Hint Okyanusu üzerinde ve Madagaskar’ın doğusunda yer alan ada ülkesi Mauritius’un anavatanı olduğu kabul edilen Dodolar’dan ilk olarak 16. yy sonlarında Hollandalı Denizciler bahsetmiş. Güvercin kuzenleri gibi çeşitli maharetleri olmadığından insanlar tarafından evcilleştirilip bakılmamışlar. Kendiyle özdeşleşen, adlarını verdikleri Dodo Ağacı meyveleriyle beslenen bu canlılar; düşük rakımlı ormanlar ve küçük tepecikleri kendilerine mesken tutmuşlar. Uçamasalar da ki; efendimiz de uçamazmış; kimseciklere bir zararı olmadan, kendi hallerinde yaşayıp giden, bir metre boylarında ve yirmi kilo ağırlıklarında olan bu arkadaşların korku duyguları olmadığından ve gördüklerinde yadırgayıp kaçmadıklarından dolayı bu sıcakkanlı dostların; onlarla karşılaştıklarında onların aptal olduklarını düşünen insanlar tarafından kolay yemek olarak görülmeleri sonucunda 17. yy sonlarında nesilleri tükenmiş. Son Dodo öldüğünde insanlık; ‘mavi gözlerinde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar’dı ona. ‘Bir ağaç’ı kalmış yadigar, ‘tek ve hür, ve bir orman gibi kardeşçesine.’
Peki ben buraya nasıl geldim? Şu bir gerçek ki son üç senede daha çok delirdik. Soyu tükenmiş bir tür olarak belki de asıl soru biz bu hale nasıl geldik olmalı? Biraz geriye gidersek; Çağrı Kale’den, İstanbul’dan Emrah’ı alan Tutku Cezayir’den, Tanju zaten o sıralar Keşan’daydı, Cem ise Edirne’den gelmişti.
Hiç zamanda yolculuk yapmadım ama en iyi fikirlerim zaman yolcuları tarafından çalındı, bırak uzay seyahatini daha dünyayı bile gezemedim ama spermlerim uzaylılarca çalınmış olabilir, bilemezsiniz yolda yürürken bazen tepenize cam da düşebilir.
Bir ben kolay yetişmiyor. Gerçekten buralara gelene kadar ne badireler atlattım, hangi yanlış yollar, kaç zorlanan çıkmaz sokaklar; bedel ödedim ayol, yılan yedim, yılan; mesela yani; yine de geçtiğim sokaklar her zaman için güllerle bezenmiş değildi? Her seferinde kaybolduğumda bunu kabul edip kucakladım.
Bir noktaya takılıp kalmıştım, debelendikçe daha çok dibine çekildiğim bataklığın içinde. Belki de artık daha fazla çabalamanın bir anlamı yoktu. Elimde bir adet olmak üzere sınırlı sayıda üretilmiş olan film pek çok yerden kopmuştu zaten. Kayıt silinmeye başlamıştı bile, ‘i’m too old for this shit’ idi işte, ötesi yok. Zaten belirli bir kronolojik sırada akan görüntüler çekilmez olan hikayeyi hepten katlanılmaz bir hale getiriyordu. Biraz da belki yüzleşmekten kaçındığımdan, sürekli dikkatim dağılıyordu ve aklıma başka şeyler geliyordu. Kalabalık kafasını çevirirdi ancak ben bakmak zorundaydım.* Bir defaya mahsus olarak yaşadığım bu hayattan yeterince sıkılmıştım zaten ve o anda, orada takılıvermişti kaset.
Bundan üç sene önce, henüz it gibi çalışıp doğru düzgün para kazanamadığım ve insan gibi yaşayamadığım işimden çıkarılmamışken, sevgilimin iş nedeniyle Almanya’ya gitmesi gerekmişti. Kendisiyle gurur duydum, sonuna kadar destekleyip cesaretlendirdim, ellerimle yolcu ettim. “Bizim için sevgilim,” demişti “bizim için.” “Sizin için, insan kardeşlerim,/ Her şey sizin için;” diye başlayan şiiri hatırladım.
İşten Vedat diye bir arkadaşım vardı, kaba taşeronunun şefiydi. Fırsat buldukça düğün ve saatlerce halayların çekildiği saykodelik videolar izlerdi. Bir keresinde bana İmad Selim’in bir canlı performansını izletmişti. Kan ter içinde soluksuz ve sonsuz halayda transa geçmiş insanlar ortada dönerken, ortamı ısıtmaya devam ettiği köşesinde, yanında birkaç insanla beraber sanatını icra ediyordu. Yanındakilerden son derece şık, takım elbiseli biri elindeki Jack şişesini kafaya dikmeye kalktığında ondan daha yaşlı olan ve beyaz başörtülü hemen arkasındaki bir kadın, şişeyi elinden alıp buna mani olmaya çalışıyordu ancak bizimki muvaffak oluyordu yine de.
“Peki,” diye sormuştum “ne anlatıyor bu şarkı?”
“Çocukları bırakıp Almanya’ya gidicem...” diye çevirmeye başlamıştı.
“Hadi ya,” dedim şaşarak “Sevdam da gidiyo iş dolayısıyla?”
Gülmüştü.
Dertleşirken olanları yazdığımda Cem,
“Aynen böyle mi dedi, yani tam olarak ‘bizim için sevgilim’ mi dedi?”
“Ya be!” dedim.
Cem okulu bitirmişti, gelecek planı yoktu. Oyalanmak için yaptığı birkaç geçici iş dışında meşgalesi de yoktu. Şaşkın bir vaziyetteydi. Kafacığını planlar yapmak için hiç yormaz, belki kendine de izah edemeyeceği veya bununla hiç uğraşamayacağı refleksif kararlar alır, talihsizliğini de buna katık ederek ve salaklar tarafından ona yapılan aptalca önerileri de harmanlayarak, kaygı, üzüntü ve kahkalarla; seksen ve dokasanların Amerikan filmleri tadında anlatılacak hikayeler yaşardı.
O zamanlar, buralardaki en iyi müzik yapan iki gruptan biri sahnedeydi. Henüz tüm kalelerimiz düşmemiş, kamusal alanlarımızı kaybetmemiştik. Eğlence anlayışı değişmemiş, son kalan yerler de değişen müşteri profilinin işgali altında değildi. Her şey gözümüzün önünde o kadar hızlı cereyan etmişti ki biz neye uğradığımızı şaşırmıştık. Önce meyhanlerden başlamışlardı, hemen hepsi pavyona dönüşmüştü. Sonraki adım oturup bira, kahve, çay içip sohbet edebileceğiniz kafebarların kapanması, kalanların türkü bar, pavyonlaşması oldu. Ardından sıra canlı müzik mekanlarına geldi. Biri pijamacı oldu. Öteki halı saha takımımız Pinokyo Floyd ML ile olan maçtan sonra bir daha kendine gelemeyip pavyona dönüştü. Burası da tanınmaz haldeydi artık. O zamanlar yağlı saçlarımla bira içip tepinmeye gittiğim yer; şimdi fasılcı, popçu insanların süslenip avlanmaya çıktığı, gergin insanların bulunduğu samimiyetsiz bir ortama dönüşmüştü. Toplum, kuşak, eğlence anlayışı tümden değişmişti. İnsan müdahalesiyle bir türün daha doğal yaşam alanı talan edilmişti. En azından öncesini de tecrübe etme fırsatı olan nesildendik, bu da bir şeydir belki.
Birlikte içki içip, müzik dinlemek için buluşmuştuk. Büyülenmiştim. Bu esmer, ufak tefek, dünyalar tatlısı, şeker kızda beni karşı konulması imkansız bir şekilde çeken bir şeyler vardı. Sevecen, dost canlısı, tatlı dilli, hoşsohbet ve komik hanımkızımız; aynı zamanda kendine sunulanı reddedip aşmış, maceracı, çılgın, akıllı, açık fikirli ve biraz çatlak olmasının yanı sıra; harika bacaklara ve muhteşem kıvrımlara sahipti. Kuş gibi cıvıldarken gözlerini kırpıştırdığı her seferinde korkar; nasıl yaptığıma şimdi bile aklım ermez, zor tutardım kendimi; öpmemek için yüzündeki benlerini.
İlk buluşmamızda da o gece ve aslında her zaman olduğu gibi son derece şıktı. Çoğunlukla kuzenlerimin aldığı on, on beş senelik kıyafetler sayesinde kendime göre bir giyim tarzım olmuştu ama benim zerre anlamadığım bu işten kendisi gerçekten anlıyordu ve acayip havalıydı. İlk buluşmamızda biraz yadırgamıştı ama; o kahve söylemişti, ben bira.
Kısa süre içinde cezbine kapılmıştım; inananlara göre kader, bana göreyse tarihsel bir zorunluluktu. Okulda işler iyice boka sarmıştı ve hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Her gün derslere girmek için okula gidip kantinde otururken fakültenin muhtarı oluvermiştim ancak artık başka bir motivasyonum vardı, onu görmek için; onun ders programına göre gitmeye başlamıştım okula. Ben artık her şeyi ona anlatmak, onla paylaşmak için yaşar olmuştum ve konuşma zamanlarımızı iple çekiyordum. Konuyu bir türlü bağlayamazdık, laf lafı açardı, saatlerce uykusuz kalırdık ve bundan inanılmaz keyif alır, hiç şikayet etmezdik. Sonsuz teşekkür döngülerine girdiğimiz vedalaşmalarımız bile normal sohbetlerden uzun sürerdi, çok nazikti. Ben bir ahlaksız teklif olarak ayrıca rica eder, üstüne “İyi dans eder, ısrar ederim.” derdim. Çabucak ısınmış, kolaylıkla alışmıştım ve bu beni ölümüne korkuturdu.
O ise dikkatimi çekmek için bir sene peşimden koştuğunu ve beni gördüğünde çişinin geldiğini söylerdi. Tanışmak için, bir yılın sonunda; tüm cesaretini toplayıp kantinde yalnız başına oturup kitap okuduğum masaya geldiğinde, ürkekçe;
“Burası boş mu, oturabilir miyim?” demişti. Gözleri parlıyordu ve aslına bakarsanız fıstık gibiydi.
“Tabi.” dedim, hemen ve kafamı öne eğip okumaya devam ettim. Sonra bunun kaba bir davranış olduğunu fark edip ona kahve ısmarladım. İşte böyle tanışıp konuşmaya başlamıştık. Fazla kalmamıştı yanımda ancak zamanın da nasıl geçtiğini ilk o zaman anlayamamıştım. O zamanlar çok sarhoştum ve kendi bohem yaşantım ve nihilizm denizinde; bana aslında kendi 68’ini arayan kayıp hippiler olduğumuzu hatırlatmıştı.
İki gruptan birinin sahnede olduğu o gece diğer grubun solisti Nuri de dinleyenler arasındaydı ve selam vermek için masamıza uğramıştı. Bana sarılıp,
“Ben Murat Can’ı çok seviyorum ya!” demişti.
Sevda da,
“Ben de çok seviyorum.” diye sarılmaya başlamıştı bana.
Grup da Ah’ı çalmaya başlamıştı Duman’dan ve biz de dans etmeye başlamıştık. O, kendini bıraktığı kollarımın arasında sıkıca sardığım ve bana sıkıca sarılan minicik kız uzamış; benlerinin olduğu o güzel yüzündeki, nefesini tutup yumduğu irileşmiş, parıldayan kahve rengi badem gözlerini bana dikmiş, yaprak gibi ürperen ve deprem gibi titreyen bedenini bana yaslamış ve beni ilk defa o zaman, orada, öylece öpmüştü işte.
