oysa bu insanı kendine ve parçası olduğu doğaya karşı düşman, yabancı, uyumsuz ve uzak kılar.
Doğaya, başkasına, kendine ve özellikle kadına yönelen şiddet; bu çarpıtılmış gerçeklik algısı yanılgısının yeniden ve tekrar tekrar üretilmesi sapkınlığıdır.
Ataerkilliğin en büyük korkusu hadım edilmektir çünkü, kendini başka şekillerde ifade edebilme yeteneğinden yoksundur. Öyleyse huzurun yolu, kişinin içindeki dişiliği bulup onunla yüzleşerek barışmasından geçer.
Geğirdim, denizin tuzu hala boğazımı yakıyordu. Çocukların arasına indim.
Çayı demleyen Emrah’a “Günaydın.” diyerek, getirdiği cinle kendimde cin tonik hazırladım. Tuvalet boştu, Murat ve Tanju da uyanmışlardı. Ortalarına girerek yere oturdum.
“Dayı çek bi sandalye, cırcır olursun.” dedi, Tanju.
“Göt dediğin ötmeli!” diyerek sohbete katıldı Tayfun yattığı yerden.
“Böyle iyi, bence biraz böyle duralım.” dedim.
Tayfa henüz uyanmıştı veya uyanmaya başlamıştı.
Tutku’dan “Amnağoyim,” diye bir homurdanma, ardından “günaydın beyler.” cümlesi geldi.
“Çok içiyuz be!” serzenişiyle, güleç yüzüyle kalktı Sercan.
“Günaydın Şirin Baba.” dedim.
“Neyini niye getirmedin?” diye sordu Tanju, Murat’a.
“Neyini getirmedin?” dedi, Veli. Sonra da, “Neeeey?” diye güldü kendi kendine.
“Tütünidur daa!” diye seslendi içeriden Emrah.
Veli’nin çok hoşuna gitti bu, sadece o güldü. Sesler, diğerlerini de uyandırmaya başlamıştı. Hâlâ uyanmamış olanlar da uyananlar tarafından uyandırılacaktı nasıl olsa.
“Otur buraya, ben simitleri ısıtmaya gidiyorum.” deyip yerini bana verdi Tanju.
Martılarla birlikte kahvaltımızı ettik. Çocuklar çaydan sonra biraya döndüler, ben aynen devam ettim cin tonikle. Kahvaltıdan sonra yukarı çıktım. Nasıl olsa öğlene kadar uyuyacaklardı, gözlerimi dinlendirmemde bir sakınca yoktu, “Yatayım acık.” diyerek uzandım.
Kafamın içinde kemiklerimi zorlayan bir zonklama vardı, özellikle üst orta ve arka taraflarda. Kalbim sanki boynumda atıyordu. Karıncalanmalar, titreyen ellerimden yukarı, omuzlarıma kadar ulaşmıştı. Bacaklarım sızlıyordu. Göbeğim Kemal hızlı hızlı inip kalkıyordu. Tulum gibi şişiyordum ve dişlerimi parçalayarak dışarı çıkacaktı, kulakları tırmalayacak feryadım.
Karanlık, kenarlardan dolarak, görüş alanımı kaplamaya başladı; aydınlık, gittikçe uzaklaşıp küçülerek kayboluyordu. Kollarımı iki yana açtım, tüm dikkatimi toplayarak aydınlığı göz hapsine aldım. Gittikçe halsizleşiyordum, ama kaybetme korkusundan gözlerimi kısamıyordum bile. Yorgun gözlerim nemlenmeye başladı ilk, arkasından göğüs kafesimden patlayan bir volkan kafamın içini zorlayan ağrının tepesine kadar ulaştı. Görüntü bulanıklaşmaya, görüş olanaklarım bozulmaya başladı. Şiddetli sağanak şeklinde ağlıyordum. Sanki sahil yolları ve HES’lerle gasp edilmiş; susamış, kurak topraklarıma; taşkın yataklarında kurulmuş ve el konulmuş her ne varsa geri almak için kaçınılmaz olarak ve durdurulamaz bir şekilde akıyordum. Bağırmak, bir şeyleri yumruklamak, küfretmek ve sakinleşmek istiyordum ama hiçbirini yapamaz haldeydim. Tüm elimden gelen ve tek yapabildiğim kör olana kadar tüm dereleri ve nehirleri dolduracak kadar ağlamaktı ama yine de onları denizlere ulaştıramayacaktım. Bunun farkında olmak, çaresizce fırtınanın şiddetini artırıyordu sadece. Var olmak, buna devam etmek; canımı yakıp beni daha fazla üzmekten, hasta edip tüketmekten başka işe yaramıyordu. Bu yıkımın yarattığı çöküşün enkazında; iyi, güzel, yeni ve yaşama dair en ufak bir emarenin, küçücük bir kırıntının, bir zerrenin kurtulabilmesi mümkünsüzdü.
