14 Ekim 2017 Cumartesi

RULET

Bizim çocuklarla buluşacağız, o kadar yol yürüdüğüm halde yine ilk ben gelmiş oluyorum. Hep böyle oluyor, maç izleyecek oluyoruz, kalkıp ben yer tutuyorum, bazen işi olmayan müsait arkadaşlarım da olsa veya çok bekletmeden gelseler bile saatlerce tek başına oturup beklediğim de oluyor. Onlara kızmak istemiyor veya haksızlığa uğramış olduğumu düşünmüyorum ama yine de her gün hiç kimse yoksa bile tek müsait boş adam ben oluyorum, evi en uzak, yolu en uzun da benim oysa ki. Neyse geldim diye çaldırayım da insin aşağı, bu saatte buluşacağız dedik ama yine birinci ben oldum.

Neyse ki çok bekletmeden indi, aslına bakarsanız eskiden koca yazın her günü ve nereden baksanız kış sezonunda haftanın yarısı böyle de olsa artık hepimiz büyüdük; kimimiz askerliği yaptı, yapıyor veya yapacak, iş güç koşturanlar, evlenmeye kalkanlar mı dersin; kocaman bir sıkıntı bir büyük bol o’lu ooooooooooof. Ben hala öğrenciyim ama yüksek lisans yapan arkadaşları saymazsak ki; bazıları bir yandan da ekmeğinin peşinde çalışıyor da; içimizde öğrenciliğini sürdüren iki kişi kaldık. Çalışma hayatı ayrı bir dert, benim içinde bulunduğum öğrencilik hayatı bambaşka bir dert. Şimdi henüz açılmamış önümdeki bölümleri düşünüp içimi daha da karartmak istemiyorum, benim derdim bana yeter. Hem biz içimizi karartmak için toplanmıyoruz, koşullar her ne olursa olsun, yalnız da olsak gülecek, dalga geçecek bir taraf bulup bu şekilde başa çıkıyoruz hayatla, bir arada olunca tabii başka. O zaman her şey çok daha kolay, çok daha katlanılır. Kaç defa aklıma geldi bazen bazılarını aradığım da oldu; beni anlayacak, yol gösterip, yardımcı olacak, aklı gücü yetmese bile benimle duygu ortaklığı yaşayacak dostlarımı aramak; bazen arayamadım, bazı şeyleri onlara hiç anlatmadım. Araya mesafe ve zaman girince ister istemez bir kopukluk oluyor işte. Sonra bazen bakıyorsun ki tencere dibin kara seninki benden kara. Merhemi yok ki kendi başına sürsün, evde kendi başını bağlayamamış ki düğünde gelin başı bağlasın. Birbirimizden uzak da olsak o kadar salağız ve birbirimize benziyoruz ki; benzer yollardan geçip aşağı yukarı aynı hataları yapsak bile bunun farkına varamamış halimizle bile yine birbirimizi en iyi biz anlarız. Hiç tövbe etmeyiz, yüz bin kere şarap içer, üstüne yine içeriz. İster istemez değişiyoruz da, çoğu zaman bunu anlayabilmek için uzun süre görüşmediğimiz arkadaşlarımızla bir araya gelmemiz gerekiyor; hem kendimdeki, hem onlardaki hem de hepimizi sarmalayan evrenle beraber bizim kabilemizi.
Bu gece de tam kadro değiliz zaten nereden baksan bir on senedir tam kadro olamıyoruz. Ama birlikte olduğumuzda yuva sıcaklığını, mutlak güveni, arada hüzünlensek bile taşkın kahkahaları, coşkun davranışları, şımarıklığı ve eğlenceyi doruklarda yaşıyoruz. Biz hem birbirimizi hem de bir araya geldiğimizde oluşturduğumuz bu ortamı özlediğimiz için burada toplanıp bir yerlere gideceğiz, sonra da sohbet bizi nereye götürürse. Bu geceden de ümitliyim, bu geceden ve gecelerden olan olan ümidim hayat karşısındaki bütün ümitsizliklerime karşı bir cevap; bütün kayıplarıma karşı bir zafer, bütün zararlara karşı bir kâr. Ölüyoruz ve bundan sonrası yok, hayatta kalmaya devam edebilmek için felekten ne kadar gece çalabilsek ömrümüz o kadar uzayacak.
Gülümseyerek bana yaklaşıyor sıcacık, önce yumruklarımızı tokuşturup sonra sarılıyoruz:
“Nabıyosun Cem?” diye gülerek söze başlıyor, ben de gülüyorum.
“İyidir be usta, senden naber?”

***

Hava sıcak, böyle olunca daha çok terliyorum. Bir türlü veremediğim fazla kilolarım ve üstümden atamadığım beni soluksuz bırakan gerginliğim var. Biraz gevşemeye, iyi vakit geçirmeye, gülüp eğlenmeye ihtiyacım var. Bu çocukları seviyorum, şu hayatta arkadaşım diyebileceğim kaç kişi kaldı hepi topu zaten? Yine de aramızda uçurumlar, görünmez duvarlar var, anlayamazlar. Birkaç zaman önce anlatmaya kalktığımda dinlemediler, dalgaya vurdular, bir şey diyemedim; şimdiyse ne anlatacak haldeyim, aslına bakarsanız ne de anlatasım var.
Onların bu halleri de dahil her şey benim sinirimi bozuyor, yalnız kalmak istiyorum; yalnız olduğumdaysa daha kötü oluyorum. Bir kız arkadaşım olsaydı diyorum; tuzu kurular olsa ne yapacaksın be abi diyorlar; siz ne yapıyorsanız onu işte. Bunu bile anlamıyorlar. Onlar hiçbir zaman benim kadar yalnız kalmadılar, ellerinde bulunanların kıymetini asla anlayamazlar ve son tahlilde elbette beni de anlayamazlar. Ben de anlayamazdım, bazı şeyleri denemeden bilemezsin.
Aslında kadınlar da çok tehlikeli yaratıklar, güvenemezsin; sanırım doğaları gereği seni sırtından hançerlemeye meyilliler, erkeklerse biraz daha saf kalıyor; kadınlar daha güçlü olanı, erkeklerse herkesi istiyor; şimdi ben böyle deyince de erkeklere git o zaman diyorlar, işleri güçleri dalga geçmek. Umarım benim gibi eşekten düşmüş karpuza dönmezler de ben bir de onlara üzülmem, onlarla beraber neşelenir ve havaya girerim.
İlginçtir ki, onlar da aslında pek konuşmaz; bakarsanız yaptıkları sabahtan akşama kadar boş muhabbet ama bazen bir şeyler anlatacak olsalar; ben dinlerim, onları herkes dinler. Onlar kendileriyle hala dalga geçebiliyor, ben kendime acımayı bırakamıyorum; ben anlatmaya çalışınca kimse beni dinlemiyor, kırılıyorum. Kötü günler geçirmiş, zorlu yollardan geçmiş de olsalar; şakayla, şamatayla bir şekilde ayakta kalabiliyorlar. Ben de onları anlayamıyorum; ya benim kadar duygusal değiller veya da benim kadar zayıf. Böyle diyorum ama duygusallık da zayıflıktır, benim güçlü olmam gerekir ama ben güçsüzüm, onlar güçlü. Ben insanlardan kaçıyorum, insanlar benden; sonunda bütün isyanımı kendi içimde yapayalnız yaşıyorum, harabeye dönüyorum, kendime acıyorum, çırpındıkça daha çok batıyorum, hep yanlış kararlar alıyorum ve daha beter oluyorum. Aslında bu adamlar beni dinlemeye çalışıyor, anlamak istiyor ve yanımdalar da ama karşılıklı olarak beceremiyoruz işte.