Gece boyunca öpüşmeye devam ettik, ben onun yanaklarını, yüzü ve boynundaki benleri öptüm, başını göğsüme yasladım, saçlarını öptüm, okşadım. O da öptü beni, defalarca uzun uzun öpüştük. Ayaklarımız yerden kesilmiş, bulutların üzrerinde süzülmeye başlamıştık, o kuğu gibiydi. Tamam, biraz da götünü ellemiş olabilirm belki. Oradan çıkıp yürüdük. O gece kalacağı arkadaşının evini bulalım derken; yolda kim bilir kaç defa kaybolduk, adresin nişanı olan A101’i bulana kadar kim bilir hangi sokaklardan geçtik? Yol boyunca iştahla birbirimize sarılmaya ve öpmeye devam ettik; hatta kapının önünde de uzun uzun vedalaştık. Hava buz gibiydi, yolumuz uzundu ama o sıcacıktı ve yanında olmak beni de ısıtmıştı. Gözlerim doluyordu mutluluktan. Ertesi sabah ailesini ziyarete gidecekti, ona
“Tamam, onlar senin ailen, elbette onlar da seni özlüyor, onlarla da görüşeceksin ama ben de çok özlüyorum. Git, özlem gider ama çok kalmadan gel.” demiştim.
Yedi kardeşin en büyüğü olan bu Küçük Diktatör, aynı zamanda ailesinin de gurur kaynağıydı. Yobaz çevre ve akrabaların mahalle baskısına karşın güven ve kararlılıkla duruyorlardı arkasında. O da utandırmamaya çalışıyordu onları, layık olmaya çalışıyordu buna. Daha doğduğu anda fark etmişti, buraya ait değildi ve başka bir dünya mümkündü. Belki nasıl olacağını tam olarak bilemiyordu ama böyle olmayacağı da kesindi, gerisini yaşarken öğrenecekti zaten, o zaman düşünürdü.
İnatlaştığı ALES’e her defasında çalışmadan giren ve bu nedenle yarım puanla kaçıran Çağrı’nın yüksek lisansı da sakız gibi uzamıştı. Kendisi aynı kalsa da iradesi dışındaki koşullar değiştiği için aynı şekilde yaşamaya devam edebilmesi güçleşiyordu ve bu da onun canını sıkıyordu. Küsmüyordu yine de devam ediyordu takılmaya. Cem’in yazdıklarıma gülmesinden sonra,
“Dayı, hani vatandaşlık, çalışma izni filan, onlar için olabilir yani.” diye beni alternatif, matıklı bir açıklamayla teselli etmeye çalışmasının üzerine;
“O işler öyle kolay diil. En az bi üç - beş sene sürer o. Bu arada bi de çocuk patlatırlar.” demişti buz gibi.
Cevabım, “Ooooooof” oldu.
İçim yanıyordu ve bu doğruydu ama ben bir anlam veremiyordum. Sevmekten başka ne yapmıştım? Her şeyi düşündüm, hepsini, baştan sona; sayısını unuttuğum defalarca ve bunun sonucunda göremiyordum, bilemiyordum; neydi şuçum, neredeydi hatam? Kafamı duvarlara da vursam, elbiselerimi de parçalasam, kendimi de yumruklasam, öküz gibi bayılana kadar tir tir titreyip böğürerek de ağlasam çıkamıyordum işin içinden.
İlk önce iş sebebiyle yalnızca bir haftalığına diye gitmişti. Sonrasında bana,
“Burda çok iyi bi iş imkanıyla karşılaştım.” demişti.
Dediğine göre daha az çalışıp, daha çok kazanacak, üstelik aynı zamanda bu yeni iddia onu daha çok zorlayıp mesleki yetkinliğini artıracaktı. Bunları bana söylerkenki heyecanını duymalıydınız. Ülkemizdeki meslektaşları, en iyi puanları çıkarıp kazandıkları bölümden mezun olduktan sonra; işsiz kalıp, istemedikleri başka işleri yapmak zorunda kalırken; karşısına çıkan bu fırsatı değerlendirmemek aptallık olurdu. En az onun kadar heyecanlanmıştım ve coşkusunu paylaşıyordum, hem,
“Yalnızca bir senelik. Bizim için sevgilim.” demişti.
Ben de çalışmaya başlamıştım hem, sonra bu bir yıllık hasretin ardından sonsuza dek mutlu yaşayacaktık. O bu denli istekliyken, onu gerçekten seven sevgilisi olarak desteklememek ancak; kendine güveni olmayan bencil, kıskanç insanların yapabileceği bir şey olurdu. Yalnız altı ayda bir de olsa yurda dönme imkanı olmayacaktı. Koca bir ömür göze alındıktan sonra bir yıl nedir ki, kolaylıkla gözden çıkarılabilirdi?
Bu bir yıl boyunca nadiren kısa süren görüntülü konuşmalarımız, yoğunluğundan dolayı seyrekleşen yazışmalarımız olmuştu. Belki daha çok kazanıyordu ama kesinlikle daha az çalışmıyordu; sonra kazancı ülkemize nazaran nispeten daha yüksek de olsa, yaşam şartları ve giderleri de ona göreydi.
Birinci yılın sonunda,
“Efendim?”
“Sevgilim nasılsın?”
“İyiyim cgküs. Sen nasılsın?”
“Seni özlüyorum, sesini duyunca daha iyi oluyorum.”
“Bak sen, demek öyle?”
“Öyle ya, ne sandın topraam?”
“Yalan yapıyosun.”
“Asla böyle bi şeyi kabul edemem. Cam gibi bi kalp paramparça.”
“Boş yapma.”
“Kalbimi kırarsın.”
“Aferin, akıllı olucaksın. Böyle olursun işte.”
“Anlattır bakalım, hiç anlattırmıyosun. Keyfin, sağlığın nasıl, ne var, ne yok, işler güçler nasıl gidiyo?”
“Cgküs,” dedi “Burda işler biraz değişti.”
Meraklanmıştım, “Hayrolsun,” dedim “bi sorun yok ya? Kötü bi şey olmadı mi? Biliyosun elindeki tostu ısırarak seni korkutan koca köpeği; elini kaptı sanıp az daha ısıracaktım.”
“Yani,” dedi; bu bir saniyeden kısa arada ben, bilinmezliğin verdiği korkuyla deliye dönmüştüm bile; “aslında tam olarak öyle değil.”
Telaşla “İyi bil şey mi, kötü bi şey mi?” diyerek üsteledim.
O bazen bana “Deme öyle, deme, deme.” derdi, “Sen öyle söyleyince ben çok kötü oluyorum.”
Böyle dediği zamanlarda gerçekten anlayamazdım ve sorardım,
“İyi anlamda mı, kötü anlamda mı?”
“Aslında iyi bi şey.” dedi.
Bir “Oooooh!” çektim. “İşte şimdi seni dinleyebilirim. Bana bunlarla geliniz, benim daha çok hoşuma gider.” dedim.
“Şey... Yani...”
“Evet, kulağım sende.”
“Ya burda daha iyi bir pozisyon açıldı. Beni de tanıyolar, e ben de bu işi kıvırıyorum. Memnunum da, sonra onlar da benden memnun. İşte dediler çalışmak ister misin?”
“Terfi mi alıyosun yani?”
“Yani, onun gibi bi şey.”
“E, o zaman bu iyi bi şey.”
“Tabi. Öyle de,”
“O zaman bunu kutlamalıyız.”
“Ben de hayır demiyorum, kesinlikle hayır demiyorum ama biraz düşünmeliyim dedim.” Sevgilim Gumball’dan alıntı yapmıştı.
“Peki,” dedim “seni düşündüren, kafana yatmayan kısım ne?”
“Aslında kafama yattı, hoşuma da gitti ama senle konuşmak istedim.” duraklıyordu ama araya girmiyordum, devam etti,
“Sevgilim, bir sene daha burda kalmam gerekecek... Yine gelemicem ama... Ama bizim için sevgilim.”
“Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi? Dert ettiğin şeye bak!” derken yıkılmıştım, hayal kırıklığına uğramıştım, zor konuşuyordum ama “Ekmek kavgası, sayılı gün.” diye ekleyebilmiştim. Onu gerçekten çok seviyorum, iyi olmasını istiyordum ama özlemi dayanılmazdı. Bencil bir pislik değildim ama kendimi berbat hissediyordum.
“Tamam o zaman cgküs, kapatmam lâzım, sonra gene görüşürüz olur mu?” deyivermişti.
“Öpüşmek üzere sevgilim.” dedim. “Yiyişiriz, sevişiriz.” böyle kapardım çünkü telefonları.
O ise eskiden bana “Göt!” derdi, “Hadi kapat telefonu!” derdi. Bu defa dememişti.
Yazışmalarımızın daha da seyrelip, kısaldığı ve yüzeyselleşerek tekdüzeleştiği bi yılı daha ardımızda bırakmıştık. O ya hep bir yerlere geç kalmış veya yetişecek olurdu, bazen de ikisi birden. Sürekli yoğun ve meşguldü, çok yoruluyordu ama bırakıp kaçmak yerine başladığı işi bitirecek kararlılıktaydı. Ona olan saygım bir kat daha artmıştı. Hep böyleydi, her zaman için işler pisleşse, çirkinleşse bile arkada yarım iş bırakmazdı. Bu disiplinine hayran olmamak mümkün değildi.
Okurken de saatlerce çalışır, bu nedenle doğru düzgün okula gidip derslere giremez, sınavlara hazırlanmaya çok az zamanı kalır, sağdan soldan notları bir şekilde toparlar ve sınav haftaları bile akşamları içmeye gidebilirdi. Üstelik okulunu bu şekilde; uzatmadan, tam zamanında ve iyi bir ortalamayla bitirebilmişti de. Takdir etmemek, şaşa kalmamak mümkünsüzdü. İşte böyle Biyomedikal Mühendisi olmuştu.
Benimse tam yedi yılımı almıştı mezun olmak. Hayatıma girmesiyle kendimi işe yaramaz hissedip okulu bitirme kararını alana kadar; doğru düzgün sınavlara bile girmeden, göz açıp kapayana dek, hiçbir şey anlamadan geçmişti dört sene. Sınav günleri kantinde oturup tek kişilik boykot yapar, arkadaşlarıma da
“Anlaşılmam belki elli, belki yüz seneyi alacak ama tarih beni haklı çıkaracaktır. Ben bugün üzerime düşen bu tarihsel misyonu yerine getiremezsem, yarın kimsenin yüzüne; kimseleri bırak aynaya bile bakamam.” derdim.
Veya girdiğim ender sınavlarda, kağıda imza atmadığımı gören ve uyaran gözetmenlere, gülümseyerek “Siz doktor değilsiniz.” diyen Cüneyt Arkın edasıyla,
“Hocam, ben boş kağıda imza atmam.” derdim.
Bir kadınla tanıştım, bir karar aldım ama beklediğim değişim tam üç senemi almıştı, ‘gelecek uzun sürer’di. Önce fakülte muhtarlığından istifa edip sine_i millete dönerek; okula gidip derslere girmeye, sonra büyük bir ciddiyet ve katılıkla ders çalışmaya başladım. Muhtarlığa kayyım atandı. İlk sene neredeyse hiç ders veremedim ancak bu beni yolumdan döndürmedi, havlu atmadım. Ertesi sene neredeyse yeni hiçbir şey öğrenmeden ama ipi daha sıkı tutarak aynı dersleri verdim. Sonra iradem dışında; bir ders programını bile ayarlayabilmekten aciz, beceriksiz ve beyinsiz mühendis sıfatlı hocalarımın azizliği, üzerine açılır açılmaz kontenjanları kapanan ve başlamadan biten bir yaz okulu macerası ardından daha da katılaştığım ve annemin bile,
“Yeter artık, çalışma.” deyip sonra “Bugünleri de mi görecektim?” diye ağlamaya başladığı, benimse
“Tamam, boşver, siktir et okulu, koy götüne derslerin.” diyerek güldüğüm üçüncü senenin sonunda lisans eğitimimi tamamlayabildim.