Son kalan aydınlık dairesinin ortasında belli belirsiz bir karaltı gördüm sanki. Bir sarkaç gibi salınarak bana yaklaştıkça güneş tutulmasına benzeyerek, büyüyerek aydınlığı kaplayan karanlığın, atıyla beni kaçıran kişi olduğunu hissettim. Korkuya kapıldım, yaklaştıkça korku büyüyor ve karanlık son aydınlık noktasını da kapatıyordu.
Kımıldayamıyordum. Korku vererek, sabırla, acelesiz ve kendinden emin adımlarla yaklaşan bir örümcek gibi geliyordu; ben, çaktırmadan bir anda her yerden biterek tüm vücudumu saran sarmaşıklara dolanmış ağdaki bir böcektim, umarsız. Nemli bir yeraltı mağarasında olduğumu anladım. Burası onun eviydi. Yukarıdaki elma ağaçlarının köklerine kadar uzanan, ‘annelerinin sürgünü’ydü; iki yana açılmış kollarımla, yattığım yerde beni bir koza gibi saran ökse otları. Sadık, soğuk, ürpertici ve dev aç yılanların koruduğu tapınağın sunağındaydım. Enteresan bir şekilde hiçbir şeyi göremiyordum ama her şeyi biliyordum. Her ne kadar tanıdık gelse bile yine de daha önce burada bulunduğumu zannetmiyorum. Birazdan gözlerinin içine bakacağım kadar yaklaşmış olacaktı.
Ruhum ağzımdan geri girmiş gibi ciğerlerimi yakan ilk nefesi güçlükle verdim ve sıçrayarak uyandım. Elimi yüzümde gezdirerek gözyaşı taraması yaptım. Sonra yüzüme kapadığım ellerimi aşağı doğru sıyırıp yere tutunarak kalktım. Boş bir sigara yaktım.
Aşağı indiğimde çoktan uyanmış, sandalyelerini çekmiş, biralarını almış oltalarının başında laflamaya başlamışlardı. Tuvalete girdim, işedikten sonra ellerimi yıkarken aynada kendime baktım. Aynı ruhsuz, boş bakışlar. Geri dönüşü olmayacak şekilde bozulmuştum, tüm motivasyonumu, yaşam sevinci ve enerjimi yitirmiştim. Daha fazla çukurlaşan gözlerimin çevresindeki mor, kara halkalar büyüror; kırışıklıklarım artıyor; uzamış ve bakımsız saçım, sakalım ağırıyor; yaşlanıyordum fakat yüzümde belki biraz hüzünlü de olsa durulmuş; görmüş, geçirmiş olgunluk ifadesi yerine; mutsuz, kaybolmuş, ölü ve mahallenin delisi bakıyordu aynadan bana.
Belki de biraz gidişatımdan kaygılanan Çağrı, her zamanki tatlı nezaketiyle,
“Ne ölümü, küçük şehirlerin büyük delileri olarak yaşlanıcaz daha.” demişti, bir keresinde.
Tanju da yine bir defa,
“Yaşadığımız şeyler, içinde bulunduğumuz şartların sonucu; bize heyecan verecek yeniliklere, en başından başlanacak çıkılmamış maceralara ihtiyacımız var.” demişti.
Sadece o mu? Herkes azar yemeyeceği güvenli bir mesafeden yardımcı olmaya çalışıyordu.
Bartu, “Biz daha ölmedik, tersimiz pis, terör, görmediler daha!” diyerek hayata dönüş operasyonları yapıyordu hem de inatla ve ısrarla.
Oysa benim girdiğim yörüngenin menzili belliydi, bu yolun dönüşü yoktu artık. Kaçırmıştım tüm çıkışları, boş çevirmiştim; kabalık ve kendini beğenmişlikle uzanan elleri. Dışarıda benim için yeni ve farklı bir şey yoktu işte, ‘aynı gökyüzü aynı keder’, hiçbir şey şaşırtamazdı artık beni. Acılaştım, uzaklaştım, yalnızlaşıp aptallaştım, işlevsizleştim. Ezbere bilinen, ucuz, sıkıcı ve acıklı bir hikayeye dönüştüm; ibretlik dahi değeri olmayan.
Bu sefer üşenmedim, yüzümü de yıkadım. Bira kapıp çocukların yanına vardım.
Tolga haklı olarak,
“Beyler, bu gece erken uyuyalım. Böyle yorgun gitmeyelim, nasıl olsa üç gün boyunca uyumicaz.” dedi.
Üçerli gruplar halinde dört koldan yayılacaklardı. Kazanmak için değil; eğlenmek, iyi oynamak, hakkını vermek için. Sonuna kadar hak etmişlerdi; çünkü bir defa bunu bir ayrıcalık olarak kimse sunmamıştı, kazanılmış haklarıydı ve burada Leviathan’ın güvertesinde bira içip balık tutuyorlardı.
Baktım, meslek hastalığı; her takva sahibi müminin ödevi olan tebliğ görevini icra ediyordu Murat. Tayfun, Cem, Bünyamin, Çağrı ve Veli etrafındaydı. Her ne kadar kalbini kırmadan sabırla dinlemeye özen gösterseler de aldığı mantıklı cevaplar ve alaycı tepkiler ve gülüşmeler hiç hoşuna gitmiyordu.