İkisi buluşmuş bile, yanlarına gidiyorum, hava çok sıcak ve terliyorum. Acaba ilk hamle kimden gelecek, ben mi selam vereceğim yoksa onlara cevap mı vereceğim? İlk hareket benden gelirse “merhaba” diyebilirim, peki onlar ne diyecekler? Ne diyecekler sanki; ya ilk hamle onlardan gelirse ben ne karşılık vereceğim?
Derken beni fark ettiler bile, gülerek bana yaklaşıyorlar, benim yeterli düşünmeme zaman kalmadan, Cem:
“Hoşgeldin n’apıyosun?”
Kafamdaki soru işaretlerini atamadan üzerimdeki şaşkınlıkla Tolga’ya dönüyorum, bana bakıp gülümsüyor; hem onun bakışlarından ve gülümsemesinden hem de şaşkınlığımı belli etmekten rahatsız oluyorum. Şimdi donukluk zamanı değil, kan ter içinde kaldım, gülümseyerek:
“Selam” diyebiliyorum.
Arkadan yine buz gibi bir sessizlik oluyor, bir anlığına ama benim ömrümden ömür gidiyor.

***
Bizimkileri beklerken ayaküstü Cem’le laflamaya başlıyoruz, halimi hatrımı souyor:
“Napalım be kardeşim; iş, güç koşturuyoruz valla, böyle resmi tatiller de olmasa buraya gelicek vaktim yok; o kadar yoğunum ki kafamı kaldırıcak halim yok. Sen naptın, nasıl gidiyo okul, ufukta mezuniyet görünüyo mu?”
Her zamanki biraz mahcup ve şaşkın tavrıyla yanıtlıyor:
“Doğrudur be abi, benim okul devam ediyo, mezun olurum herhalde.”
“Herhalde mi? Emin değilsin yani. Olm kaç sene oldu senin, çalışmıyo musun, çalışsana. İşin gücün hep karı-kız, hep içmek, hep tek elinle asılma, acık da derslere asıl.”
“Olcak be abi, hepsi olcak.” diyor, önüne bakıp tebessüm ederek.
“Olcak tabi be, genç adamsın; çalışma hayatı da bok gibi, öğrenciliğin tadını çıkar ama zaman da geçiyo, al şimdi de askerlik derdi var.”
“Gitmesene askere, niye gidiyosun, beklesene bedelliyi?”
“Aga öyle diyosun da şimdi bu çalıştığım yerdeki şimdiki işimiz bitince ayrılıcam. Askerlik soruyolar, para vermiyolar, iş bulamıyosun, bekleyemem. Sizin işiniz iyi o yönden; bekleyin, acele etmeyin.”
“Ya bu bedelli işi çok saçma zaten; hem yaş sınırı koyuyolar, hem bi’sürü para alıyolar.”
“Öyle de usta, yapıcak bi şey yok, 88 değil 89 olsaydı ben de gitmecektim. Ne işim olur orda salak salak tipler, şeyler, çomarlar, abuk subuk muhabbetler, mantıksız saçma sapan hareketler, komutanı, bilmemnesi...”
“Savaşta ben hemen yere yatar, arkadaşımın kanını sürer ölü taklidi yaparım valla.”
Bu dediği nerden baksan on senelik muhabbet, hemen aklıma bir diğeri geliyor:
“Arkadaşımın kanı! Hahaha! Ne vardı bi de be... Sıkarsın sıkamazsın, nasıldı o muhabbet?”
“Dayı şimdi biz içiyoduk; Murat askerde operasyonda olsak, çatışmada ben gerillaya ateş etmem demişti; Mehmet de nasıl sıkmacan be abi çatışıyosun, onlar seni öldürcek, komutan emrediyo, askeri mahkeme var bilmemne; bizimki de yok diyo sıkmam. Sıkarsın sıkamazsın nasıl iddialaşıyolar ama, sonra Veli kalktı ayağa bira şişesini taktı şortunun önüne başladı; sıkarsın, sıkamazsın diye oynamaya... Şimdi Veli de Mehmet de askerdeler de onların sayesinde rahat rahat uyuyoruz. Veli hiç memnun değilmiş, çok sıkılıyomuş ama Mehmet’in keyfi yerinde.”
“Tabi be, adam sanki tatil köyünde gibi fotoğraflar paylaşıyo baksana.”, diyorum çünkü postlarından görüyoruz; herifteki rahatlık genel kurmay başkanında yok.
“Murat’la görüşebiliyo musunuz peki orda?”
“Bak size ne anlatıcam; ama şimdi olmaz, toplanalım, mekana gidince...” hem biraz gizem yapayım, hem de öyle ayaküstü anlatılacak mevzu değil. Önce bi toplanalım şöyle bir iki bira çakalım, anca öyle olur.
“Merak ettim ama öyle olsun, benim de anlatacaklarım var...”
“Gene crossfire mı ulan yoksa?”
“Neler neler be kardeşim, ama bekleceniz, öyle hemen olmaz. Kusura bakmacaksın.”
“İyi be, hadi bakalım,” derken, kaskatı bir halde, ağır adımlarla yanımıza yaklaşan arkadaşımızı fark ediyorum, “... Aha İsmail, geliyo.”
Cem:
“Hoşgeldin napıyosun?”
İsmail boncuk boncuk terlemiş, kaskatı bir halde, ifadesiz bana bakıyor, ben ona:
“Selam” diyor, ben de ona elimi uzatıyorum, selamlaşıyoruz sarılarak. Bu çocuğa nasıl davranmam gerektiğini bilemiyorum, bildiğim şey; ona bir ucube gibi davranıp kendisini rahatsız hissettirmemem gerektiği; arkadaşım o benim, bu çocukların hepsini seviyorum, yoksa ne işim var hala bunların arasında?
Bu lanet yerden kurtulduğuma seviniyorum; insana hiçbir şey vermeyen, körelten dandik bir kasaba. Akşama kadar emekliler gibi parkta oturup çay içerken boş muhabbet yapmaktan, internet kafeye gidip ergenler gibi oyun oynamaktan, geceleri de içmekten başka bir şey yapamazsın. Bunların hepsini hem de bu kadroyla yapmayı seviyorum ancak sürekli bu şekilde yaşamaya katlanamazdım. Üstelik sanayii bile olmadığı halde Türkiye’nin havası en kirli ilçesi, hem de değerler risk sınırlarının çok çok üstünde. Bu mevsimde hava iyi, kirlilik yok ama yine de burada yaşanmaz; bakma sen ailemi, böyle kırk yılda bir bizim çocukları görüyorum ama onlar da olmasa işim olmaz.
Bak yine gecikti, ulan bir kere de zamanında gelsin dişimi kıracağım, tanıdığımdan beri böyle. Sabaha kadar burada dikilecek değiliz:
“Cem, Murat Can sana bi şey dedi mi? Mesaj yaz şuna ya da dur ben arayayım... Açmıyo telefonu, kim bilir gene nerde unuttu? Çıktı mı acaba? Gelin biz yürüyelim, nasıl olsa yolumuzun üstü. Yolda karşılaşırız dicem ama evinin önünde de bi yarım saat bekleriz artık ya da eve gelince ararız, biz gidiyoruz sen oraya gelirsin deriz. Nereye gitcez derneğe mi?”
“Ne bileyim be abi, ya derneğe gideriz ya Fatih Abi’ye. Sen ne diyosun İsmail?”
“Benim için fark etmez, zaten çok durmicam, bi iki bira içer kalkarım.”