Ruhsal ve bedensel olarak çok zorlandığım bu sürecin sonunda daha disiplinli, titiz ve gerçekten mühendislik ve mesleki anlamda bir şeyler öğrenmiş olarak bu defteri kapatmıştım. Bu arada benden asla ümidini kesmeyen annem; birkaç hayati tehlikeyi başarılı operasyonlar sonucu atlatmıştı ve bunlar eğitim hayatıma sekte vursa da asla bahane edip dilencilik etmemiş, kimseye bundan söz etmeden, daha çok çalışarak telafi etmeye çalışmıştım. Hocalarım da gerçekten çabaladığımı görmüş ve onlar da bu ipsiz, sapsız, ‘okumağa niyeti olmayan’ serserinin dönüşümüne şaşırmıştı. Ama dostlarım; gerçekten varolsunlar bazen benden bile çok sevinerek, sonuna kadar desteklemişlerdi beni ve ellerinden gelen yardımı asla esirgememişlerdi. Kendimi çok zengin hissetmiştim. Bir teşekkür bile beklemeyen ve işini gücünü bırakan insanlardan söz ediyorum.
Bana yaşam öpücüğü veren sevgilim de çok mutluydu bu durumdan ve takdir ediyordu beni. Yalnız bazen benim bu kadar sıkı ve disiplinli çalışmak zorunda olmamı anlayamıyor, ondan uzaklaştığımı ve eskisi kadar sevmediğimi, bu nedenle onu ihmal ettiğimi düşünüyordu. Bunu ona açıklamak zordu çünkü onun on parmağında on marifet ve bunun bir ayrıcalık olduğunun farkında değildi. Benimse bugün onla görüşmek için yarın daha fazla çalışmam, haftasonu etkinliği içinse bütün hafta köpek gibi çalışmam gerekiyordu, başka türlü yapamıyordum.
“Ananemin evi boş, orda kalırız.” demişti Çağrı, lafı değiştirip daha ne denebilirdi ki zaten?
Kanlı, canlı en son Veli’nin düğününde gördüğümüz Tutku altı ay sonra izne geliyordu ve bu kısıtlı süresini bizle harcamaya karar vermişti. Eğer bu sınırlı zamanını alemlerde kızlarla, nerde akşam orda sabah, vur patlasın çal oynasın değerlendirse; bu onun bizi daha az sevdiği ve özlediği anlamına gelmezdi ve içimizden hiç kimse böyle düşünmezdi ancak bizi tercih etmişti. Bütün masrafları çekip, elimizi cebimize attırmamıştı.
Birkaç kez, “Ayıp olmasın, sembolik de olsa arada biz de ödeyelim.” dedimse de dinlemedi, beni tersledi.
Cezayir’de çölün ortasında medeniyetten uzak bir enerji santrali şantiyesinde çalışmaya başlamıştı. Her gece köpekler gibi içip, her sabah erkenden işbaşı yapıyordu. Araplar bazen kampa baskın yapıp içkilere el koyuyordu ve içkileri mühimmat gibi bir masa üzerinde topluyorlardı ama bunun bir caydırıcılığı yoktu. Bize ne söylediği hakkında en ufak bir fikri olmayan Koreliler’e ağız dolusu sövdüğü videolar atıyordu arada. Orada çok bunaldığı, medeniyeti ve bizi çok özlediği çok belliydi ancak buna katlanmak için geçerli sebepleri vardı. Zaten kapitalizmde kimse mecbur olmasa çalışmazdı. Aradan geçen zamanda artan beyazlarıyla kırlaşan saçları apayrı karizmatik bir hava katmıştı ona.
Benimse gideceğim belirsizdi çünkü, nenem ve dedem tekrar bize gelmişlerdi ve bıraktığımızdan daha kötü haldelerdi, üstelik üşütmüşlerdi. Önceki sefer de onları bakamayıp hasta eden dayım; onları tekrar alıp işlerin içine sıçmıştı yine. Teyzem de ayıp olmasın diye kısa bir süreliğine idare edip üzerimize atmıştı insancıkları. Yaşlılarda da suç vardı; bizim, aslında daha doğrusu annemin bakım ve gözetimiyle düzelttiğimiz insanlar; şımarmış, kanmış ve aynı hatayı tekrar ederek, bize rağmen onla ve ruh hastası eşiyle kalmayı tercih etmişlerdi. Yalnız başına hayırsız evladını okutmaya çalışırken onlarla daha iyi ilgilenebilsin diye emekli olan annemi bırakmışlardı. İşe yaramaz dayımın parası ve imkanları da bir işe yaramamıştı ve teyzemin üstüne atıp kaçmıştı. Teyzem de çakaldı. “Aynı hatayı tekrar ederseniz beni bulamazsınız.” diyen annemse enayi değildi belki ama merhametliydi. Hayatındaki gelişmeleri, sözünü, her şeyi çöpe atmıştı. Sonunda emekli olmuş, hayırsız evladı mesleğini eline almış, feragat ettiği yıllarının üzerine biraz rahat etme sırası da ona gelmişti, bu cennet ve cehennemin olmadığı tekrarsız hayatta.
“İnanmıyorum Murat Can, sen bu değilsin.” demişti Tanju, toplantı için buraya geldiğinde; bu sefer genellikle yaptığı gibi bana heber vermeden bilet yaparak döndüğü gibi kereler gibi olmamıştı ve “Senin u dediğinden dünyada kalmadı.” diye de eklemişti.
Solgundum, küskündüm, içimden hiçbir şey yapmak gelmiyordu. Mecbur kalmadıkça dışarı çıkmıyordum ve basit ev alışverişleri için bile annemle kavga ediyordum veya ölü taklidi yapıyordum evde. Dışarı adımımı attığım anlarda ise başım dönmeye başlıyordu, kafamın içinde bir uğultu. Eskisi kadar içemiyordum. En son bir yudum birayı ne zaman içtiğimi hatırlayamıyorum bile. Dalgın bir şekilde boşluğa bakıyordum, konuşmaları takip edemiyordum. Altmış üç kiloya kadar düşmüştüm, gerçek anlamda kemiklerim sayılıyordu. Hiç bu kadar zayıflamamıştım, yetişkin bir suratıyla yedi yaşında bir çocuk bedeninde değil de sanki; son çare olarak bedenini ölüme yatırmış devrimciler, kıtlıktan değil de yoksulluktan yemek bulamayan çocuklara dönmüştüm. Normalde biri sabah, biri akşam olmak üzere günde iki defa sıçan ben, bazen günde bire o da gece yarılarında düşmüştüm.
“Kesin çok meşgul, ondan kabul etmedi.” diyordu Tanju.
Sevgilim açık olan bazı sosyal medya hesaplarını kullanmıyordu biliyordum, bazılarını da sanırım kapatmıştı zira aramalara çıkmıyordu, bulabildiğim hesaplarındaysa istek gönderildi yazıyordu.
En son ikinci yılın sonunda haber alabilmiştim. Kısa ve özdü.
“Sevgilim, nasılsın?”
Uzun zamandır sesini duymamıştım ama bu bahar habercisi kuş cıvıltısı bir an olsun yalnız bırakmamıştı beni.
“Seni özlüyorum, sesini duyunca daha iyi oluyorum. Biliyosun, benim hayatımda maceraya yer yok, ya sen?”
“Koşturuyoruz işte, canım çıkıyo ama her şey yolunda.”
“Benim daha çok hoşuma gider. Canım sevgilim, seni çok özlüyorum.”
“Deme böyle, deme, deme. Sen böyle deyince ben çok kötü oluyorum.”
“İyi anlamda mı, kötü anlamda mı?”
“Aslında öyle demek istemedi.”
“Ne demek istedi, orospu çocuğu gibi bi şey mi?”
Canlı yayın küfür: sessizlik oldu, eskiden de bazen böyle olurdu. Sevgilim bir şeyler söyleyecek olurdu ama lafa nasıl gireceğini bir türlü bilemez, cesaret edemezdi. Ben bu zamanlarda ölür ölür dirilirdim, ortada bir şey olmadığı için aklıma hiçbir şey gelmezdi ve bilinmeyen beni bilinebilen en kötü şeyden katbekat derbeder ederdi bu zaman aralıklarında. Sonunda konuşur, içim ferahlar, “Bu muydu yani?” derdim. Bu defa hiç de öyle olmadı.
“Sevgilim, burda her şey yolunda, işler çok iyi gidiyo ama...”
Evet aması vardı, ama neydi, içimden ona “Silahın yanında mı?” diye sordum.
“Aması yeni gelişmeler oldu...”
Sessizlik esnasında içimden “Vur beni!”
“Şöyle ki...”
Benim artık dermanım kalmamıştı.
“Artık yeni bir köpeğin olacak...” Burada da Gravity Falls’a gönderme yapıyordu.
“Bir süre daha burda kalmam gerekecek...”
“Ne kadar?” diyebildim kalan son nefesimle, bir çırpıda.
“Bilemiyorum Altan, bilemiyorum...” Bu da Her Şey Çok Güzel Olacak’tan.
Devam etti.
“Yalnız ufacık bi pürüz vardı bunun için...”
“Ee?” dedim.
“Hallettik onu biz.”
“Çok sevindim.” derken tansiyonumu ölçecek alet muhtemelen bozulurdu, gözlerim kararmaya başlamıştı.
“Anlayışla karşılayacağını biliyordum. Formaliteden zaten.”
Anlayış? Formalite? Sonunda ağzındaki baklayı çıkarmıştı,
“Sevgilim, ben evleniyorum. Ama bizim için sevgilim.”
İmparator gibi beynimden vurulmuşa dönmüştüm; önce her şey flulaştı, ardından kafamın içinde bir uğultu yükseldi. Terlemeye başladım, nefes almakta güçlük çekiyordum, boğazım kurumuştu, yutkunamıyordum, avuçlarımdan yukarı doğru karıncalanma oldu kollarımda. Titreyen sol elim telefondaydı, sağ elimi dışarı çıkmak için tekmelediği göğsümün üzerindeki cayır cayır yanan, sızlayan kalbime götürdüm. Tıpkı “Ben tüccar değil, öğretmenim!” diyen Münir Özkul’a benzemiştim. Gözlerim karardı. Balkonda oturduğum sandalyeye yığılmıştım, dizlerimin bağı çözülmüştü, istesem de kalkamazdım ayağa. Bir müddet böyle kaldıktan sonra kendime gelir gibi oldum, elimdeki telefona baktım: kilit ekranı. Doğrulmaya çalıştım, olmadı. Kendimi toparlamaya çalışıyordum; sağ elimle alnımı ve şakaklarımı ovuşturuyordum. Başım önüme düşmüştü. Sağlık problemleri yüzünden sigarayı bırakan ve en büyük duman avcısına dönüşen annem; yıllar sonra tekrar başlamıştı ve sigara içmek için balkona gelmişti. Ben bir şey çaktırmamak için normal görünmeye çalışıyordum ancak hem ben duygularını gizleme konusunda bir faciaydım hem de annem bir bakışta, şıp diye çözüverirdi beni.
Yanımdaki sandalyeye oturdu, sigarasını yakıp bir nefes çektikten sonra,
“Bi şey mi oldu, betin benzin atmış?”
Dudaklarımın arasından zayıf bir soluk gibi güçlükle “Ben bi duble rakı alabilir miyim?” sözleri döküldü.