“Sen Cem’sin, MCÖ değilsin.” dediğini duydum, yanlarına giderken. Geri döndüm, gitara bakmaya.
“Zaten bir numara MCÖ, iki numara Veli; hepimizin beynini yıkadılar.” diye ciddiyetle yanıtladı Çağrı.
“Şapka,” dedi Veli, “takmadılar diye dedelerimizi astılar. Bi gecede cahil kaldık.”
Tanju karşıdan gelerek Çağrı’nın koluna girdi, ayağa kalkıp Onuncu Yıl Marşı’nı söylediler.
Muhabbet; köleci, kadın düşmanı, pedofili, çağ dışı, akıl ve mantıkla özellikle bugünün bilgisi ve bilimle uyuşmuyor, düpedüz sapıklık bu gibi yerlere gitmeden yetiştim. Murat’ı fabrika ayarlarına döndürmek belki olanaksızdı lâkin, kendine pencere açmak pekala mümkündü. Elimde gitarla dalgaların temposuna uyum sağlayarak ritmimi buldum ve önünde sallanmaya başladım. Anlamsız gözlerle bana bakarken eline tutuşturdum ve sallanmaya devam ettim.
Sallanırken kısa süreli bir sessizlik oldu, gözlerine bakarak şarkıya girdim:
“Önüme bir çığır geldi, bir ucu var şar içinde...”
Ben sallanırken onun gözleri parladı maziden, dudağının kenarında belirsiz bir bıyık altı gülümsemeyle. Eşlik etmeye başladı,
“A yallaya!” diyerek
Tutku ve Emrah karşıdan şarkıya katıldılar önce. Sonra Bartu ile birlikte etrafımda semah dönmeye başladılar.
Şarkının ‘Göl içinde çarka döner, susuzluktan bağrı yanar’ kısmında göğsümüzü dövmeye başlamıştık ki Emrah’la kol kola yukarı çıktık, yerde duran biralarımızı kaldırıp.
“Nasılsın yavru?” diye sordu, bana bir endüstriyel sigara uzatıp kendi de alarak.
“Gördüğün gibi.” derken ben, sigaralarımızı yaktı.
“Biliyosun, hepimiz senin yanındayız. Ne zaman istersen, araman yeterli.”
“Biliyorum başgan, aramızda teklif dahi yok. ‘Ama ardadaşlar iyidir’ dostlar sağ olsun.”
“Yalnız, afedersin Kürt.”
“Ya bu Tutku da inkar ediyo boyuna, Ermeni olabilir mi acaba?”
“Lan Kürt, sana Ermeni diyolar!” diye aşağı bağırdı.
Üzerine alınan Tutku atladı,
“ ‘Biz o Ermeni’yi dövmicektik yalnız!’ ”
“Benim de Kürt arkadaşlarım var, ben de lahmacun seviyorum. Yalnız onlar böyle senin gibi bölücülük yapmıyolar. Vatanına, bayrağına bağlı; kimliklerini yitirmiş, asimile olmuş, devletleşmiş ve utanmadan insan içine çıkan beş para etmez kişiler.” dedim.
Ben sigara doldurdum, o cin tonik getirdi, laf lafı açtı derken Cem elinde balıklarla geldi.
“Amnakodumun Yezit’i kuru kuru mu yicez bunu?” diye sordu Emrah.
“Bana bundan sonra amcık Yezit’i deyin.” dedi Cem.
Bir süre sessizlik oldu, kimse tepki vermedi.
Cem içki siparişlerimizi aldı,
“Ustam bi bira, bi duble rakı, bi kadeh şarap çeeeeek!” diye bağırdı aşağı.
“Gel kendin al amnakodumun Zürosu.” diye yanıtladı Tutku.
Emrah, “Ulan Yezit’in orospusu, rakılasana bizi!”
“Katliamda bir yaşındaki bebek can verirken, hastayım ayağına yatan mı bize su verecek?” diye sordum.
“Yedi gün su içmeyeceğim.” dedi Emrah.
Bu arada içkilerimiz de gelmişti. Cem,
“Sen şimdi bizimle gelmeyecek misin?” diye sordu bana.
“Hayır.” dedim, tek kelimelik bir kesinlikle.
Bu saatten sonra karaya ayak basarak ruhumu kirletemezdim. Rahmetli Tanju Okan da son demlerini suda geçirmişti, rahmetli Gazi Paşa gibi. Onların suya olan özlemlerini ve yönelimlerini çok iyi anlayabildiğimi, ucundan da olsa bir parça paylaşabildiğimi ve bu şekilde onlarla bir ortaklık kurabildiğimi düşünüyordum.
“Musa’yı bilir misin?” dedim.
“Hangi Musa,” diye sordu Cem, “Sow mu?”