“Hadi Fatih Abi’ye gidelim o zaman, şimdi hiç Galatasaraylılar’ın maç muhabbetlerini çekemicem, hem anılarım var Fatih Abi’de, hahaha!” diyorum, onlar da gülerek onaylıyorlar beni, yürümeye başlıyoruz.
Ama neler neler be kardeşim; aynı evin insanı gibi olduk, beraber büyüdük; güldük, tartıştık, üzüldük, maceralar yaşadık, beraber sıkıldık; en son tanıdığımı bile liseden beri tanıyorum, hepsiyle o kadar çok şey paylaştık ki; yine birbirimizi özlüyoruz, buluyoruz ve kafa olarak da en çok yine birbirimizle uyuşuyoruz; piyasada çok salak var, bizim muhabbetleri hiç anlamıyorlar; onlar ancak bizim esprilerimizin konusu olurlar.
Geldik sayılır, dur bir daha arayayım; ben malımı biliyorum ama, neyse... Açmadı işte, yine şaşırtmadı. Bari mesaj yazayım: “başgan sizin evin önündeyiz yavaş yavaş fatih aga’ya doğru gidiyoruz gelirsin sen de acele etme.”
Biz de çok aceleci davranmıyoruz, biraz beklerken aşağıdaki bakkala girip hem sigara alıyorum, hem de Zeynur Abi’ye selam vermiş oluyoruz. O da bizi özlemiş, görünce yüzü gülüyor, inceden takılıyor bize. Zamanında az mı alışveriş yaptık, lisede annesi nöbetçiyken Murat Canlar’da içerken. Bizimkiler okul bahçesinde içecekleri zaman yine ondan alıyorlar ama ben hem çok seyrek geliyorum, hem de ilk tercihim mekânda içmek. Fiyatlar da son zamanlarda inanılmaz biçimde arttı, hem Murat Can’ın dediğine göre hepsinin yeri ayrı, her yerden içmenin tadı başka... derken iti an çomağı hazırla sonunda arıyor, telaşlı bir şekilde “Naptınız?” diyor, “şimdi evden çıkıyorum.” bakkaldan sigara aldığımızı hala aşağıda olduğumuzu söylüyorum, “hadi gel, bekliyoruz.”
Çok geçmeden ayağında terlikler iniyor aşağı, aylar olmuş; koşar adım gelip aceleyle hepimize sarılıyor sıradan, öpüşüyoruz ve bize:
“Aga, ne Fatih Abi’si be pavyona gidelim.” diyor.

***

Şu Tolga’daki rahatlık sülalesinde yoktur ha; onun bu rahatlığı, özgüveni ve kendisiyle barışıklığı karşısında darmadağın oluyorum. İnsan elbette ki ailesi olmuş dostlarının yanında da böylesine ev rahatlığında olmayacaksa; ortada herhangi bir tehdit veya bariz bir tehlike unsuru yoksa nerede rahat edebilir ki? Ben edemiyorum işte, onun karşısında daha çok gerilip, eziliyorum üstüne. Çıkmak kötü bir fikirdir belki, belki de iyi bir fikir yoktur benim gibiler için. Ama onun karşısında yalnız benim değil Cem’in bile dili dolaşıyor, paralize oluyor; ürkek, çekingen, mahcup bir şekilde başlasa bile durumu çok iyi idare ediyor. Krizi benden daha iyi yönetiyor, bu onun için krizden bile sayılmayabilir gerçi.
O da az değil gerçi, çakal. Çoğunlukla saf olduğu için zekasını kötülük hizmetinde kullanma becerisinden yoksun ama bu sanatı öğrenirse çok kötü bir insan olabilir. Gerçi Tolga da saf; genel olarak iyinin ve kötünün ayırdında ama hem bunlara hiç kafa yormuyor hem de bir şekilde kendini koruyabiliyor; ben koruyamıyorum işte. Sanırım biraz da şanslı, bense çok şanssızımdır. O da duygularını doruklarda yaşıyor, hislerini gizlemiyor, bu yüzden yanlışlara da düştüğü oluyor ama bir şekilde hayatta kalmayı beceriyor; sıyrılıp kendini bozmadan yaşamaya devam edebiliyor. Ben edemiyorum. Sanki onu koruyup, kollayan, gözeten görünmez bir el var da bende yok.
Ben niye böyleyim? Doğadaki yerimi bulamıyorum, şu ‘genel izleyici kitlesi’nden ayrıksı kabilede bile kendim olamıyor, kendimi yaşayamıyor, rahat edemiyorum. Yetmezmiş gibi şu samimi ortamda, bende de olması gereken ama asla sahip olamadığım onların rahatlığı bile bana batıyor. Yatacak yerim yok.
Bir sevgilim olsaydı; onunla oldukça basit ve mütevazi bir hayat sürseydik, ince zevklerimiz, küçük maceralarımız, ortak beğenilerimiz, birbirine uyan, karşılıklı olarak besleyen minik keşiflerimiz olsaydı. Beklentilere girmeden, dayatmalara aldırış etmeden ve birbirimize bağımlı olmadan kuvvetli sevgi bağları kurabilseydik; beraber gezilere gitsek, dağlara tırmansak, soğuktan birbirimize sokulup yıldızları seyretsek mesela, yeni çıkan bir albümü ilk defa birlikte dinlesek, ne bileyim en basitinden film izleyebilsek, kitaplar okuyup tartışabilsek, beraber müzik yapabilsek, sonra hoyratça sevişebilsek; sonsuz bir susuzlukla, açgözlülükle, olanca gücümüzle kan ter içinde yeri yerinden oynatsak; mesela kışın en keskin soğuk gecelerinde bile bütün evin camları buhar içinde kalsa, yatağımız sırılsıklam olsa ve çırılçıplak birbirimize sarılmışken uyuyakalsak, hiç üşümesek; sonra ben uyandığımda onun üstünü örtsem, üstüne titreyip onu seyrederken gözlerim dolsa, hatta ağlasam biraz ama o görmese, sonra tekrar uyuyakalsam o beni kendi meşrebince içinden geldiği gibi uyandırsa ve biz bunları yaparken aynı anda birbirimize şefkatle, nazikçe, utanarak dokunsak; olmadık yerlerde sevişsek, hiç aklımızda yokken hatta başka şeylere de zamanımız kalsın diye azaltma kararı aldığımız halde sevişirken bulsak, hiç bitmese, hiç yetmese, yalnızca kasıklarımızda ve karnımızda değil sevgimizin ortaya çıkardığı bu enerjiyi, bu hissi vücudumuzun her zerresinde hissetsek; bunun dışında hiç yapmam hatta hiç aklımıza bile gelmeyecek şeyleri beraber yapsak, birlikte gülüp geçebilsek, eğlenebilsek; belirsizliğin yarattığı kaygı ve korku karşısında birlikte güç ve cesaret bulsak, yine birbirimize sığınsak, yaralarımızı beraber sarsak, karşılıklı iki duble bir şeyler içebilsek, huzuru birbirimizde bulsak ve bütün dünyaya dağıtsak; ne dünya böyle bir yer olurdu ne de benim sırtım yere gelirdi. Ama bizim bütün toplumdan ayırdığımız ve en yüce duygularla sevdiğimiz, kendimizi adayıp prensi olmaya çalıştığımız insanlar da aslında öyle değiller, bu yanılsamanın arkasına sığınıp posamızı çıkardıktan sonra bizi kenara atan, sandığımız gibi eşşiz ve benzersiz, rahman ve rahim olmayan, sıradan kötü niyetli, kanımızı sömüren alçak insanlar. Evrimsel olarak böyleler ve bazıları -ki bunlar en tehlikeli olanları- bize bunu fark ettikten sonra dahi paçamızı bırakmayan, saplantıya dönüşen, bize eziyet etmekten zevk alan yaratıklar. Kimseye güvenemezsin, kalbini açamaz, kusurlarından ve çıplaklığından utanmadan gözün kapalı teslim olamaz, onun içinde kaybolmak, onunla tekrar var ve bir olmak için kendini adayamazsın. Onlardan korkuyorum, kendimden korkuyorum, onlar da benden kaçıyor, yapamıyorum.