BŞH MK’de kartlar yeniden dağıtılıyordu. Çalışan sayısı, işsiz sayısını geçmişti ancak daha sonra tekrar güce denge gelmişti. Şimdiyse açlık ordusu büyüyordu, işsizlik artmıştı. Tanju’yu geçen doğum gününde işten çıkarmışlardı. Kadrosuzdu, sözleşmesini uzatmama ve süresi dolmadan çıkarma kararı almışlardı. Saat öğleden sonra üçten sonra iş araması için izin veriyorlardı, o ise eve gidip içmeye başlıyordu.
Laftan anlamayan köylülerle uğraşmaktan usanmıştı ancak muhtemelen o insanların, sabrı tükenip kendilerini azarlayan Tanju’ya karşı saygıları artmıştı. İş yerindeki yalakalardan, patronların gözüne girmek ve toplum içindeki saygınlığını artırmak için yaptıkları basit şeyleri abartan, durumdan vazife çıkaran gerizekalı, ikiyüzlü pisliklerden değildi. Yalnızca, doğru dürüst para kazanamadığı işini düzgün yapmaya çalışan bunalmış bir adamdı. İşin kötüsü bir de komünistti üstelik.
Aslında çok duygusal bir adamdı. Mutsuz olduğunu düşünür üzülürdü, oysa hatırlamazdı ne kadar içten ve uzun güldüğünü. Biraz hoyrat bir adamdı çünkü sabırsızdı. Konu eşyalarsa tam tersi fakat insan kalbiyse bir karıncayı bile incitmezdi. Yine buna tezat şekilde şaka anlayışı biraz sertti, işleri hep komik tarafından görmeyi severdi. Çok çalışmış, çok yorulmuştu, biraz dinlenmeye ihtiyacı vardı.
Sosyal medya hesaplarının yanı sıra telefonları da kapamıştı Sevda, ulaşılamıyordu. Tayfun taktiği derlerdi buna. Tayfun hayatımda gördüğüm en büyük matematik dehasıydı ve muhteşem bir satranç oyuncusuydu. İnternette tanımadığı kişilerle zamana karşı oynarken saliseler içinde hamlesini yapar tekrar sıra ona gelene kadar bir araba sövebilirdi mesaj ekranından ve bunu saatlerce yapabilirdi.
Bize ıssız bir adaya düştüğümüzde içinde Adriana Lima, Shaquille O’Neal ve Mike Tyson ve para olan zeka soruları sorardı. Ama Tayfun taktiği bu değildi. Sizinle kendi istediği zaman iletişim kurar, hatta şu gün buluşup, şöyle yapacağız diye planlar kurup telefonları kapatıp sırra kadem basabilirdi. Ve bunu yalnız bize karşı değil gittiği iş görüşmelerinde de yapardı. Üşenmez, hatta bazen işinden “Ev arayacağım.” gibi bahaneler uydurarak izinler alıp görüşmelere katılırdı. İçine sinmeyen, beğenmediği işlerde
“Benim için para ikinci planda, hiç önemli değil, yeter ki çalışmak olsun. İnanın çok isterim.” diyerek anlaşmaya varır,
“Yarın gel başla.” diye ayrıldığı yerlerden sonra telefonlarını kapatır üzerine,
“Sanırım benim şerefsiz olduğumu anladılar?” derdi, katıla katıla gülerek.
“Sizin arkadaş grubu içersindeki en akıllı adam sensin, sevgilileri içinde de en aptalı benim.” demişti Sevdam.
Bunu bizimkilerle paylaştığımda Çağrı,
“En aptalı da en akıllısı da sensin desedin. Çünkü hiçbirimizin sevgilisi yokoooooof!” demişti.
“Hayatınıza giren bütün kadınları delirttiğiniz için.” demiştim ben de.
“Onlar da bizi delirtiyu usta.” demişti Çağrı.
Tek istediğimiz biraz huzur, sevgi ve dünya barışıydı.
“Özellikle en çok Murat’a selam söyle.” demişti ve “Bunu da aynen bu şekilde söyle.” diye de sıkı sıkıya temblihlemişti Sevda.
Biraz düşünüp, “Aleykümselam, sen de çok selam söyle. Galiba içinizdeki en aklı başında olan benim diye demiştir.” demişti Murat.
Murat, bizim ‘parla be çılgın elmas’*
“Artık daha çatık kaşlı ve ciddiyim belki ama böyle daha mutluyum.” demişti.
Dünyanın en sevimli, şaka anlayışı gelişmiş, zeki insanlarından biriydi. Cam gibi parlardı yeşil gözleri. Biz hiç alışamamıştık, bir türlü kabul edememiştik bu yeni Murat’ı. Daha lisedeyken aştığı, geride bıraktığı akıl dışı bazı şeylere ilgi duymaya başlmamıştı. Nedense bir noktaya kadar geliyor ve her kırılma anında yanlış kararı verip kendini geriye savuruyordu. Günde iki defa bile olsa doğruyu göstermeyen bir saat olmaya ant içmişti sanki.
Gübrenin tekinin de dediği gibi, “Bir numara Murat Can, iki numara Veli. Hepinizin beynini yıkaldılar.” görüşünü destekleyen,
“Gruptaki herkes dünyaya senin gözlerinle bakmaya başlamış.” demişti, dehşetle. “Kara delik gibi karşınıza çıkan her şeyi yutarak büyüyorsunuz. Kanser hücreleri gibisiniz. Siz hasta değilsiniz, hastalığın kendisisizniz.” ve eklemişti “Hiçbir şeyi ciddiye almıyorsunuz ve korkmuyorsunuz.” Teşhisimizi koymuştu, “Mizah hastalığına yakalanmışsınız ve her şeyi o kadar tüketmişsizniz ki sizin dışınızdaki insanların anlayamayacağı ayrı bir dille konuşuyorsunuz.”
Haksız da sayılmazdı, örneğin ben; basit işler için bile gerçek insanlarla temel düzeyde iletişim kurma güçlüğü çekiyordum ciddi ciddi. Ama seviyordu bizi, yardımcı olmak istiyordu. Her görüşmemizden sonra inandığı her şeyi yerle bir edip gittikten belirli bir süre sonra bozulmuş ayarlarına geri dönüyordu. Son görüşmemizin ardından Cem’e
“Karmakarışık yaptı beni.” demişti, “O çocuğa yardım edelim.”
“İstemiyum yardım etmek.” diye yanıtlamıştı Cem.
Delilerin çıbanbaşı ben olduğumdan, genellikle en ağır küfürleştiği kayıp ruhları daha kolay hedefler olarak belirleyip oradan başlar, kurtarmaya çalışırdı. Üzerinde onu da dinden imandan çıkaran zararlı etkiler bıraktığım için bana doğrudan bulaşmama stratejisi izlerdi.
Sayısız defa tövbe edip, jübile yapıp bırakamadığı içkiyi içince Murat’ın dili dolaşırdı. Bir keresinde güreşçi dedesinden bahsetmişti bize.
“Bi oturuşta iki kavun yermiş.” demişti, koyun yerine.
Gülmüştük. Cem,
“Hacı o da bi şey mi, üstüne de iki bira içermiş?” demişti.
Sohbetin devamında konu Titanic’e gelmişti, güreşten. Bu defa da “Talika” demişti, “filika” yerine. Kendi fark edip köpürtmüştü muhabbeti “Köh, köh” kahkahaları eşliğinde,
“Filikaları da denizatları çekiyomuş.”
“Ben beş saat, altı saat viski içtim.” diyordu, belindeki kemerini kırmış ve eline almış vaziyette Kız Meslek’in saha betonuna yattığı gece; aslında “shot” demek istemişti, “saat” yerine.
Şimdikiler La Casa De Papel’i, oradaki Profesor’ü filan bilir; bizim zamanımızda Reservoir Dogs vardı. TÖBDER’den kalan binanın terası daha Doctor Pub olmamıştı. Bu konuşmalar o zamanlarda, orada geçmişti. Tartışma programı, belgesel izleyip boş muhabbet yaptığımız gecelerin birinde soygun işini de konuşmuştuk. Rol dağılımı yapılmıştı ve daha soygunun başında talihsiz bir şekilde öldürülen Mr. Brown olmuştu Murat. ‘68 kafasıyla hasta ve sağlıklıyı sorgulayan, bizi doğru, yanlış; iyi ve kötü arasında düşünmeye iten, empatiye zorlayan, otorite ve düzeni sorgulamaya iten başucu, ‘Anlatılan’ bizim ‘hikayemizir.’ olan kutsal filmimiz One Flew Over Cuckoo’s Nest’te de Harding’di.
“Peki ekibin beyni kim olacak, planı kim yapacak?” sorusu sorulduğunda tereddütsüz
“Murat Can” diye atılmıştı, “Çünkü en yüksek alkollümüz o.”
Gülmüştük, çünkü yine dili sürçüp “IQ’lu” yerine “alkollü” demişti ancak o gece için IQ tartışmaya açık da olsa alkol konusunda rakipsizdim.
Arkadaşları evlilik kurumuyla ilgili sohbetler açtığında,
“Benim hiç öyle hayallerim yok, düşünmüyorum.” dediğinde sevgilime
“Yazık, günah, o zaman oyalama çocuğu.” diye akıl veren arkadaşlarına,
“Benim bu ilişkide bi söz hakkım zaten yok ki; ona ayrılmayı istediğimi söylediğimde bana; ‘İkimizi ilgilendiren bi konuda kendi başına karar alamazsın.’ demişti.” dediğini anlatıp gülmüştük kendi aramızda.
Bir başkası, “Bu kaçıncı sevgilin?” diye dalga geçtiğinde
“Ben de bilmiyorum kaçıncı olduğunu.” diye karşılık veriyordu; bizim bir dargın, bir barışık olduğumuz sarsıntılı dönemde. İlk sevgilisi bendim ve o benim bebişimdi; sanki kollarından tutup yürümeyi öğrettiğim, işeyip sıçırttığım. Çok tatlıydı ve yanaklarInı sıkmak istiyordum. Tek kolumla kaldırıp omzuma yatırdığımda sırtına vurarak gazını çıkarmak ve bunu başardığında “Aferin!”lerle onu tebrik etmek. O da sanki gazını çıkardığında ya hiç sahiplenmeyecek ve ortada kaldığında kahkaha krizine girecek ya da saçını savurup yakmak için sıraya girecek insanlara sigarasını yaktıracak bir kontesti.
O tatlı yüzünde binlerce kendine özgü sevimli mimikleri vardı ve yapacağı binlerce şirinlikler de cabasıydı. Minicik kız öyle bir yatardı ki bütün yatağı kaplayıp size yer bırakmaz, uykusunda sayıklar, mırıldandıklarını uykunun verdiği sersemlikle sorunca azarlardı ve gözünün önündeki görüntüleri tarif ederdi. Yine de uykusu çok ağırdı gün içinde konuştuğunuz bir konuyla ilgili olarak “Polinom bölmesi!” diye haykırıp sizi sıçratabilir ama sabah yetişmesi gereken sınav için uyandırmaya çalıştığınızda sizi gırtlaklayıp uykusuna devam edebilirdi. Ağzını da çok fena bozar, siz “Gene söğcek oooooof!” demeye kalmadan kalaylardı.