“He o.” dedim. “Bi dolu kavmi attığı röveşata golleriyle peşine takan futbolcu. Yıllarca vadedilmiş topraklar diye çölde peşinde sürüklüyo insanları. O kadar zaman geçiyo ki topluluğun ihtiyaçları ve yönelimlerine göre bir şeyler uydurarak onları boş bi hayale inandırıp konsolide etmeyi beceriyo. Büyük topçu. Ona inanıp çaresiz yola çıkan insanlar ölüyo, hayatı bu yolculuk zanneden insanlar öğrenilmiş çaresizliği büyütüyo. Ama en sonunda İsrail’i buluyolar. ‘İşte,’ diyo, ‘te burası; sizin cennetiniz, kovulduğumuz ve vadedilen topraklar.’ O; cennete, İsrail’e ayak basamadan ölüyo. Çünkü Yehovası ona kızmış ve bununla cezalandırmış, görevini yerine getirip kenara çekiliyo.”
“Harbi delikanlımış usta.” dedi Cem.
“Peki kavmi napıyo MCÖ?” diye sordu Emrah.
“Abi, n’apsınlar, o toprakları işgal ve istila ediyolar; üstelik üzerinde yaşayan insanları hakir görüp ifitiralar atarak, bunu bir fetih şenliği ve kılıç hakkına dönüştürüyolar; bi şekilde kendilerini haklı çıkarıyolar. Bununla övünüyolar. İşin kötüsü, bütün ana akım dinler maalesef bu kaynaktan beslenip yaşadığımız medeniyeti kutsuyolar. David Bowie’nin şarkısında geçen hikaye de bu.”
Cem sordu,
“Hangi şarkısında?”
“Boş ver,” dedim, “Biz şimdi uyuycaz ve bi daha dışarı çıkmicaz, başka zaman anlatırım.” esneyerek.
Bulaşmıştı, Cem de esneyerek aşağı indi.
“Gübreler elendi” diyerek dümene geçti Emrah.
Ben aşağı inip bize Gentelman J şişesi ve iki bardak aldım. İçerken o, bizi Selimiye’den, Söğütköy Burnu, oradan Rodos’u geçip Yılan Adası’na, daha sonra Heybeli ve Gürmenli Adaları’nı geçerek İnceburun sırtlarına kadar getirdi. Oradan da Heybeli ve Kovanlı’dan sonra Başak Adası istikametine döndü. Başak Adası’na ulaştığımızda gün doğmaya başlamıştı.
“Burdan sonrası zaten Girne istikameti hem birazdan gün doğacak, kendi başıma hallederim, biraz uyu.” diyerek Emrah’ı yolculadım. Öğlene kadar geniş, geniş varmış olacaktık.
Doğan güneşi, ayağa kalkıp önünde saygıyla eğilerek selamladım. Gözlerimi kapatıp, kendimi başımı okşayan rüzgarın kollarına bıraktım. Derin bir nefes alıp kollarımı yukarı kaldırarak, parmak uçlarımda gerindim. Tabanlarımı yere basarken birer yay çizen kollarımı yüz seksen derece iki yana açtım, dizlerimle yaylandım birkaç sefer. Sonra bir kısa bir müddet hiç kıpırdamadan öylece kaldım. Hemen ardından bir duble viski doldurup kalınca bir sigara sardım.
7) Bilinen güvenli alanı terk edip keşiflerin sihirli çağrısına kapılıp karanlık ormana dalmak, ilk eşiğini geçmektir hayatın ve yelken açmaktır maceraya.
Kahraman, kendini gerçekleştirme yolculuğunda annesinden ayrılıp babasını aramaya çıkar. Asıl amacı geri dönebilmektir ve bu nedenledir ki babasının ayak izlerini takip eder.
Anne, parçası olduğumuz bildiğimiz dünyadır; baba ise öğreneceklerimiz, çözülecek gizemdir. Bu kişinin bireyselleşme çabasıdır.
Asıl amaçlanan, babanın yerine geçerek anneyle özdeşleşebilmektir. Bu yanlış anlaşılmaya ziyadesiyle açık bir ifadedir.
Esirgeyen ve bağışlayan, kahramanı maceraya hazırlayan müşfik anne sembolü doğanın kendisidir. Pekala; insanın doğayla ve içinde bulunduğu çevreyle olan ilişkisi, onun içindeki yeri, görev ve sorumlulukları, toplum içindeki kazanacağı konum, bütün bu ilişkileri ve oyunun kurallarını belirleyen otorite, öğrenilmesi gereken yaşama becerisi ve doğaya yaptığı darbeyle, zor yoluyla tahakküm kuran baba figürüdür.
Kavgasını verip hakları ve yeri kazanacağımız, olduğumuz kişiye dönüşeceğimiz yerde karşımıza çıkan; tüm kültür, gelenek ve kurumlarıyla babadır. Hakkında fazla şey bilmeyiz ancak bulmamız gerektiğini biliriz. Her ne kadar ona dönüşmeyeceğimizi iddia etsek de tüm yaptığımız onun yolda bıraktığı izleri sürmektir.
Bir noktaya gelindiğinde her şeyin karşıtıyla var olabildiği ve bunu kendi bünyesinde barındırdığını fark ederiz. Bu diyalektik, bizim şeyleri ancak öyle anlayabildiğimiz için değil; algıdan bağımsız bir şekilde kendindendir.