Şu adamlara bakıyorum ve klişe olarak söylemiyorum; biz gerçekten kadınlar tarafından yetiştirilen, onlara hayran, onlara hasret ve onlar tarafından kalbi paramparça edilen, asla akıllanmayan ama artık biraz daha çekingen ve içine kapanmış erkekleriz. Şimdi ben bunları anlatmaya çalışsam hemen sözümü kesip; ‘ne varsa erkeklerde var, o zaman sana erkek bulalım’ diyecekler, biliyorum. Bu da onların geliştirdiği bir çeşit savunma mekanizması sanıyorum ama ben kendimi savunamıyorum. Savunmasız, güçsüz, düşkün ve acizim ve bir kere daha kendime acıyorum; bütün bu olan bitene anlam veremiyorum, onların da anlamadığını; okyanusu bilmeyen balık gibi neyin içinde olduklarının farkında olmayan, atılan oltalardaki yemlerin birine kapılan aptal turuncu balıklar olduklarını düşünüyorum; sonbaharın en hafif esintisiyle savrulup düşecek olan ama yine de dala tutunmaya çalışan kızarmış, turuncu yapraklar gibi. Onlara bol şans diliyorum, kendime bol şans diliyorum ve baharın gelişiyle kozasını yırtacak bin bir renk ve desendeki eşsiz kelebek güzelliğinde, o dallarda yeniden tomurcuklanmak için bekliyorum. Bekliyorum ama daha ne kadar, nereye kadar; bize de bahar gelecek mi sonunda?
Ben böyle beklerken, Cem avcuyla nazikçe hızlı hızlı birkaç defa art arda göbeğimi tokatlıyordu ve sonunda o da gelebilmişti; pavyona gitme fikriyle. Zaten cebimizdeki para kısıtlıydı, sonra buralar insanların öldürüldüğü kavgalar çıkan, yaşlı dedelerin köydeki ekinleri yediği, yetmeyip tarlayı tapanı satıp kendini sıfırlayarak hem kendi kıçını açıkta bıraktığı hem de çoluğun çocuğun rızkını yediği; ortamı leş, müzikleri leş, insanları leş; gencecik ve karta kaçmış hayatları mahvolmuş, sevilmeyi ve insan gibi yaşamayı hak eden kadınların meze olduğu iğrenç yerler, batakhanelerdi. Bu konuda hepimiz hemfikirdik, yine de muhabbetini yapmaktan; oradan şövalyece ablaları kurtarma muhabbeti yapmaktan ve oraya gitme ve de gidenlerin anlatıkları geyikleri yapmaktan da geri durmuyorduk.
Murat Can zaten tam bir kaçıktı; böyle leş ortamları sever, oraları koklamayı, gözlemlemeyi, oralara girip çıkarak tecrübe kazanmayı ve bunu entelektüel çıkarımları için kullanmaktan ziyade; leş eğlence anlayışını biraz daha abartarak, gülünç bir halde karikatürize etmekten ve eğer yanındaki topluluk bizim gibi değilse, onların şaşkınlığı ve eğlencesinden daha çok şımarıp dalga geçerek kullanmak için. Bizimleyken kendiyle, bizimle ve bazen kavga çıkartabilecek derecede etrafıyla uğraşırdı bu şekilde; hesapsız, kitapsız bir adam işte. Ne zaman sarhoş, ne zaman ayık veya ne zaman dalga geçiyor ne zaman ciddi anlamak gerçekten güçtü. Kendini Jim Morrison ve Che Guevara karışımı bir şey zannediyordu; sidikli ergenlerin ıslak rüyalarını süsleyen kıçımın Bukowski’si. Ama yine de, kimse samimiyetsiz ve yapmacık olduğunu söyleyemezdi. Rüzgara karşı işer, güneşe doğru uçar; kendini hor kullanmayı severdi. Yanar, yanıklarına merhem sürmez, doğrudan arabayı son gaz duvara sürerdi. Her ne kadar uzaktan; uzaklara bakan, düşünceli, dalgın görünen ve kafası önünde şairane ve akıllı, mantıklıymış gibi bir profil çizse de; davranışları rasyonel olmaktan olabildiğince uzak, tamamen duygusal ve tepkiseldi. Yalnız, birinin Cobain’i uyarması lazım sanırım; yirmi yediyi geçiyoruz ve hiçbirimiz ölmüyoruz, sadece acı çekiyoruz.
İşin kötüsü o da zayıftı; yalnızca yüzüne bakarak nasıl bir ruh hali içinde olduğunu anlayabilirdiniz. Bu onu tanıyan ve seven dostları için her ne kadar da iyi bir şeyse de kötü niyetli insanların elinde bir koz ve ölümcül bir silahtı. Her ne kadar gülmenin devrimciliğine inansa ve en kötü tablodan bile insanın sinirini bozacak derecede absürd bir komiklik çıkartsa ve karşısındaki bazen güldüğü için utansa ve kendini yine de tutamasa dahi, o insanları güldürmeyi ve beraber dalga geçerek başa çıkmayı tercih ederdi. Bu durum en azından benim için ona karşı acıma, ona ve onunla gülme ihtiyacı hissettirerek ve kendimden de pay biçerek onunla dayanışma kurmamı sağlardı. Belki de farkında olmaksızın yapıyordu bunu ama zannederim ki onun istediği de buydu; böyle zamanlarda anlık, ölçülemez küçüklükte minicik bir zamanda bakışlarımız ufacık kesişir ve kısacık selamlaşır birbirimizi anladığımızı onaylardık; ben anlam veremez acaba mı diye onun yüzüne bakarken. Bu zamanlarda o bakışlarını kaçırırdı, ısrarla kimsenin yüzüne bakmaz ama sanki anlaşılmayı bekler gibi kaçamak bakışlar atardı:
“Çağrı,” dedi, “keşke burda olsaydı. O zaman, Güven Abi bizi pavyona götürürdü.”
“Sahi,” dedi Tolga, “ulan, kırk yılın bir sırtı bir araya gelicez; yine evde oyun mu oynuyo yoksa?”
Bir yaz boyunca gerçekten dışarı bir defa çıkmış; kıpkırmızı gözlerle kısa bir süre yanımızda durup eve dönmüşlüğü de vardı hakikaten ama:
“Yok,” dedim, “Kale’de.”
Cem lafa girdi:
“Bok atıyo, yüksek lisans için, Tanju da gitti, hatta mezuniyet varmış; Meryem’in ailesiyle tanışacakmış.” ve hemen sesine ciddi ve gizemli bir bir hava vererek biraz boğuk bir tonda ekledi, “bu gece biz bizeyiz beyler.”
“Yapıcak bi şey yok, o zaman bu gece taksi tutup hep beraber Kale’ye gidicez.” dedi Murat Can. Biz şakayla karışık gayet ciddi bir şekilde ortaya attığı pavyon önerisinin şaka olduğu varsayımıyla ve oy birliğiyle reddedip meyhanenin yolunu tutarken. Artık bütün gece kulis çalışmaları yapacaktı bu pavyon işi için, kaçış yoktu bu konuda gerçekten ‘yapıcak bi şey yoktu.’