Bu dünyalar tatlısı, hanım hanımcık kızceğizin ağzından bu sözler nasıl çıkabilir diye hayrete düşerdiniz. Oysa adı “Sevda Sözleri” olan bir kitap yazsa içeriği baştan aşağıya küfür, kıyamet olurdu. Uzun uzadıya detaylara boğmayacağım pek çok konudaysa hayal gücünün ötesine geçerdi. Aynı zamanda hem tanrı hem köle hissederdim kendimi. Evet, işte o armudun iyisini yiyen şanslı ayı bendim ve bu salınan, süzülen kadının sevgilisi olmaktan gurur duyuyordum. Hem de bunun için numaralar çevirmeme, aslında kendimi olmadığım gibi göstermeye çalışarak ikiyüzlülük etmeye ihtiyacım yoktu. Hatta olduğumdan daha beter bir profil çizsem de korkulacak bir şey yoktu. Beni bütün eksik ve zaaflarımla olduğu gibi bağrına basmıştı. Sıklıkla kendime sorardım
“Ben bunu hak edecek ne yaptım?”
Bazen bilse de inancını yitirir, karamsarlaştığı bu anlarda bir ışık bulmak için; bazen yine bilse de canını acıtan benim dangalaklıklarım yüzünden kendini kapatır, ona ulaşamazdım.
Yanımda oturduğu bir keresinde bana,
“Bizim kültürlerimiz tamamen farklı. Seni seviyorum ama bunu aileme nasıl izah edebilirim? Yanlış anlama, bu senin kötü olduğun anlamına gelmez.” demişti. Çok üzgündü, bu büyük bir problemdi.
Ona, karşımda ailesi varmış gibi oynamaya başlayarak,
“Benim de Kürt arkadaşlarım var. Ben de lahmacunu çok seviyorum. Bi tanrı yok ve bu benim suçum değil, ayrıca içki içmek güzeldir.” deyip kameraymış gibi kafamı ona çevirip gülümsemiştim. Üzerine de “Bence bu performansla ilk turda en az yüzde otuzu alırım, ikinci turda kesin kazanırım.” demiştim. “Başaracağız, başaracağız, başaracağız.” Sonra da “Biz zaten sevişiyoruz memur bey.” dedim.
“O zaman seni kesin vururlar.” son söylediğimi kastederek.
“Olur mu be?” dedim, “Ben onları yavaş yavaş her şeye alıştırıcam.”
“Valla dikkat et de ‘kendisi öldürülmüş oldu’ olmasın.”
Dedim, “Gadjo Dilo’daki gibi gelicem saz heyetiyle kapınıza, seni almaya. Baban beni baltayla kaşılacak, ben ona elimdeki birayı uzatınca, bi yudum çekip ‘Aslan evladım!’ diyerek beni bağrına basacak.”
Minik bir kuş gibi kanat çırpan, çocuk gibi küsen, daima heyecanlı, şımarık bir bebekti. Seçerek okuduğum veya onun sesinden dinlediğim Orhan Veli şiirlerine birlikte gülerdik ama sanki aslında o şair benmişim gibi bana kızar, hatta bunlarla ilgili kabuslar görüp uyanınca beni azarlardı.
“Kimin bacağına sıkmışım tramvayda?” diye sorardı bana.
”Yaşça da büyük olduğum için ilişkinin olgun tarafı ben olmalıydım ancak yufka yürekli olduğumdan, ben ona küstüğümde bunu sürdüremezdim, onun gönlümü almak için yaptığı şebekliklerden sonra başımı öte çevirip mememin birini açardım. Öperdi, barışırdık. Annesinin dediğine göre ise “Kötü damar kaybolmazmış.” o gaddardı. Haklı bile olsam yelkenleri suya indirip beyaz bayrak çeker sulh isterdim. Onun binip ineceği saatlerde bulunacağı duraklarda bekleyip tesadüfmüş gibi yaparak İzmir Marşı’nı söyleyip çıldırtırdım onu. Her ne kadar o daha genç de olsa ilişkimizde; yedi yaşına bastığında ebeveyni olan beni zeka olarak geçmiş dahi olsa, ben hâlâ bazı konularda ondan daha iyiydim.*
Müşfikti, çok iyiydi. Ona baktığımda içimi bir sızı kaplar, korkardım. Bir sonbahar gününde parkta oturduğumuzda bana tutamayacağı sözler vermemesini istemiştim. İddialı demeçler vermeyi sevip tam tersini yapmasıyla meşhurdu.
“Bana bak, benim babamın evde pompalı tüfeği var tamam mı?” dediği gibi,
“Benim babaannem köyün en güzel kızıymış. Güzelliğimi ondan almışım.” derdi, kırpıştırdığı gözleri ve oturduğu yerde sallanarak ve cümlesinin sonunda saçını savurup gülümseyerek.
Öpüşmekten dudağı morarıp şiştiğinde arkadaşına üşüttüğünü ve kapıya vurduğunu söylediğinde,
“Ya, bu soğuklarda çıplak çıplak giyinir sokağa çıkarsan işte böyle olursun.” cevabını almıştı.
Uyanıp sabahları dışarı bakar, güneşi görüp bugün “Bugün hava ne kadar da güzelmiş.” diyerek ona göre giyinir; kar yağmış olduğu için gün boyunca üşürdü. Bu kadar da iyimser ve pozitif bir insandı hayata karşı. Tertemiz, saf, kaçık, maceracı ve dik başlıydı. Laf anlatamazdınız. Hep böyleymiş, annesinin marizleyeceğini bile bile dereye yüzmeye kaçarmış küçükken de.
Ben biraz daha kirlendiğimden ve bazı filmleri önceden izlediğimden; sonunu bildiğim konularda onunla kavga eder, dediğim çıkınca bir daha kavga eder ve aynı şey benzer şekilde tekrarlanınca yine kavga ederdik. Sinirlerimiz yıpranır, biz yorulur, insanlıktan çıkardık. Birini gerçekten o olduğu için sevmekle; onu, ona rağmen korumaya çalışmak ve bunu becerememek ve usanmadan bunu devam ettirmek büyük acizlikti. Onun karşısında acizdim, güçsüz ve savunmasızdım fakat yine de saldırgan olmamı engellememişti bu. Doğanın bir dengesi vardır ve canlılar tehdit altında saldırganlaşırlar, en temel hayatta kalma içgüdüsüdür bu. Bizim problemimizse doğadan kopuk, ona aykırı ve uyumsuz, suni bir medeniyet inşaa etmemiz ve buna uyumlu olmaya zorlamamızdı kendimizi.
Böyle zamanlarda onu yitirme korkusundan telaşlanır, soğukkanlılığımı muhafaza edemez ve tam bir pisliğe dönüşür; kendisini pislik gibi hissettirirdim. Onun o çok sevdiğim özelliklerini bir çırpıda siler atar, indirgemeci bir tavırla kendinden nefret etmesine sebep olurdum. Bazen de kıskançlıktan, bazı şeylerin yalnızca bize özel olarak kalmasını istediğimden bunu yapardım. Bazense “Bunlar bizim aştığımız gerçeklikle ilgisi olmayan şeyler” gibi tamamen anlayışsızlığımdan geçiştirip, üstünü kapattığım şeyler yüzünden. O katır inadına rağmen; kanının son damlasına kadar savaştığı bir noktadan sonra ruhsal ve fiziksel olarak tükenince teslim olur, ancak bunun bir sentez olmadığını bildiğimden asla peşini bırakmazdım. Çekilecek kahır değildi, benimle uğraşılmazdı. Solculuk bir çocukluk hastalığıydı ve tartışmalarımız çığrından çıkıp hakikat arayışına dönerdi. Darılmak, barışmak; ayrılmak, birleşmek veya otorite tesisi ya da bir uzlaşı, denge oyunu, güç savaşından ziyade.
Yine de acayip bir çekimle bağlıydık birbirimize. Kamusal alan dinlemez, anlamadan uzun uzun öpüşmeye başlar; eğer oradaysalar yanımızdaki arkadaşlarımızı utandırırdık. Mutaasıp teyzelerin kınayan bakışlarla ayıpladığı ve kedili laikçi teyzelerin gururla baktığı gözlerinde gördüğü; cumhuriyetin bekçisi, aydınlık gençlerdik. Oysa bunların hiçbiri aklımızdan geçmez, hiçbir şeyi gözümüz görmezdi.
O arkadaş grubunun vazgeçilmez üyesi, elebaşı, işbirlikçisiyken ben insanlara tahammül edemez, sosyal nezaketsizliklerimle, acımasızca onları harcar ve kaçardım. Oysa benim primat muamelesi yaptığım ve neredeyse her zaman anlamadıkları yergi ve nüktelerimi anlayıp “Çok kötüsün.” diyerek gülerdi.
Bazense tam bir aptaldım; bırakın onun açıklamak zorunda kaldığı şakalarını, kendi şakalarımı bile anlayamaz; bazen de gerçekten anlamıyormuş ayağına yatardım. Hangisinin ne zaman olduğunu ben bile karıştırırdım. O da en az benim kadar patavatsız; nerede, ne zaman, ne söyleyeceği kestirilemeyen saati bozuk bir bombaydı. Kahkahaları harikaydı. Yüksek sesle, dolu dolu ve içten güler; herkese kendini olduğundan daha iyi hissettirir ve bunu bulaştırırdı. Ciddi ortamlara ve insanlara atılmış bir dinamitti fakat asla ciddiyetsiz veya utanmaz değildi, saygısız hiç değildi.
Herkes onun bu sevimli, sevecen ve kafa dengi taraflarını bilirdi ancak; o ılımlı, uzlaşmacı, barış sever, herkese şans verme eğiliminde, kimseyi kırmadan herkesi anlamaya çalışan Buda; bırakın kardeşlerini, köydeki herkesi kırana koyan, hizaya getiren ve onlar dışında bu yanlarını sadece benim bildiğim bir despot, bir tirandı. Bu nedenle Küçük Diktatör derdim ona.
Bense dünyayı kurtarmaya çalışırken ileri derecede sarhoş olmuş, uykusuz kalmış yanına uzanmaya gelirken; o bildiği halde sanki ben işini bahane ederek eşini aldatan ve çocuklarını ihmal eden bir şerefsizmişim gibi bana alınırdı. Ben gene onu Kurabiye Canavarı gibi öpmeye çalışırken sızar, ayılıp kaldığım yerden devam etmeye çalışırken bir daha uyuyakalıp; bunu sabaha kadar sürdüren; gözetim altında iyi bakıldığı doğa parkından kaçmaya çalışırken uyuyan, yakalanınca uyanıp tekrar dalan bir tembelhayvanken; o Regular Show Central Park’ındaki arsız rakundu ve bunu inkar ederdi.
Ona sorsan, “Benson bütün sosisleri kızart dedi.” derdi ama Rigby’nin ben olduğumu iddia ederdir yine de.
Ben, “Sevgilimin sosileri!” diye yerdim iştahla. Çok güzel yemek yapardı, bu alanda cidden yetenekliydi.
Dedem, “Ben çirkin kadının yaptığı yemem!” der sertçe. Elinin, bu sözü hatırlatan özgün bir lezzeti vardı.
“Mememen güzelmiş.”
O çalışkandı, ben tembeldim. O temizlik yapmak, sofrayı toplamak isterdi; ben yemekten sonra, “Gel yatalım acık.” derdim. “Biraz dinlenelim.” Yediklerimiz yarasın, ayrıca elimizdeki zamanı daha ekonomik kullanmak adına.
Garibim Pepe le Pew’ün kedisi gibi uyuyakalırdı yorgun düşüp, film izlerken; ben uyuyor diye kızar, filmi zırt pırt durdurup film, arka planı, anıştırmaları hakkında gereksiz gevezelikler yapardım. Oysa onun tavsiyesiyle öğrendiğim ve çok sevdiğim Note Book’u da beraber izleme şansımız bile olmuştu.
“Film filan izleriz.” derdik.
Cinsel gerilimin yüksek olduğu, sarhoş, yorgun ve tedirgin gecemizde sinema kanalında çıkan Tarantino filmi üzerine söylev çekerken o,
“He, he.. Tabi, tabi.” diyordu.