Yaşamın kendisi bu çelişkilerin dinamiğinde seyreder. Bütün bu saçmalıktan bir uyum, kaostan düzen yaratmaya çalışan bir denge arayışıdır insanın çabası. Bir sarkacın hareketiyle, dairesel yörüngedeki bir hareketin karakteri birbirinin aynıdır.
Kahraman kendi özerk bilincinde olma evresindedir fakat bilmediği çok daha fazlasıdır. İlk eşiği geçmiş ve doğası gereği maceraya yönelmiştir. Maceranın, yolculuğun kendisi olduğunu zaten söylemiştim. Deneyim sayesinde kavrayış keskinleşir.
Kahraman özerk bilincine ulaştıktan sonra, ona memleketten ve çocukluğunun tatlı seslerini anımsatan ve bildiğinden ve hatırladığından başka; onu zenginleştiren öteki benliklerin cezbine kapılarak anne karnına, babaya, sonsuzluğa ve tanrısallığa olan özlemini, kaynağa dönüşü başka insanlarda bulmak için onlara yönelir. İnsan hayatındaki ve bütün kahramanlık maceralarının adeti olan sevda ortaya çıkar.
Kahraman kimsenin cesaret edemediği serüvenlere balıklama dalan maceraperesttir. Macera yolculuktur ve yolculuk da sevgidir. Birey sevgidir, tanrı kavramı da bu nedenle sevgidir; sevgilerin en yücesi, aşkların en güzeli, aşkını ve benzersizidir.
İnsanın birey, bireyinse tanrı olabilmesi sevgiden geçer. Bu bir aydınlanma noktasıdır.
Artık daha açık konuşmakta bir beis yok. Burada salt cinsiyet yahut toplumsal kabullerden söz edilmiyor. Alışıldık, bilinen ve özerkleşene kadar yaşanan ortam dişildir; maceraya atılan adım erilliğin yoluna girmektir. Bunlarla cinsiyet, yönelim yahut bir at gözlüğü sunmaktan çok; anlaşılır basitleştirmeler amaçlanmıştır.
Anneye geri dönebilmek için önce babayı takip ederken kazanılan tecrübe aşktır. Sevda, öteki yüzü olan bütün çileleri ve azabı çekilir kılan ve anlamla buluşturan şeydir.
8) Yolda ilerledikçe ve tamamlanması gereken süreçlerin gereği yapıldıkça, her zorlu sınavın ardındaki ödül ve başarıyı tattıkça insan; yolculuğun sonuna yaklaşılmış olur. Deneyim hedefine güdülenmiş oka sırrı öğretir.
Başarana kadar engellerle mücadele edilir ve yenilgi; delirerek yok olmaktır. Birey olmak isteyen ve kendi kendini çözmek isteyen insana hayat, kendisinin kahramanı veya mahallenin delisi olmak arasında bir tercihi şart koşar.
Peki kahramanın yoluna boyuna taş koyan, onu ölümle imtihan eden tehlikelere atan, görünüşte sürekli ket vuran, macerasını tehlikeye atan, vazgeçirip yolundan döndürmeye çalışan, onu alıkoyan ve böylelikle kaderine hazırlayan; kıskanç ve engelleyici olan kimdir? Onu, kendinden var edip koynunda saklayan anneden başkası değil. Burada işler biraz karışıyor gibi gözükebilir ama her şey kolaylıkla anlaşılabilir. Çünkü anneye yani doğaya yönelim tehlikelidir ve yaşama güdüsünü veren baba otoritesi tarafından yasaklanmıştır. Zira esasında anneye dönmek, ölmektir.
En büyük hazinenin ve sırrın koruyucusu olan annenin, oburca yutan ölüm olduğunun farkına varır insan. Bu ilk etapta tanıdığı ve özlem duyduğu annenin bilinmeyen, korkutucu yüzüdür.
Babanın peşine düşen maceracı, son kavgasını onunla verip iktidarını yıkarak yerine geçmeyi arzular. Ona benzemeyen, kendine özgü, adil ve kahramanca düzeni tesis edebilmek için başkaldırır ve kafasının dikine giderek babanın yerini almak ister.
Işığın kendisi ve kaynağı olarak kahraman; acımasız ve iştahlı anne tarafından sarmalanarak yutulur ve bu bildiği yahut hayalini kurduğu şefkatin aksine boğucu ve öldürücüdür.
Yaşamı boyunca bu ana hazırlanmıştır. Sindirilip artıkları doğaya mı karışacaktır yoksa ölümsüzlüğü keşfederek yeniden mi doğacaktır? Bütün o karşılıksız veren el, buraya gelene kadar verilen amansız savaşların, zaferlerin, çilelerin, sevgilerin, acı ve kederin; neden ve sonucu budur.
Bu noktada anne aynı zamanda hem eş hem kardeştir. Eğer kahraman bunu kavrayabilirse anne onu yeniden doğurabilir çünkü sıla hasreti çektiği ve peşinden giderken onu ölümcül tuzaklarla sınayan anne, eş ve kardeş de aslında kendisidir.
Kendini dölleyen, doğuran ebeveyn, eş, özdeş ve kardeş ve doğan yavru olan; bunun sonucunda tüm hayatı yaratan ve tekrar üreten tanrı, kahramanın kendisidir.