***

İçeri girdiğimizde, masaların hepsinde o aynı tanıdık yüzleri görüp selamladık; Fatih Abi barın arkasındaydı, o da bizi hoşladı. Önce ona yöneldik, tokalaştık, ben sarıldım da. Hem artık eskisi kadar sık göremiyor aksine binde bir görüyordum hem de yeni tanıştığım insanlara bile gayri ihtiyari sarılırım ben; her ne kadar artık daha dikkatli davranmaya, tanımadığım insanlara sarılmamaya hatta bazen tanıdıklarıma da sarılmamaya çalışsam bile, oluyordu böyle bazen; ama bu defa içimden gelmişti. O da sarıldı tabii, bu çok kısa sürdü ama sanırım beklemiyor olabilirdi, yine de bozuntuya vermedi.
Sonra alt kata yöneldik eski günlerdeki gibi. Hey yavrum hey! Burası havasızlık ve rutubetten ölürken, eski mobilyalarla, bir ve daha önceki boşlarımızın bizi karşıladığı, leş ve döküntü bir ortamken de orayı tercih ediyorduk; boyası, masaları ve tezgahıyla tadilattan geçip bara benzemiş haliyle de yine oraya gidiyorduk. Ne var ki eski hali yalnız bizim uğrak mekanımızken, yeni haliyle artık başka müşteriler için cazibe merkezi olmaya başlamıştı. Televizyonun karşısındaki masada başka bir grup oturuyordu, onlarla da selamlaşıp boş masalardan birine oturduk. Önce yerleşip sonra ne içeceğimize karar verip, sonra onu indirmeden biz yukarı çıkıp siparişlerimizi verirdik ki, bu çoğunlukla bira olurdu. En önde Tolga, sol tarafa oturdu, Cem karşısına, ben yanına geçtim benim karşımda da İsmail vardı.
Hayatı hiçbir zaman boklu gençlik dizileri tadında yaşamadık; daha ziyade Hababam ve One Flew Over Cuckoo’s Nest’le benzerlikler gösteren; hayatın içinden orijinal ve benzersiz karakterler barındıran yıldızlar topluluğu, rüya takım. Bakıyoruz; ‘aynı güneş ama göreceli olarak yaşlanıyoruz’, eskiden de her toplanmamız tam kadro olmuyordu belki ama o sıralar birlikte büyüdüğümüz için birbirimizden haberdar oluyorduk ve o zamanlar bilmesek de bu zamanlara kadar gelecek ve bundan sonrası için de kopması imkansız hale gelen bu kardeşliği büyütüyorduk kendimizle beraber.
Beni Facebook’a Tolga üye yapmıştı, sağ olsun; iletişimde kalabilelim diye. Sonra hepimiz bir şekilde aktif kullanmaya ve paylaşımlar üzerinden dönen muhabbetlerle en basitinden iletişimde kaldık. Bir zaman geldi sonra, herkes köşesine çekildi ve o zamanlarda hem hayatın içinde geçtiğimiz evreler hem de içinde bulunduğumuz çevreler haliyle birbirinden farklılaşmıştı; hatta bazı arkadaşlarımız bambaşka yörüngelere sapmıştı, ister istemez bazı kopuşlar yaşandı; öte yandan bazı arkadaşlarımızın arkadaşlarıyla tanışıp yepyeni arkadaşlıklar kurmaya ve bu zinciri büyütmeye başlamıştık anlamadan. Sonra yine grup sohbetini keşfettik ve dünyanın her nerelerinde ve hangi şartlarda olursak olalım; hayattan alamadığımız tadı o küçük pencerede yakalamaya başladık. Karşılaştığımız nadir insan; biraz bizim üzendeki etkilerimiz, biraz da onlardaki potansiyelin birleşimiyle bir Birleşik Şarap Hareketi hücresine dönüşüyordu ve pek azının birbiriyle tanışma fırsatı oldu. Yine şu bir gerçekti ki tanısalar birbirlerini kesin severlerdi, çünkü ayrı ayrı da olsa biz sevmiştik ve kafalarımız uymuştu. Geriye kalanların ölümcül çoğunluğu ne bizim şakalarımızı anlardı ne de on, on beş dakikadan uzun süre muhabbetleri çekilirdi ki aynı şekilde onlar da bize asla tahammül edemezdi.
“Evet,” dedim “beyler ne içiyoruz?”
Bira dediler,
“Ulan, ” dedim “ne rakı içiyorsunuz, ne pavyona geliyorsunuz?” ve ekledim; “İsterseniz sıkıdan birer bira vuralım sonra hemen pavyona kaçalım?”
Girişimlerimden müspet sonuç almak imkansız görünüyordu ama denemeye devam ediyordum:
“Ya, zaten kardeşlerimin çoğunu görememişim, elimizdekilerle şurda, su güzel günde bir araya gelmişiz; o kadar zaman olmuş iki rekat sohbete hasret kalmışız. Şurda gecenin sonuna kadar pinekleyip, birbirimizin suratına bakacağımıza, gelin bu güzel kardeşinizin kalbini kırmayın; hep beraber burdan pavyona gidelim, hem orda ortam daha müsait güzel güzel sohbetimizi ederiz, olmaz mı?” dedim, bayram reklamı tonlaması ve vurgularıyla.
Yüzlerine bakıyordum bir yandan, sonra topu İsmail’e attım:
“İsmail, bak kardeşim; sen gelirsen bu Cem zaten dünden razı, hep beraber Tolga’yı da ikna ettik miydi oldu bu iş, ha ne dersin? Tolga zaten bi defa gelse bizimle en önde o gidecek be kardeşim, toplayamacaz kızanı pavyonlardan. Bakma sen burda yaşantıyı sevmeyen tek bir adam bulamazsın.”
Ne yazık ki buradaki yaşantı ve eğlence anlayışı biz büyürken korkunç bir değişim geçirmişti; eskiden buralarda meyhaneler sokakları, sokakların meyhaneleri vardı, sonra birden bu pavyon modası çıktı, ülkede yükselen muhafazakarlık trendiyle beraber. Eskiden rastgele bir mekana girer, gönül rahatlığıyla içeceğini içer ve mekandan ayrılırdın; hoşuna giderse arkadaşlarınla birlikte tekrar gelirdin. Zamanla hepsi pavyona dönüştü ve bu açıdan zenginliğiyle su götürmeyen bu yerden ağız tadıyla iki bira içecek mekan bulmakta zorlanır olmuştun. En bayağı, iğrenç, eğlence anlayışı bir kültüre dönüşmeye başlamıştı. İki tane kadın bul, piyasadaki gelmiş geçmiş en boktan müzikleri daya, en boktan içkiler ve çöpten toplanmış mezelerle hesabı daya; yaşlı dayılar ter içinde ve yüzlerindeki en aşağılık ve iğrenç gülümsemeyle ve açgözlülükle söğüşlensinler. Yaptıkları işten nefret eden ve sonradan bu yüzden sinir krizlerine girecek kadınlar senle dans edip, dokunmana izin versinler, yüzüne gülsünler, yalandan bir çift tatlı söz söylesinler. Pırıl pırıl aslanlar gibi delikanlılar gelip olay çıkarsın birbirlerinin ve başkalarının canına kıysınlar. Evet bu eğlence, bu kültür, bu halkımız, kutsalımız, değerlimiz, yüce değerlerimiz, folklorumuz.