Elinden her iş gelirdi, daha önce hiç görmediği, deneyimlemediği bir konu dahi olsa kendine güvenir, “Bi bakalım, bi anlamaya çalışalım.” diyerek girişir, denemekten korkmaz, her defasında muvaffak olur, benim diyene taş çıkarır ve o muhteşem sesiyle harikulade şarkılar söyler, cıvıldardı.
Sanki bütün o yetenekleri, azmi ve çabalarına ve bunların sonucunda hak ederek kazandığı başarılarına rağmen; bir şekilde hak ettiği itibarı görememiş, takdir edilmemiş ve salakların asla göremeyeceği, gözden kaçan bir değer gibi, torpilli göz bebeği yetenek düşmanlarının gölgesinde kalmış, yine de isyan etmemiş, sineye çekmiş; sanki daha önce saçları hiç okşanmamış, hüzünlü bir derviş havası vardı. Ben gene ona hiç kıyamazdım. Hakkı teslim edilmemiş bütün insanları onun nezdinde daha çok severdim.
Benim aslında içkiyi bıraktığımı ve çok içmediğimi, konuşma yapmak için sahneye zil zurna sarhoş çıkan belediye başkanımızı gördüğü Trakyafest’te anlamıştı. “Gel Ortaçgil dinleyelim.” diyerek elimizi kolumuzu sallayarak çaldığımız çadırı kuracak gölge ve toprak yer kalmamıştı. Ali İsmail Korkmaz sokağında, kumların üzerinde ikamet etmiştik. Erkenden kalkıp bütün kumsalı turlayıp güneşini doğuşunu izleyip kahvaltımızı yapıyor, denize giriyorduk. İşeme, sıçma ve yıkanma problemdi ama idare ediyorduk ve tadı da biraz buradaydı aslnıda.
İkinci akşam Bünyamin, yıllardır görmediğim ve çok sevdiğim Servet sürpriziyle gelmişti. Üçüncü günün akşamına kalmadan gidene kadar aralıksız içmiştik. Gecenin sonunda sandalyesinde sızmış olan Servet Abi’yi uyandıramamış, bunun için sızmış olan eşi Burcu Abla’dan yardım istemiştik. Burcu Abla sanki yataktaymış gibi gözlerini bile açmadan “Serveeet.” diye sesleniyordu fısıltıyla, sayıklar gibi. Sonra gözlerini açmadan ayağa kalkmış ve bu defa diğer tarafta yerde yatan elemanı uyandırmaya çalışmıştı.
Bir nevi ev sahibi olduğum halde üniversiteden arkadaşlarımla ayaküstü laflamak dışında görüşme fırsatımız olmamıştı. Üçüncü akşam BŞH MK’den arkadaşlar gelmişti. Sevdam onları ilk defa kanlı canlı görüyordu ve şok geçiriyordu. Daha beş dakika olmamıştı, ayakta muhabbete başlamıştık ve onu fark ettim. Gözleri fal taşı gibi açılmış, kâh ağzı bir karış açık, kâh dudaklarını ısırarak başını ellerinin arasına alıp hayretler içinde bir ona, bir diğerine bakıyordu. “Tanrım, ben nereye düştüm? Deli bunlar!” der gibi bir hali vardı. Onlarla buluşmadan önce eşyalarımızı bırakmak için çadıra gittiğimde; komşularımız bana kendi elleriyle hazırladıkları bir sigara ikram etmişlerdi, ayıp olmasın diye geri çevirmemiş, iştirak etmiştim. Daha iki nefeste yaramıştı, zaten sarhoştum. Dostlarımı karşıladığımda kahkaha kahkahaya gülüyor, söylediklerini sanki orada değilmiş de bizim grupta yazışıyormuşuz, ben de muhabbetleri diğer pencereden ona yazıyormuşum gibi Sevda’ya tekrarladığımı fark edip buna da gülmem biraz zamanımı almıştı.
Başımıza güneş geçen, yemek yemeyi unuttuğumuz uzun günlerin sonunda; fermuarını çektiğimiz çadırımızda baş başa kalıyorduk.
Ben günlerce sıçmamıştım ve yıkanmamıştım ama buz gibi de olsa su, o duşunu alıyordu; yumurtanın pişmesinin anlık olduğu sıcaklarda, serinlemek için dahi denize girmem dakikaları da alsa.
Ben kıvranırken “Te böyle atlacan birden suya.” deyip bir yandan balıklama dalarak uygulamalı anlatan dayıya uyup kulaç atmaya başladığımda sevgilim,
“Abi, sen öyle dedin, bak adam bıraktı gitti beni.” demişti.
“Helal olsun, harbi delikanlımışın usta!” demişti dayı ardımdan.
Ama normalde benim şerefsiz sevgilim, benim bu kıvranmalarımı sonlandırmak için gelip beni zorla suya sokarken; gülmekten itiraz edemezdim ona.
Ondaki coşku, enerji ve eğlence bulaşıcıydı, isteseniz de kayıtsız kalamazdınız.
Tarihi binası orduya hizmet etmiş, hastanelik yapmış ve uluslararası projelere imza atmış ancak artık kapatılması gereken imam hatiplerden birine dönüşmüş eski Sağlık Meslek’in bahçesinde buluşmuştum bizimkilerle. Tanju, Cem ve Çağrı çoktan içmeye başlamıştı bile. Emrah ve Tutku ise yoldaydı hâlâ. Sormadan reçetemizi yazan bakkalımızdan alıp, ayaküstü sohbet ederek gelmiştim yanlarına. Yaklaştıklarında bir meyhaneye geçtik, Tanju onları almaya giderken biz beklemeye devam ettik.
Uzun yıllar hizmet verdiği Catering sektöründe; Alevilik ayağına “Hepimiz aynı gemideyiz.” diye onu yemeye çalışan şerefsiz patronundan ayrılarak sonunda kendi alanında; yorucu uzun saatler çalışıp, yollarda yitirdiği zamanları ve yeterince kazanamadığı işi Emrah’ı çok bunaltmıştı; erkenden uyuyakalıyordu. Ben üç senedir işsizdim ama onu çok iyi anlıyordum. Çoğu zaman yemek bile yiyemeden, yıkanamadan sızardım. Otobüs saatleri bittiği için geri dönüşü düşünerek içmeye gitmekten vazgeçerdim. “Taksi tutsam,” derdim, sonra “taksiye vereceğim parayla bir bira daha içerim.” derdim. Bazı geceler yalnız, karanlık ve sessiz balkonda ikinci biranın henüz başındayken uyumaya başlardım.
Tanju’dan farklı olarak ben doğum günümden bir gün sonra son mesaimi tamamlamıştım. Son bayram tatilinde iyice bunalmış; işe gittiğimi gördüğüm kabuslardan uyanıp tatilin devam ettiğini fark ederek uyumaya devam etmeye çalışırdım.
“Bana yarın işe gelme deseler hiç üzülmem ama işi bırakıyorum da diyemiyorum.” derdim.
Hatta annem benden çok üzülmüş, üzülmüyorum diye de bana kızmıştı. Ne yapabilirdim, içimden gelmiyordu? En büyük ve birinci problemi çözmüştük: işi bırak. Şimdi sıra ikincideydi: yeni bir iş bul. Ne var ki Betonland krizdeydi ve inşaat sektörü ayvayı yemişti.
“Beyler babam roma el koydu, o yüzden viski getiricem.” yazdığında Tutku,
“Babanın elini kes getir.” demişti, Cem.
Birkaç meyhane turladıktan sonra, Çağrı’nın anneannesinde devam etmek için bira alalım dedik. O saatte açık olan tek yer otogardaki büfelerdi ve Keşan otogarında hala içki satışı devam etmekteydi. Arabayı almak için Tanjular’a kadar yürüdük. Atladık gittik, büfeci eliyle ve başıyla işaret ederek,
“Gençler kusura bakmayın. Polisler yanda kavede kumar oynuyo, gerçekten veremem.”
Polislere doğru bakarak duyabilecekleri kadar yüksek bir sesle,
“Altı kişiyiz burda, kıramacaz mı bu amınakodumun polislerini be?” dedim.
Bir yandan arabaya doğru yürüyorduk. Herhalde sarhoştan deli bile korkarmış; uymadılar bize, uğraşmadılar. Ben sataşmaya devam ediyordum ama,
“Yürüyün kıralım olm. Sana ne kardeşim, biz içkimizi içicez.” gibi şeyler diyordum. Arabaya binerken devam ettim. Tanju’ya,
“Yürü, arabela kaveye girelim. Ne demek bu götler yüzünden içki satamam?”
Elimiz boş, bizim mahallenin yolunu tuttuk. Taşınmadan önce yıllarca yan apartmanında oturmuştuk anneannenin. Halk Eğitim’in önü bomboştu ilginç bir şekilde ama dikkatimizi çekmedi. Geniş geniş, güzelce park etti Tanju, eve çıktık. Tutku viskiyi çıkardı, biz Çağrı ile bardakları doldururken içeri odaya yatmaya kaçtı Emrah, Cem kaldırıp geri getirdi zorla. Vücudu alarm verip artık kızarmaya başladığı halde, her gece at gibi içen Tutku oyun bozanlık etti,
“Bana koymasaydınız, çok yorgunum içemicem.” dedi.
“Ne demek içemecem be göt? Arap çöllerinde Korelilerle içmeğe benzemez, otur şuraya!” diye azarladı Çağrı. Öyle tatlı bir insandı ki onu sinirli göremezdiniz ancak herkesin bir ince bir sınırı, bir hassas noktası vardı; bu defa gerçekten sinirlenmişti.
Bir müddet oturduktan sonra Emrah,
“Ben tuvalete gidicem.” dedi.
Hemen arkasından Cem’e,
“Uyumağa kaçıyo göt, tuvalet palavra.” dedim.
Cem bir şey demedi, sadece birbirimize baktık. O hemen sağ tarafımda kapının yanındaki tekli koltuktaydı, ben öte yanımda televizyon olan teklideydim. Hemen karşımızdaki ve kapının yanındaki çekyatlar açılmış tertemiz çarşaflar öncesinden bizim için hazırlanmıştı. Aynı şekilde Emrah’ın kaçtığı odadaki koltuk ve yatak odasındaki yatak da hazırdı. Gerçekten bu kadar iyi ağırlanmayı hak etmiyorduk, bizim için fazlaydı. Sağolsun titiz kadıncağız, düzenli tiril tiril evini hafta sonu için bize bırakmıştı. Viskiler bitince Cem ile sigara için balkona çıkmıştık, içmese de Çağrı da bize eşlik etmişti. Viskilerimizi tazeledik, geri döndüğümüzde Tutku ve Tanju oturmakta oldukları çekyatlarda uyumuştu.
“Gübreler uyudu, heh.” dedim.
“İşte şimdi adam gibi mabet etmeye başlayabiliriz.” dedi Çağrı. Sonra da,
“Beh kardeşim, nasıl pislik insanlar olduk biz? Resmen zift akıyo içimizde.” eliyle göstererek, “Şu kadarcık kaldı bak hapse girmemize.” bileklerine dokunarak, “Kelepçelerin soğukluklarını hissetmeğe başladım bile. Cem, en az beşer senemiz var.”
“Çağrı, en az beş.” dedi Cem.
“Bana on sene bile verebilirler.” dedi Çağrı.
Tutku ve Emrah’ın viskilerine dokunmadıklarını fark ettik ve onları kınadık. Kendi aramızda boş muhabbete devam ettik. Viskilerimiz bitince Çağrı da uyumaya gitti, yatak odasına.
“Ben sigaraya gidiyorum.” dedim, Cem’e.