O halde kendi sonuna, ölümüne ve ölümsüzlüğüne kendini kurban ederek varabilir. Sonsuzluk, yaşam döngüsünde yerini bulup parçası olmaktır. Kaynağa dönüş, kaynağa dönüşmektir.
Kahraman macerasında başarısızlığa uğrarsa eğer, tanrının öteki yüzü olan şeytana dönüşür.
Başımı kaldırıp biraz önce denizden çıkan güneşin doğum yeri olan ufka baktım. Eski günlerde avluda volta atarken kafamı kaldırıp gökyüzünü izlerken şimdi ne olduğunu dahi anımsayamadığım düşüncelere dalmışım gibi konuşmaksızın. Kaç yaşındaydım, beni huzursuz eden ve arayıp durduğum neydi, ne biliyordum ki acaba? Bir şeyleri sezmeye ve bir şeyler hissetmeye çalışıyordum. Çocuk bedeninde ümitsiz, huysuz bir ihtiyar ve henüz yaşlanmadan yetişkin dünyasında ve bedeninde sıkışmış bir çocuk.
Kimseyi arkada, kaybolmuş ve yalnız bırakamazdım. En azından delil bırakmalıydım geride, bunu yapabilirim diye düşünerek defterden sayfaları yırtmaya başladım. Her maddeyi ayrı ayrı uçak yaparak şarap şişelerinin içine yerleştirip mantarını tıkadım ve teker teker suya bıraktım. Artık gözlerimi kapatmaktan korkmuyordum, tüy gibi hafiflemiştim; en ufacık bir esinti bile beni taşıyabilirdi. Mucize suyun üstünde yürüyebilmek değildi, herkes yapabilirdi bunu kolaylıkla, ne olacaktı? Asıl mucize karanlıkta gözlerini açıp suyun altında yüzeye çıkmadan yürüyebilmek ve nefes alabilmekti, üstelik bu kadar hafiflemişken.
Bütün korkum, kaçıp saklanarak ataletimi sürdürme çabam beyhudeydi; oysa yüzleşmek ve kabul etmek, bildiğin aynaya bakmak kadar kolaydı. Aldanmış, boşuna yorulmuştum. Büyük buluşma, nihai karşılaşma gelip çatmıştı; ben korku içinde, yalnızlığa gömülmüş; kendimi kandırmakla meşgulken. Anlamı olan, değerli her şey yitip gitmişti; ölüp ölüp dirilten. Bildiğimi sandığım ve tutunmaya çalıştığım her şey buharlaşıyordu; gözün gördüğü her şey ışıkla şekil alırken. Eriyordum, silinip gidiyordum işte; birazdan tüm görkemi ve ihtişamıyla zirveye tırmanan güneş de alıp başını gitmek için yola koyulacak, tepe noktasına ulaştığı anda hem de. Kaybolup gidecekti, hiç var olmamış gibi; hem de tam altından tahtına oturup her şeye yukarıdan baktığında.
Terli, yanan alnımı; balta girmemiş insansız ormanların bilge, yaşlı ağaçlarının huzurlu ezgisini getirerek yumuşak dokunuşlarıyla okşayan hafif rüzgar; kulağımda uğuldayan deniz, yalçın dağlar ve yeraltından çıkarak denizlere ulaşma arzusundaki gürül gürül akan, el değmemiş derelerin bilinmeyen sözleriyle sarmalamıştı beni. Sakin derelerle, kutsal ormanlara hayat veren, yolu soğuk mağaralardan geçmiş taşınan topraklar, gizlediği cevherini paylaşıyordu cömertçe. Yaşam vererek mümkün olan olağanüstü tüm şekillerde çeşitlendirerek zenginleştiriyordu. Kulağıma çalınan ilk sesler bunlardı, suyun altında barış, huzur ve güven içinde yolculuk ederken doğup parlamaya, yanıp kül olmaya hazrılanan bir güneş büyüyordu sessizce. Başkalaşıyordu, eşsiz ve biricik olana değin; önce her şeyle benzeşiyor peşine özgünleşiyordu. Kendini bulana kadar korunaklı yerdeydi ancak kendisi olması için özgür olması da gerekliydi. Onu hareketsiz kılan, tutsak eden, sıkan paslı zincirlerinden kurtulmalıydı; her ne kadar beslendiği, onu büyüten bağları da olsa bunlar. Dışarıda kendini göstermesi için -içinde taşıdığı karanlıkta- bekleyen kocaman bir boşluk, sonsuzmuşçasına görünen bir evren vardı.
Başımı sudan çıkardım, Leviathan’a tırmandım. Hangi ara suya dalmıştım peki, ne kadar kalmıştım? Kim bilir?
Tayfa uyanmış, takımları çekmeye başlamıştı. Jilet gibi olmuşlardı. Tolga ile karşılıklı birbirinin façasını, yakasını düzeltirken birdenbire Veli,
“ ’This is a man’s world...’ ” diye parçaya girdi.
Sırası geldiğinde gömleğinin düğmelerini henüz iliklememiş Tanju,
“ ’L'uomo rincorre il potere ma lui non sa...’ ”diye eşlik etti.