Biz de payımıza düşeni almak istiyoruz, oralara girip çıkmak, yaşadığımız toplumun canlı şahitleri olmak istiyoruz. Çünkü bizim etrafımızdaki insanlar; her ne kadar dini bütün, muhafazakar, milli şuuru olan insanlar da olsalar, bizimle pavyona gelirler ama hak arama, kendini savunma, zulme karşı direniş için eylemlere katılmaktan imtina ederler.
Biz sizin kötü davranışlarınıza, pespayeliklerinize, alçaklığınıza kılıf bulmanız, vicdanınızı rahatlatmanız ve normalleştirmeniz için değil; doğal yaşam alanınızda, en saf, katışıksız ve doğal halinizle, fabrika ayarlarında kendi gözlerimizle görmek, sizi daha iyi anlamak ve yakından tanımak için oradayız. Peki siz, çocuklara tecavüz edilirken, doğa, insan ne varsa katledilir, talan edilirken, şehirlerde bombalar patlar, sokaklara çıkma yasakları ilan edilir, en temel insan hakları ihlal edilip ne var ne yoksa hoyratça çiğnenirken Nuriye ve Semih açken neredesiniz? Cumaya mı gittiniz, yoksa insan olmak içinizden mi gelmiyor; bu hayatı insan gibi yaşayacak onur ve cesaretten yoksun musunuz yoksa? Ancak oturup kenardan, nefret dolu, düşmanca gözlerle mücadele edenlere bok atmayı, dedikodusunu yapmayı bilirsiniz. ‘Ya tamam, ben de karşıyım da böyle olmaz, bunlar şimdi içlerinde olanlar bölücülük yapacak, yoksa ben de karşıyım, samimi değiller.’ veya ‘Devlet düşmanı bunlar, kargaşa çıkarmak istiyolar, rahat batıyo, hain bunlar zaten, biz hak verdikçe tepemize çıktılar.’, ‘Ya şimdi bu olaya ben de karşıyım da bunlar siyaset yapıyo, örgüt kelimesini filan kullanıyo, yoksa ben de gelirim.’ daha neler neler; sonra da siz iyi tanıtımını yapamadınız biz ondan çekindik diyorlar.
Biz pazarlaması yapılan bir ürün veya tüccar değiliz; ortada bir mesele var ve açık. Dünyanın neresinde ve tarihin hangi evresinde olursa olsun haksızlıklara karşı çıkan birtakım insanlar var, işte biz onlardanız; siz de güçlünün yanında duran, korkan, boyun eğen, bize bok atan diğer insanlarsınız, bu kadar basit. Bizim size şirin görünmek, kendimizi ifade etmek için yaptığımız şeyin içini boşaltarak; kendimizden, amacımızdan ve yaptığımız şeyden taviz verecek ve böylelikle; size yaranacak, efendileriniz için zararsız olacak, kendini kandıracak tipler değiliz. Kendimizle, yaptıklarımız, yapacaklarımız ve yapmak istediklerimizle, amaçlarımızla gurur duyuyoruz; ancak ve ancak sizinle aynı dünyada yaşadığımız için utanıyoruz.
Ödüllü, saygın bilim insanının biri; gençler gündelik politikayla uğraşacağına bilimle uğraşsa keşke gibi bir şeyler demiş. Salakların belirlediği, aptalca gündelik olaylar ve gündemi oluşturan şeyler insanları öldürüyor, hayatlarımızı geri dönüşü imkansız şekilde değiştiriyor ve yine bu kişiler yüzünden; bilim ve bilimsel düşünceden uzak, insanı insan yapan kültürel ve sanatsal faaliyetlerden bihaber ve bunları üretemeyecek noktalarda kalıyoruz. Bilimsel düşüncenin, sanatın, insani olan her şeyin en temel sorununun sonuçları yüzünden güncel politikanın bizleri hapsettiği çıkmaz sokaklarda kalıyor ve buna isyan ediyoruz. Bu bilimi, teknolojiyi, birikimi ve emeği uzaya gitmek veya hastalıklara çare bulmak için mi kullanırsınız yoksa bomba mı yaparsınız ben karışmam diyen insan bilim insanı olamaz. Genç, hevesli, yaratıcı ve hayal gücü yüksek beyinlerin projelerinin reddedildiği; ipe sapa gelmez, aptal saptal çalışmaların desteklendiği; bilimin, bilimsel düşüncenin, eleştirel bakışın, sorgulamanın ve rasyonalitenin yasaklandığı, bilim insanlarının, eğitimcilerin işsizliğe, açlığa ve hapislere mahkum edildiği, her gün ölüm haberlerinin geldiği bir coğrafyada; bilim dışı, dinsel dogmalarla gencecik beyinlerin yıkandığı bir ortamda; biz ama bunlar benim problemim değil, ben işime bakarım bir şekilde insanlığa faydalı olurum diyemiyoruz. İnsanlığın olmadığı bu koşullarda başka alanlara itilmek ve mücadele ederek kazandığımız her mevziyle birlikte asıl alanlarımıza yönelmek için uğraşıyoruz. Biz öyle aklına estiğinde veya kahvede oturan adamlarla da aynı dili konuşup, aynı yorumları yaparak, aynı çıkarımlarda bulunmuyoruz. Biz başka türlü bir şey, farklı bir dünya öneriyoruz. Bunu yaparken de tamamen insani değerleri ön planda tutup bilimsel metotları kullanmaya ve çıkarımlarımızı tartışmaya, gerçekle yüzleştirip karşılaştırmaya, onun doğasını anlayıp değiştirmeye çalışıyoruz.
Sorun bilimsel düşünce ve insani değerlerden nasibini almamış insanların güncel politikayla uğraşmasından çok; güçlünün, haksızın arkasında durup, kendini kısmen veya bütünüyle onlarla özdeşleştirip ortaklık kurması, desteklemesi, uzak durması ve tüm bunlarla beraber; aylaklıktan sabahtan akşama kadar diğer insanları izleyip dedikodu malzemesi yapması, bunları birbirine anlatıp yorumlaması, büyütmesi, gündem haline getirmesi, bütün hayatlarını bunlarla doldurup bundan keyif almasıdır.
Adalet yerine güç, dayanışma yerine yakınlık, özgürlük yerine itaat ederek hayatta kalma, yaşam yerine kazanç, bilim yerine hurafe, yetkinlik yerine torpil, gerçek yerine safsata, zeka yerine kurnazlık, sevgi yerine faydanın, gerçek sorunlar yerine dedikoduların tercih edildiği yerde; bize düşen size yaranmak, kendimizi şirin göstermeye çalışarak alçalmak değil; bizzat dimdik, boyun eğmeden, gururla ve kendimizi saklamadan inkar etmeksizin bu tabloyu oluşturan hepinizin karşısında durmak; hepinize karşı faaliyet yürütmek, sizi ve bu dünyayı değiştirene kadar sizinle kavgalı olmaktır. Biz, efendileriniz gibi sizi dışlayan, küçük gören, aşağılayan veya varlığınızı tehdit eden insanlar değiliz; bazen hatta anlamadan bizimle arkadaş bile olabilirsiniz, tanıdıkça vay canına bunlar böyle miymiş diyerek şaşırabilirsiniz. Yaptığınız saygısızlıkların farkında bile değilken; yine de bizden en ufak bir saygısızlık bile göremezsiniz. Hatta saygısızca ve size yakışan çirkin politikalarınızla iğrenç saldırılarda bile bulunabilirsiniz ama ne yaparsanız yapın; bizi kendinize benzetemez, sizinle uzlaştıramaz ve kolay lokma haline getirip sindiremezsiniz.