“Yok abi ben içmecem. Bugün çok sigara içtim başım ağrıdı.” dedi.
Bardağımı doldurup balkona gittim, döndüğümde Cem’i Tutku’nun yanına kıvrılmış buldum.
“Yazıklar olsun.” diyerek bardağımı bitirdim, sonra dokunulmayan bardaklarını da içip Tanju’nun yanına uzandım.
İçlerinden yalnız, “Beş lira, beş lira, beş lira!”nın seçildiği gürültüyle yalnız uyandığımda güneşin konumunda çıkardığıma göre öğleden sonra vakitleriydi. Çok geçmeden herkesin uyanmış olduğunu fark ettim. Cumartesi Keşan Pazarı’ydı ve pazar yeri bizim hemen önümüzdeki sokaktan başlıyordu.
“Beyler,” dedi Çağrı, “babam bizi mangala bekliyu, güvercinleri filan varmış bi arkadaşının. Nevaleyi alıp oraya gidebiliriz.”
Annesi ise kahvaltıya bekliyordu bizi ancak epey geç olmuştu, bu saatten sonra gitmek ayıp olur diye düşünerek çorbacıya gitmeye karar verdik. O esnada Tanju ve Emrah’ın evde olmadığını fark ettim. Veli’nin düğününde kahvaltıya gitmiştik ve efsaneydi. Biz gerçekten bu kadarını hak etmiyorduk ancak maharetli annesi döktürüyor, bizi en iyi şekilde ağırlamak istiyor ve oğlunun arkadaşlarını ağırlamaktan belki de kelimelerle ifade edilemeyecek şekilde keyif alıyordu. Emrah sabah Tanju ile gidip Tanjuların efsanevi kahvatlısını yapmıştı.
Çorbacıdan çıktığımızda Ercan Hoca’ya rastladık. Hâlâ sarhoştuk ve kilometrelerce öteden bile leş gibi içki kokuyorduk; şöyle bir süzüp bizi,
“Siz galiba geçen gece bi iki tane bira içmişiniz.” demişti. “Annen evde bi şeyler hazırlamış sizi bekliyo.” demişti Çağrı’ya.
Geç de olsa onca hazırlığı yapmış kadınceğize gitmemek daha büyük ayıptı diye düşündük. Her ne kadar çorbaları bile tat almadan ve zor içmiş dahi olsak.
Emrahlar, Tanju’nun bir arkadaşıyla, bir kafede buluşmuşlardı. Onları almaya gittik, içeri girdik yanlarındaki masada dikildiğimiz halde hiçbirimiz onları fark edemedik. Çıkmaya niyetlenip geri döndüğümüzde peşimizden seslenmişlerdi. Onları da alıp kahvaltıya gittik. Kadın gerçekten gelmedik diye üzülmüştü ve sofrada yok yoktu.
Kahvaltı sefasından sonra geç olduğu için mangaldan vazgeçip Erikli’ye gitmekte karar kılmıştık. Arabayı almak için tekrar Tanjular’a kadar yürüdük. Emrah ve Çağrı şoför mahaline birlikte oturmuştu arkada sağ baştan Cem, Tutku, Tanju’nun arkadaşı ve ben formasyonundaydık.
Issız sahile geldik, yağmur başladı. Denize nazır yazlıkların birinin önündeki beyaz bankı taşıyarak ters çevirmiş kayıklarla beraber oturmak için kullandık. Kumlar nemliydi ancak deniz çok güzeldi. Arkadaşı sessizdi ve kaptan pilotumuz Tanju sürekli
“Birer tane daha bira alalım.” diyordu. Arabayı onun kullanacağını hatırlattığımızdaysa
“Bakın trafik kazalarının çoğu şoförün stresinden kaynaklanıyo, istatistiksel olarak alkollü araç kullanımından daha yüksek oranda.” demişti.
Koskoca Tanju’nun yalan söyleyecek hali yoktu, istatistiklerle konuşuyordu.
“Benim canımı sıkmayın.” dedi, biz de sıkmadık.
“Niye kimsenin bilmecee trollükler yapıyosun be olm kendi kendine, bize de hiç anlatmıyosun?” dediğinde Cem, Emrah’a. Kulak kesildim.
Sabah Tanju hariç hepimiz evde ve uykudayken yaşlı bir teyze gelip anneannemizi sormuş, kapıyı açan Emrah da,
“Onlar iki kat üstte.” diyerek kapıyı kapatıp yatağına geri dönmüş.
Birkaç saat sonra aynı teyze kapıyı çaldığında bu sefer delikten bakan Emrah gidip Çağrı’yı uyandırmış ve yatağa dönüp kıs kıs gülerek muhabbeti dinlemiş.
“Buyur teyze.”
“Kızanım sabah geldim senin neneyi sormaya iki yukarda dedin, burasımış.”
“Ben seni bugün ilk defa görüyorum, yanlışın var.”
“Yok be, geldim ya sabah, hatta sen açtın kapıyı.”
“Buraya gelmedin be teyzecim.”
“Geldim, geldim. Sen açtın dördüncü kattalar dedin.”
“Ben öyle bi şey demedim, bugün seni ilk defa görüyorum. Nenem evde değil.”
...
“Bi şey diyo musun?”
...
“İyi o zaman, hadi görüşürüz.” diyerek kapıyı kapatmış Çağrı.
“Sen benim ananemin yüz yaşındaki arkadaşlarını niye iki kat yukarı yolluyosun be göt? Kadın kör zaten hiçbi şeyi görmüyo. Kocası kahırdan ispirto içerek öldü, akrabamız hem de.” diye Emrah’a sitemde bulundu.
Emrah sadece gülümsüyordu, tek kelime etmedi bu konu hakkında.
“Te böyle işte,” dedi Tutku, kumları göstererek, “ama aynı bunun gibi.” dedi puslanan havanın da etkisiyle ucu bucağı görünmeyen denizi işaret ederek. İş ortamından bahsediyordu.
Tanju’nun muntazam L park yaptığı Halk Eğitim’in önü, biz ayıkamamıştık ama sabah pazar kurulacağı için boşmuş. Yarım saat uykuyla sabahın köründe zabıta aramış, gittiğinde arabayı paralel park halinde bulmuş. Pazarcılar arabayı çevirmişler tezgahlarını kurmak için ama; kan çanağı gözleriyle baygın bakarken onlara, tek laf edememişler bizimkine. Benim gene, yanımda yattığı halde dünyadan haberim yoktu.
Tutku korkup aşırı tepkiler veriyor diye arabayı sarsıyordu Tanju. Kâh ellerini bırakıyor, kâh arkada oturan Tutku’ya dönerek “Efendim?” diyordu.
Cem bağırarak gaz veriyor, bense kahkaha krizine giriyordum. Tek bir aydınlatmanın olmadığı virajlı yolda, yağmurun altında geri dönerken,
“Kapat ulan farları!” dedim.
Hemen kapattı. Gülmekten karnım ağrıdı, soluksuz kaldım, gözlerim yaşarmıştı. Biz böyle deli bozuk devam ederken karşımızda kenara çekmiş, dörtlüleri yakıp duraklama yapan bir beton mikserine rastladık.
“Beyler,” dedim, “eyvah yol kapalı, mecbur geri dönüyuz.”
Sayın Binali Yıldırım’ın evladına tek yumurta ikizi kadar benzeyen Yücel Abi’nin mekanına gittik. Tanju’nun arkadaşının arkadaşı da bize katıldı. Birasını bitirmeden başka meyhaneye yollandık. Arkadaşı bizimleydi ama hiç konuşmuyordu, en sonunda,
“Ben gitmek istiyorum.” dedi,
“Nereye?” dedim, sonradan sorduğuma pişman oldum ya,
“İstanbul, Ankara, Mersin, Antalya, neresi olursa? Tanju beni otogara bırakabilir misin?”
Bizle yalnızca birkaç saat geçirmişti ama üzerindeki etkimiz bu olmuştu işte.Bizi gördüğüne sevinen ve yanımıza gelerek oyunlar yapan köpecik de dakikalar içinde anlamsız, garip davranışlar sergilemeye başlamıştı. Yaptığımız muhabbet garibanı da delirmişti. Sonradan gelen diğer eleman ve Tanju Emrah’la birlikte bırakmaya gittiler. Biraz bekledik, baktık gelmiyorlar; finali her gece Fatih Abi Çiçek Bar’da yapıyorduk, oraya gidelim dedik. Tutku,
“Beyler bu gece önceden biraları alıp eve bırakalım.” diye iyi akıl etti.
Bizim Zeynur Abi’ye gidip yirmi biralık reçeteyi alıp eve bıraktık. Tanju ve Emrah o adını öğrenemediğim arkadaşlarıyla biraz viski içip bu gecelik gitmekten vazgeçirip, lavuğu ve ötekini evlerine bırakıp aramıza döndüler.
Kalacağımız yerden daha uzaktı ancak arabayı Tanjular’ın eve bırakıp yukarı çıkarak; kendi zevkine göre dizayn ettiği, ahşap kokan, hayranlık duyduğumuz teraslarında viskiye devam ettik. Burada zaten anca kitap okur, satranç oynar, viski içer ve Blues dinleyebilirdiniz; burası bunların tapınağıydı. Ailesi içeride uyuyordu, umarım rahatsızlık vermemişizdir; uykunun en tatlı olduğu sabaha yaklaşan saatlerde. Viskiyi boğduktan sonra Çağrı’nın anneannesinin evine geri döndük. Barbarlar gibiydik, kendi aramızda insan gibi sohbet etmiyor, etrafımızdaki insanları umursamaksızın gürültü ve taşkınlık edip bundan keyif alıyorduk. İçkiden beynimiz yanmıştı, insan değildik, aranıyorduk.
Çarğrı, Cem ve ben yerli yerimizdeydik. Tutku Çağrı’nın yanındaydı, çalışmaktan bitkin Emrah odasına kaçana kadar Tanju’nun yanındaydı. Tutku da birkaç yudum çektiği son birasını streç filmle sarıp dolaba koyup uzanmıştı. Faşizm gibi sabahın köründe zabıtalarca uyandırılan Tanju köşesinde bayılmıştı. Çağrı da sızmıştı ki; ben,
“Gübreler uyudu.” der demez zıpkın gibi dikilip kaldığı yerden devam etmişti birasını içmeye. Bomboş muhabbetimizin bir yerinde, neden sonra mosmor yatan Tanju’yu fark ettik. Tutku’yu uyandırıp sorduk; araladığı yarım gözlerle söyle bir bakıp,
“Bi şeyi yok, uyuyo.” demeye kalmadan tekrar uykuya daldı.
Biz biraz telaşlı ve meraklı ancak asla müdahale etmeksizin onu izledik. Hiçbir şey demeden içmeye devam ettik. Acaba gerçekten iyi miydi, yalnızca uyuyor muydu, yoksa ölmüş müydü? Çağrı yanına gidip boynuna dokundu, elini burnuna götürdü ve
“Nefes alıyo.” dedi.
Belki de can çekişiyordu, ölüyordu ama bilemezdik, eylemsizliğe devam ettik.
Sırayla “Nabıcaz?” deyip sessizce birbirimize bakıyor ve buna devam ediyorduk.
Bizim de sonuna kadar katıldığımız, “Sonunda insan gibi kaliteli mabet etmeğe başladık gübreler elenince.” ifadesi kesinlikle gerçeği yansıtmayan Çağrı da sonunda Tutku’nun yanına düştü.