Bu muhteşem düete Murat da bağdaş kurmuş şekilde gitarıyla katıldı, finali doğaçlama bir soloyla yaptı. Durduğu anda Veli,
“ ‘I feel good, I knew that I would, now...’ ” bağlantısını yaptı, avazından çıktığı kadar bağırarak.
...
Tanju haykırdı,
“ ’Allah'a, Kur'an'a, vatana, bayrağa ve silaha yemin olsun!’ ”
Veli,
“ ‘So good,’ ”
...
“ ‘Komünizme, faşizme, kapitalizme ve her türlü emperyalizme karşı mücadelemiz devam edecektir!’ ”
“ ‘So good,’ ”
...
“ ‘Tanrı türkü söylesin!’ ”
“ ‘I got you!’ ”
Tempo tutarak katıldığımız, hepimizi mest eden bu perfomans; Veli’nin keskin ve yakıcı çığlığıyla sonlandı. Hepimiz havaya girmiştik, ben de acayip gaza gelmiştim. Muazzam bir enerjiyle dümenin başına geçtim.
Her şey plana göre ilerleyip yolunda giderken, ansızın bir ak güvercin belirdi gökyüzünde. Baktım ki zeytin dalı yoktu ağzında; bulmaya mı gidiyordu, düşürmüş müydü yoksa? Nuh’un hayvanları gibi peşine takıldım düşünmeden. Zaten derinlerde, öteden beri bildiğin bir konuda, ne vardı düşünecek? Güvercin güven vermişti. Uzaklardaydı, çok fazla ışık vardı, seçilmesi güçtü ve boğazım kurumuştu. Tam olarak doğu istikametinde seyrediyordu, emin olana kadar gözümü ayırmadım. Artık gönül rahatlığıyla kendime içecek bir şeyler alabilirdim.
Öğlen güneşinin altında, sıcaktan kavrulurken en mantıklısının şarap olduğunu bilecek kadar uzun süre vakit geçirmiştim dostlarımla. Güneş tırmanışını tamamlayıp tepe noktasına ulaştığında, görmesem bile güvercini sürdürüyordum takibini. Derken trafiksiz, sakin ve durgun sularda ilerlerken, üç tane bot peyda oluvermişti karşımızda. Gülümseyerek el salladım,
“Canlarım benim, ne gerek vardı, zahmet ettiniz.”
Botları fark eden çocuklar ön tarafa ve köprüye, yanıma doğru birikmişlerdi.
Bilmediğimiz bir dilden konuşmaya başladılar.
Veli onları dinlemiyor, kolunu ileri doğru savurarak,
“Ğaziğamnıordanbeee!” diye karşılık veriyordu Leviathan’ın ucuna kadar gelmişti.
Güldük.
Konuşması bitince,
“ ‘Söylediklerin,’ ” dedim, “ ‘anlaşılmıyor. Üzerindekileri çıkar.’ ”
Tutku,
“Amnakoyim MCÖ.” dedi kızarak.
Çağrı ise umutsuz bir şekilde,
“Hepimizi öldürtücek oooooooof!”
“Benim çifte vatandaşlığım var, siz düşünün beyler.” derken Tanju sinirden kızarıyor, morarıyor, kararıyor sonra kireç gibi olup renkten renge giriyordu ancak olabildiğince soğukkanlı davranmaya özen gösteriyordu.
Emrah,
“Baksanıza gülüyo amnakodumun delisi. Biliyodum ben. Zaten ortalık karışık Doğu Akdeniz’de.” Sinirden ve gerilimden gülümsüyordu konuşurken.
“Beyler, sakin olun. Sanırım bi yanlış anlaşılma oldu. Halledicem.” derken yüzüm gülüyor, boş bakışlarımın yerini ürkütücü bir parlaklık almış ve ani hareketler yapıyordum. Saçım, başım dağılmış, yırtık, pırtık tişörtüm üstümde. Uykusuz, yorgun, çukurlaşmış, şişmiş ve küçülmüş, etrafı kapkara kan çanağı gözlerimle bakarken onlara; güvenden çok korku uyandırıyordum. Halim, tavrım, davranışlarım ve kılığımla tepeden tırnağa tekinsizlik akıyordu her yerimden. Çünkü kendime güvenim gelmişti ve her şeyden emindim.
“ ‘Hadi, cesaretiniz varsa gelin.’ ”
Tolga elini yüzüne kapadı ve “Hasiktir!” çekti.
Cem,
“Cevap vermeyin.” dedi, güçlükle duyulan cılız bir sesle.
Ben,
“ ‘Erleri,’ ” dedim, “ ‘ çekin, rütbeliler gelsin.’ ”
“Sikerler!” diye bağırdı Tayfun, telaşlanmıştı ve hepimizi denize dökebilirdi. “Böyle ölmek istemiyorum amnakoyim.” diye söylenmeye başladı.
Ona dönüp, “Sıkıntı yok, her şey kontrol altında.” dedim, “Şu anda diplomatik kanallardan iletişim kuruyoruz.” diye söyledim.