Sizin için tek önemli olan şey kendi çıkarlarınızdır, eninde sonunda ucu size de dokunacak da olsa, sizi yakacak da olsa; son ana kadar saçlarınızı taramayı ve bir şekilde kendinizi dışında tutmayı başarabilirseniz öyle kalmayı ve hiç olmuyormuş gibi bir kayıtsızlık içinde olmayı tercih edersiniz. Yine sizi ilgilendirmediğini düşündüğünüz konularda kolaylıkla insanları kendi yüce muhafazakar değerlerinize göre yargılayıp, ayıplar ve yaftalarken aynı gündemin sizi de bağladığını gördüğünde anında çark eder, büyük bir ustalıkla manevranızı yapar, taraf değiştirir; yılların aydın beyni, açıkfikirlisi ve hoşgörü yumağına dönüşürsünüz ve çoğu zaman biz size ne dediğinizi ve neler yaptığınızı hatırlatmaya utanırız ve bazen ahmakça tecrübenin sizi değiştirdiğine, olgunlaştırdığına inanırız ancak yanılırız. Sizin insan doğası dediğiniz bu kaypaklık size, sizden çok önce bu yüce, kutsal ve muhafazakar fikirlerinizle çoktan işlemiş ve kökleşmiştir ve bu yeni konumlanışınızı kendinize kabul ettirmek için o pek yüce değerlerinizin altını oyar, açıklarını arar ve kendinize ve vicdanınıza uygun tali yollar, yeni kanallar açarsınız. Sözün özü; ben sizin ciğerinizi biliyorum, beş para etmez. Gücünüzü çoğunluk olmaktan, çoğunluğun yanında yer almaktan alırsınız ama aynı koşullarda azınlık olsanız; azınlık diye gördüğünüz insanların size aynı şekilde davranmasını hiç istemezsiniz ancak çoğunlukta güçlüde olduğunuz için bunu düşünmeye gerek yok. Diyelim ki azınlığa düştüğünüz o zaman etrafınızda bizim gibi insanları ararsınız, hakkınızı savunmak, mücadele etmek için; hatta mümkünse siz hiç ellerinizi kirletmeyin enayiyiz ya biz sizin için de kendimizi ateşe atarız, işimiz bu ya ve bunu reddettiğimizde suçlu muamelesi yapmaya kalkarsınız, işte bizi eleştirecek bir yer daha buldunuz: evet sizin meseleniz olunca sessiz kalıyoruz, ancak siz kendi yaptıklarınızın hesabını bize verdiniz mi? Siz bu zamana kadar neden insanlığın ortak meseleleri üzerine eğilmediniz acaba, niçin umursamadınız; kişiselleşmesi mi gerekirdi? Bu zamana dek aynı görüşleri savunup, aynı çirkinlikle insanların üzerine giderken sorun yoktu, çıkarlarınız çatışınca mı aklınız başınıza geldi? Varoluşlarıyla, yaşam tarzlarıyla ve etkinlikleriyle karşı duran insanları ne diye yalnız bıraktınız, bakın gün geldi siz de yalnız kaldınız? Kusura bakmayın ama biz laf olsun diye ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz!’ demiyoruz, bir gerçeği ifade ediyoruz; kendini nimetten sayan empatisiz insanlar. Bizim kazanımlarımız sizin de işinize gelirken, sizin bu kaypaklığınız, bencilliğiniz ve empatisizliğinizin cezasını da yine hep birlikte çekiyoruz. Bunları size evde öğretmediler, okulda da öğretmediler, izlediğiniz TV programları da vermedi, bizden de bir şeyler kapamadınız; zavallısınız.
Sırf bu yüzden değil ama bunlarla beraber bizimkilere dedim ki:
“Beyler o zaman ben biraları alıp geliyorum.”

***

“Ee.. Dayı anlatsana ne anlatıcaktın bize?” derken Cem bana; elinde biralarımızın olduğu tepsiyle Murat Can daldı, alaycılığı abartılı bir şekilde belli olan mahalle delikanlısı tavrıyla:
“Beyler, mevzu mu var? Anlattır bakalım, hiç anlattırmıyosun?”
“Anlatıcam be kardeşim, du bakalım acık, her şeyin bi sırası var; cart diye anayemeğe dalınır mı, bunun önsevişmesi var, hiç acele etmicen, elinden geldiğince uzun tutucan.”
“Uyuyakalırsam; geldiğimizde uyandırırsınız o zaman, bi köfte ekmek söylerim kendime.”
Cem araya girdi:
“Siktir git, kalk yerine yat o zaman; geldiğimizde ben sana kendi ellerimle yediricem.”
İsmail kendi kendine mırıldanırmış gibi, “Ohooo...” dedi.
Eğer yaşınız yetiyor olsaydı ve Leman’ı; okulda aynı dergiden bizle okumuş olsaydınız ya da yalnızca boklu gençlik dizileriyle filan boş kafalarınızı daha da aptallaştırıyor olmasaydınız; aramızda dönen Bahadır Boysal’a atıfta bulunduğumuz şu entelektüel sohbeti anlar ve bu anı bizimle paylaşabilirdiniz. Yine de hemen üzülmeyin, eğer hayatınızın herhangi bir evresinde Murat Can’ı tanıma şansına eriştiyseniz ve o sizi paylaşmaya layık bulduysa; sizin umrunuzda olmasa ve komik gelmese dahi içinden çıkan Sunay Akın’la uzun uzun ve heyecanlı heyecanlı kesin anlatırdı. Eğer kalbini kırdıysanız veya sizi o kadar önemsememişse bu fırsatı da yitirmiş olurdunuz. Neyse ki ben o değilim; hadi yine iyisiniz. Uzun uzun anlatıp yok yere kafanızı şişirecek değilim. Yine de sizden; birazdan anlatacaklarım ilginizi çekmese bile benim de kalbimi kırmamanızı rica ederim. İşinize gelmiyorsa dinlemeyin, gidin ötede oynayın ama gelip de benim dalgama taş atıp suyumu bulandırmayın; beni kendi denizinize işemek zorunda bırakmayın. Her ne kadar deniz metaforik de olsa işemek konusunda ne kadar ciddi olduğumu bilen bilir, ben o kadar söylüyorum.

***

Pazar sabahları tembelliğindeki Westernler’de olan yakınplan ve hızlı geçişlerle zaten birikmiş olan atmosferdeki gerilimi artıran yüz çekimleri, fırtına öncesi sessizlik; belki birazdan bu meyhane dağılacak, cam çerçeve inecek hatta belki silahlar konuşacak ve yer yerinden oynayacaktı. Poker masasındaydık adeta ve herkes birbirinin hareketini, silahına davranmasını, elini açmasını bekliyordu. Sessizlik arttıkça, bahisler yükseliyor ve herkesten flush royale bekleniyordu, belli herkesin eli sağlamdı. Belki de bu masadaki herkese yetecek ve üstüne seyirciye de kurşun artıracak, kimsenin sağ çıkamayacağı bir ruletti. Bir yerden başlamak gerekiyorsa ve söz konusu öldürmekse; kendinden başlamak en iyisiydi.
Kaskatı İsmail’in de yalnızca göz bebekleri oynuyor, yüzlerimiz üzerinde dolaşıyordu ancak, onun için ortam daha ziyade; insanı kasvete sokan, kısır döngüde, yersiz uzun tutulmaya çalışılan, insanı bayan, temposu yerlerde, oyunculukları da berbat, çekilmez olsa da genel izleyicinin ayıla bayıla müptelası olduğu bir yerli dizi sahnesi gibiydi. O tedirgindi; demek ki eli zayıftı veya kazanacağı bir oyunda iddiayı yükseltmekten korkan, arttıkça fenalaşan, usta kumarbazlar arasında güvensiz bir çaylak, yolunacak bir kaz gibi hissediyordu kendini. Aslına bakarsanız orasını bilemeyeceğim ama kendini ortaya atarak bu sessizliği bozacak, ilk kurşunu sıkacak olan bendim. Çünkü ben arkadaşlarım için yaşarım:
“Beyler,” dedim, “şu yan masadakiler gibi usta oldum bende. Görseniz tokat tokata gidiyorum Karabük’te.”