Cem hiç ses etmeden ortadan kayboldu. Biram bitince dolaba gittim, Tutku’nun sabaha bıraktığı tek birayı gördüm, yapacak bir şey yoktu, aldım ve bir hışımla yatak odasına uyuyan Cem’e gittim. Onu sarsıp uyandırdım, biraz da sövüp saydım. Uyandı, kocaman açılmış gözleriyle bana baktı, hiçbir şey demedi, tekrar daldı, ben de son birayı alıp balkona gittim. Herkes uyuyordu, birazdan ortalık aydınlanacaktı, üzgündüm ve çok yalnızdım. Ben de çocukların üzerini örtüp Cem’in yanına yuvarlandım.
Sabah Tanju asabiydi.
“Hadi kalkın, çoktan öğlen oldu. Bugünü de uykuyla harcamayalım.” diyordu.
Gene en sona kaldığımı düşünerek kalktım ancak en son Tutku’nun yanına düşen Çağrı’yı, Tanju’nun yattığı çekyatta uyur halde gördüm. Uyuma opsiyonum var diyerek geri yöneldim. Yatak odasının hemen yanındaki banyodan henüz saçlarını yıkamış olan Emrah gülüyordu ve sırayı Tutku’ya devrediyordu. Bir koridordan ziyade oda gibi olan ortadaki masada Cem’in yanına çökmüştü, Tanju salonda Çağrı’nın başında onu uyandırmak için uğraşıyordu.
Cem’e yaptığı bu “kara sik” muhabbetinin ne olduğunu sordum Emrah’a.
Tanju bitti hemen yanıbaşımızda. Emrah,
“Sabah beni uyandırdı hemen, ‘gel bak sana ne göstercem?’ diye.”
Tanju’ya baktım, devam etti.
“Ama toparlanmışsın abi ben gelene kadar.”
Sonra da aramızda ezelden beridir parola gibi olmuş olan soruyu sordu Tanju: “Ben orda değildim, sen orda mıydın?”
Emrah’ın ifadesine göre benim pipim donun arasından çıkmış da öyle uyuyormuşum ve bunu fark eden Tanju koşup “Gel bak sana ne göstericem?” diye sürüklemişti onu.
“Böyle bir iddiayı ortaya atıyorsan,” dedim, “kanıtlamakla da mükellefsin kardeşim.”
Eğer böyle bir şey gerçekten yaşanmış olsaydı arkadaş grubumuzda fotoğrafla belgelenmemesi imkansızdı. İspat yoktu, içim rahattı ancak yine de tevatür dahi olsa komikti.
Çağrı bir hışımla kaktı,
“Ulan,” dedi, “Sana yazıklar olsun be! Kadın belki yüz, belki de yüz elli yaşında kadının, sen utanmadan nasıl tertemiz çarşaflarına penisini sürüyosun?”
Dokuzdere göletine gitmek üzere yola çıktık. Arkada çok sıkışıyoruz diye bu defa Tutku öne oturdu. Biz arkada soldan sağa ben, Çağrı, Emrah ve Cem dizilimindeydik. Yolda bira almak ve kahvaltı etmek için durduk, hamburgerlerimizi yiyip nevaleyi alarak devam ettik. Tanju şımarmaya, Cem çanak tutmaya, ben gülme krizine, Çağrı ve Emrah şakalar yapmaya, Tutku’nun ise yüreği yarılmaya devam ediyordu. Bu nedenle dönüşte,
“Sikicem yapcaanız işi, arkası daha güvenli.” diyerek, bu defa arka sağ başa geçmişti, Emrah yanımdaydı ve Çağrı öne oturmuştu.
Son geldiğimizde sevgilim de bizimleydi. Aynı yerde, benzer şekilde uzanıp ağaçların arasına karşımızda ortada ufak bir ada bulunan ancak suları acayip derecede çekilmiş gölü izleyerek çektik biralarımızı. Cem kendi halinde takılan bir bok böceğini eline aldı, biraz onunla ilgilenip savurdu; bizden uzağa, gölden tarafa. Tutku kalktı sonra indi aşağı. Takılıyordu kendi halinde, suların çekilmesiyle yüzeye çıkmış çöplerin arasında dolanıyordu, çamurların üzerinde. Kopmuş kuru bir dalı alıp çamurun yüzeyinde delik açmaya, sonra bu deliği kanırtmaya başladı. Cem yanına indi, inerken Tanju taş, kozalak; artık eline ne geçerse ona fırlattı. Bir müddet öyle takıldılar beraber, ben de yanlarına indim.
Buraya geleli beri ağzımızı bıçak açmıyordu, Tutku elindeki dalla çamurla uğraşıyordu, Cem kıpırtısız onu izliyordu. Ben niye rahatımı bozup yanlarına inmiştim bilmiyordun? Yakından onları, yukardakiler daha uzaktan bizi izliyordu, sonra onlar da indiler. Amaçsız, sükunetle dikildik biralar bitene değin. Yukarı çıkarken ufak da olsa çakıllar ve kozalaklarla birbirimizi hedef gözeterek ve yavaş da sayılmayacak şekilde vurmaya devam ettik. Bazıları isabet ediyordu ve isabet alanların canları yanıyordu ama kimse ağzını açmıyordu.
Yukarı çıkınca, yan taraftaki yoldan; gitmeden önce yürüyüş yapma kararı aldık hiç konuşmadan, birbirimize bakmadan. Sanki aynı sinir sisteminin parçaları olan ortak bir organizmaydık. Buraya Sevdam’la gelip, bu yolu beraber de yürümüştük. Dün de o kumların üzerinde, o gökyüzünün altında, o denize beraberce bakmıştık diye geçirmiştim içimden. Her hafta piknik yaptığımız çocukluğumun hafta sonları gibi.
O zaman, dönüşte arabanın altı vurmasın diye çocuklar anayola çıkana kadar yürüyecekti, biz Tanju ile beraber arabaya binmiştik. Tanju anayola çıkınca ileriden geri döneceği için onları beklememiş, Çanakkale istikametinde sürüp ilk dönüşten geri dönerek, onların çıkacağı sapağın birkaç kilometre önünde durmuştu. O zaman şimdikinden farklı olarak hava dayanılmaz sıcaktı, sevgilim kazağını yırtmak istemişti hatta. Garibim çocuklar güneşin bağrında; önce çamur içindeki keçi yolundan geçerek, daha sonra otobana çıkıp canlarını tehlikeye atarak; kilometrelerce yürüyüp sonuna yanımıza gelebildiklerinde sinir küpü olmuşlardı. O zaman da hiç konuşmadan arabaya binmişlerdi, Tanju onlara;
“Siz yürüdünüz ama biz de o kadar bekledik.” demişti, böylelikle bir şekilde ödeşmiş oluyorduk.
Yolda giderken,
“Dayı siz niye o kadar yürüdünüz ya?” diyerek güldüğümde hiç kimse ağzını açıp tek kelime etmemişti.
Bu sefer öyle olmamıştı, hepimiz arabadaydık ancak o yanımızda değildi. Rahmetli başkanın son eseri olan Cennet Parkı’nın hemen yanındaki barajda devam etmeye karar vermiştik. Benim zamanımda hiç böyle değildi, mekanlar açılmıştı baraj manzaralı ve baraja karşı sürüsüyle araba çekilmişti. Yol boyunca da yine aynı şekilde, boş yollarda insan hayatını hiçe sayarak tehlikeye atmıştık. Barajda da içtikten sonra o karşıdaki mekanlara gidelim dedik. Emrah’ın hafta sonu tatili bitiyordu ve gönül koyan annesini kırmamak için Tutku’nun da o akşam artık dönmesi gerekiyordu. Biz böyle gayet iyiydik lâkin annesi de kesinlikle haksız sayılmazdı. Ona,
“Dayı on beş dakika olsun insan gibi sohbet edemedik.” demiştim hayıflanarak, beni,
“Olsun gene gelicem heh.” diye yanıtlayınca,
“Üüüüüh amınakoyim senin.” demiştim.
Gelip çatmıştı, otogara doğru yola çıkmıştık artık ve aynı manyaklıkla kullanmaya devam ediyorduk arabayı. Ben kahkaha kahkahaya gidiyordum.
Tutku, “Bu kızan Schadenfreude!” dedi, alakası bile yoktu.
Çağrı, “MCÖ, bizim sakat kalıcak olmamızdan neden bu kadar zevk alıyosun?” dedi.
Ona, “Fazla şişirme bakalım, şişeleri tokuşturalım.” dedim.
“Dayı çok ters.” dedi.
“Camı aç.” dedim.
Bölge Trafik'in önünden tam bir trafik canavarı olarak geçerken, arabanın üzerinden tokuştruduk şişeleri.
Dünyanın çeşitli yerlerinden, çeşitli uluslarına mensup, birbirini tanımayan insanların; çeşitli yüz ifadelerinin bulunduğu ve yine birbirini tanımayan çeşitli insanlara gösterilen fotoğraflarının olduğu bir Darwin deneyi vardı. İnsanlardan fotoğraflara bakarak gördüğü ifadelerin hangi duyguya ait olduğunu bilmeleri isteniyordu. Farklı diller, bambaşka kültürler, özgün davranışlara rağmen; ifade edilen duygular evrenseldi ve insanlar bunu kolaylıkla saptayabilmişti. Üstelik sadece aynı duygulara sahip olanlar biz olmadığımız gibi, aynı tepkileri vermek için kullandığımız; yüzümüzdeki mimik kaslarımız da yalnızca bize özgü değildi. Maymun kuzenlerimiz de bizle benzer şekilde hissedip bunu ifade etmek için bizimle aynı kasları kullanıyordu. Bir farkla, onlar kaşlarını çatmayı bilmiyorlardı.
Biz, açtığımız camlardan belden üstümüzü içeri soktuk, sokmamıştık ki neye uğradığımızı şaşırdım. Aynı anda her şey dönmeye, parçalanmaya ve iç içe geçmeye başladı şiddetli bir acı eşliğinde. Aynı anda hem hareket eden bir cismin içinde hareketsiz, atalete devam etme eğilimdeydik doğal olarak; hem de kavrayamadığımız bir şekilde buna karşı koymaya çalışıyorduk. Aynı anda hem her şey ani hem de ağır çekimde oluyordu. Yüklendiği enerjiyle saçılmaya çalışırken birbirine giren parçacıklara dönüşüvermiştik; bu muhteşem gösteride kaosun kendisi olarak sahnedeydik. Sıra bize de gelmişti en sonunda. Böyle anlarda insan şoka giriyordu, acı dayanılmaz olduğunda beynimizin salgıladığı hormonlar bize huzur, dinginlik ve haz veriyordu. “Yatayım acık.” diyordu insan, ışığa doğru.
Sırrını çözdüğüm evrenle birdim sonunda. Aklımda kayıtları defalarca silinmiş, çeşitli yerlerinden defalarca kopan ve izlemeye tahammül edemesem de mecbur kaldığım, hep aynı yerinde takılı kalan film; “Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur.” dercesine. “Nasıl da yılları buldu, bir mısra boyu maceram?” diyorum, sonra “HER ŞEYE!” diyerek o “Sizin için insan kardeşlerim” diye başlayan şiirin sonunu anımsıyorum.
Kelimenin gerçek anlamında kelle koltuktayım veya koltuklarla benden arta kalanda. Sıkışmış boynum, başım sağ tarafıma dönük. Ağzımdan, burnumdan gelen kanlar eşliğinde öğürme refleksiyle kusuyorum. Kanamalarım da bir yandan devam ederken güçlükle gözlerimi biraz yukarılara doğru kaydırıyorum ve o karanlıkta yuvalarından uğramış dehşet içinde bakan Tutku’nun gözleriyle karşılaşıyorum, muhtemelen çığlık çığlığa haykırıyor veya haykrımak istiyor. O gözlerin içine bakarak basıyorum kahkahayı, oluk oluk kan boşanırken ağzımdan.