Bu sözlerim onu daha çok telaşlandırdı.
“Beyler ben iltica talebinde bulunucam, kusura bakmayın.” dedi, Bünyamin. Onun da canı sıkılmıştı.
Bartu,
“Yürü gidelim.” dedi ona, ardından “Alın bizi!” diye bağırdı karşı tarafa, öfkeli bir şekilde kollarını sallayarak.
“Alınıyorum ama; canım benim, buraya kadar geldiklerine göre zaten alınmış olucaz.” dedim.
Karşı taraf bu arada bir şeyler daha söyledi.
Onlara hitaben,
“ ‘Asıl siz halkın savaşçılarına teslim olun!’ ”
İlk başta şımaran Veli de suskunlaşmış, ciddileşmişti, baktım sigara yakmıştı. Murat’a takıldı gözüm; yere çömelmiş, ellerini başının arasına almış, bıyıklarını yerken öne geriye sallanıyordu.
Bu kadar ciddiyet bize fazlaydı ama ben konuştukça daha çok geriliyor ve ciddileşiyorlardı.
“İnanamıyorum,” dedim, “siz bu değilsiniz. ‘Kendimize gelelim lütfen,’ ‘neden bu kadar ciddisiniz?’ ”
Murat’a döndüm,
“Ulan Cicooo! Alla boş duranı sevmez, yürü bidondan kayık yapmağa.”
Çocuklara,
“Siz de yardım edin abinize bakiyim. Biri, omzu yırtık kırmızı tişörtümü getirsin. Kara zemin üzerinde, eşit düşey; kızıl, mavi, mor, pembe ve yeşil sütunlara bölünmüş karaciğer flamamızı göndere çekip dalgalandırma zamanı! İçki servisi başlasın. ‘Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz!’ ” diyerek motivasyon konuşması yaptım.
Bizi geri dönmeye zorlayan ‘kutsal kase’nin koruyucularıydı. Asla böyle bir şeyi kabul edemezdim. Geri dönüş yoktu, sadece irademiz dışındaki bir müdahaleyle sihirli bir kaçış olabilirdi ki gerçek hayatta böyle bir şey mümkün değildi. Ancak bu ölümden kurtulan kişiler, burada edindikleri deneyimle yeniden doğabilirdi. Hayatta kalanlar, bu bilgelikle artık bilinen ve bilinmeyen her şeyin üzerinde mutlak iradeye sahip birer ulak, rehber ve yol gösterici; özgür insanlar olabilirlerdi.
Konuşmaya devam ettim, “Lan olm, sanki cennetten geliyoruz? İnsanların açlık ve yoksulluktan siyanür içerek topluca intihar ettiği, kendilerini yaktığı, vurduğu; toplumun ilerici güçlerinin, aydınlarının, sanatçılarının, politikacılarının sindirildiği; kendini ifade olanaklarının engellendiği, savunma hakkının gasp edildiği; tarihin ve kültürün yağmalandığı, doğanın talan edildiği; diğer hayvanların, çocukların, kadınların, homoların, transların ve tüm zayıfların istismar edildiği; baştan aşağı dejenere, çürümüş ve pislik gibi kokan, kutsal saydıkları işe yaramaz, yüce değerlerine insanlığın ve tüm güzelliklerin kurban edildiği; insanın değersiz bir istatistik olduğu; Romanlar, Aleviler, Kürtler, Ermeniler gibi kendilerinden olmayan ve benzeşmeyen herkesin dışlandığı, ayrımcılık yapıldığı, rahatlıkla ve utanmazca nefret suçları işlenen, teşvik edilen; enkazda, göçükte ve buzdolaplarında ölülerin bekletildiği, cesetlerin sokakta sürüklendiği; barış ve insanca yaşamak isteyen pırıl, pırıl insanların bombalandığı, insanların otellerde vahşice yakıldığı; şafak operasyonlarıyla yapılan baskınlarda insanların kendi evlerinde infaz edildiği; ne diriye ne de ölülere saygı gösterilmeyen, korku ve güvensizlik ikliminin hakim olduğu yerlerden; adaletin ve tüm insani değerlerin hiçe sayıldığı, gencecik insanların sokak ortasında öldürüldüğü, işsiz kaldığı, açlığa mahkum edildiği, suça sürüklendiği; öfke ve nefret kusan, gözünü güç ve iktidar hırsı bürümüş, kendinden başkanı göremeyecek kadar kör olmuş, duyamacak kadar sağır ve asla anlayamayacak kadar aptal; hiçbir kanun ve yasayı tanımayan ve hepsinin üzerindeki bir barbarlıktan; köle pazarlarında satılan insanların arasından, sınırlara ordu gibi dizilen, yurdundan yuvasından koparılıp savaşlara ve sömürü olan kaderlerine terk edilen insanların arasından; böyle bir dünyadan geliyoruz. Yok mu artıran?”
Sercan yerden gitarı kaldırdı, göz göze gelip gülümseyerek başlarımızla hafifçe selamladık birbirimizi ve tek kelime etmeksizin anlaştık gözlerimizle. Başladık çalıp söylemeye,
“ ‘In the town where I was born...’ ”