Murat Can:
“Ya olm, harbiden n’oldum demicen, n’oluyo lan dicen. Bu adamlar on sene öncesinde de böyleydi on beş sene öncesinde de. Büyüdüler, askerliklerini yaptılar, iş güç koşturuyolar, duruldular; biz efendi çocuklar çok bozduk kendimizi. Dalga geçtiğimiz adamlar gibi, yaramıyusa içmecen kardeşim dediğimiz adamlar gibi hatta daha saçma sapan şeyler yaparken bulduk kendimizi.” dedi ve ekledi, mimikleriyle desteklediği ve şiir okur gibi tonladığı yumuşak bir sesle, “niye böyle oldu Cem?”
“Çok sevdik be abi” dedim ben de şairane.
Tolga, olan biteni kabul etmiş, öfkesi dinmiş ancak acısı geçmemiş, ne fırtınalar kasırgalardan geçmiş, dalgalanmış da durulmuş çarşaf gibi dingin bir deniz edasıyla sordu:
“İnsan insana bunu yapar mı?”
Sanki orada değilmiş ve bir şeyler geçiyormuş da sesli düşünmüş, sayıklamış gibi belli belirsiz:
“Bunu yapan insan olamaz.” dedi İsmail.
Tolga o yakışıklı yüzünü hamur gibi dağıtarak ve sesine de verdiği yavşak ifadeyle:
“Ufsztfzsaa, içelim o zaman karşim” diyerek bardağını kaldırdı.
Murat Can önüne bakarak ciddi bir havada bardağını kaldırdı:
“Vuruşalım.” dedi.
Ben uzun yıllar bu anı beklemişim de ulan senin allahına kurban be der gibi kavradım bardağı; İsmail içinse zaman o kadar katlanılmaz ve ağır akıyormuş da o yine de her şeye geç kalıyormuş ve bu ağırlığından etrafındaki herkes ona gıcık oluyormuş da o bunu umursamıyor da üstelik öte geçip bundan zevk alıyormuşçasına ağır ağır kaldırdı bardağını, tokuşturduk. Sıkı bir yudum çektim ve İsmail’e bakınca bizim ne kadar aceleci olduğumuzu fark ettim, o sıkı yudumunu asfalta yapışmış bir sakız gibi uzatıyordu ve birinin onu spatulayla o asfalttan kazımasını bekliyordu içerken. Tolga’nın yüzü gülüyordu ve içtikten sonra oh çekip terini silen Murat Can’a:
“Sarma b’olm, hiç uğraşma yak burdan.” diyordu.
“Abi onlar beni kandırmıyo, şimdi bu ilk sigara bunu sarayım sonraki turlarda sizden alırım.” dedi.
“Ustalar,” dedim, sigaramdan bir nefes alıp, “Orda böyle doğru düzgün mekan yok, ya sokak şarapçılığı yapıyoruz ya birinin evinde içiyoruz -bazen gidiyorum ben içiyorum yalnız- genelde yurtta alıyorum içiyorum ama bi tane de club var,”
Murat Can Küçük İbo gibi yapma bunu mimikleri yaptı ama sözümü kesmedi, ben onu görünce güldüm istemsiz kendim kestim.
“Ya be dayı,” dedim, “ulan bu kardeşiniz neler çekiyo orda?”
Tolga:
“Bırak şimdi Cem, clubber olmuşun, ortamcı olmuşun orda, hiç bana şişirmeycen.”
“Neyse,” dedim, “konuya döneyim.”
“Lafı değiştirme,” dedi Murat Can, “ulan biz seni bunun için mi gönderdik? Asla böyle bi şeyi kabul edemem.”
“Neyi kabul edemecen be kardeşim? Mekana girdiğimde, Dj müziği kesip Hayko çalıyo heheeey!” dedim, ciddi ve yavşak bir tavırla.
“Breee,” dedi Tolga “demek orda da forsun var.”
“Tabi olm, ne sandınız, her yerde forsum vardır benim. Dj kabininde dans etmiş adamım ben. Millet gene nasıl içki ısmarlıyo, kendimi şaşırıyum. Bayılırım gene beleş içkiye, nasıl şımarıyum görseniz.”
Murat Can, Sefa Reis marşındaki gibi:
“Anlatsana kardeşlerine...”
Sükuneti sağlamıştım,
“Anlatıyorum işte be, dinlemiyosunuz ki,” diye yalandan çıkıştım, Devam ettim:
“Arkadaşlarla gittik işte yine bi akşam; bende gene hiç para yok, dedim gelmeyim, bizim bi arkadaş; sizden iyi olmasın, sevgilisinden ayrılmıştı, çok ısrar etti, dayanamadım...”
Murat Can:
“Ben de hiç dayanamam.”
 “... Nasıl çekiyum ama, dans etmeye başladım. Yan masada da orta yaşlı sayılır, bi yenge benle dans etmeye başladı, bayağı samimi dans ettik.”
Tolga:
“Hay, amnakoyim senin Cem, jigolo mu oldun yoksa? Hayallerimin mesleği.”
“Üüüüüüüüüüüüh!” dedi İsmail,
Tolga cevap verdi:
“Valla hiç öyle demecen İsmail. Gözlerimi kaparım vazifemi yaparım. Alın terimle paramı da alırım, temiz. Onların canı yok mu, onların da gönlünü yaparım? Amme hizmeti. Ee usta, devam et sen, finalde pompa var mı bana onu söyle. Haybeye muhabbet anlatma bize.”
“Bu kadar insan ağzının içine bakıyor, mutlu son için masaj salonlarına gönderme bizi.” dedi Murat Can.
“Dayı ben jigololuk da yaptım,” dedim, onlar ve benim için de ekstrem bir durum olduğunu bildiğim halde, olanca doğallığımla.
Normalde Tolga’dan beklediğim şaşkınlık ifadesini Murat Can’ın yüzünde ve ciddi olarak görmek beni de şaşırmıştı.
“Hadi canım,” dedi, büyüyen gözlerle, “gerçekten mi?”
İsmail’in de doğuştan dağınık ilgisi toplanmıştı ve ağzımdan dökülecek kelimelere dikkat kesilmişti, uzun zamandır aç bırakılmış bir av köpeği gibi,
“Kesin yapmıştır bu,” dedi Tolga gülerek, işi dalgaya vuran bir oydu.
Olmayan şeyleri olanca ciddiyetimizle anlatıp, palavra olduğunu bilip ciddiye alırmış gibi yapmışlığımız çoktur; hatta en bariz özelliklerimizden biridir. Bazen başka ortamlarda böyle şeyler yaparak insanların bizi ciddiye alışı ve verdiği tepkilerle, kendimizi düşürdüğümüz durumlarla o anda kendi içimizde eğlenir, sonra ilk fırsatta birbirimize anlatırdık ve sonunda eklerdik: “Adamlar sahi sandı, bir şey de diyemedim; zaten o noktadan sonra şimdi yaptığım gibi açıklamaya girişmek olayı kabul edip üstüne tüy dikmek gibi olurdu. Yani aslında anlattığım gerçek.” biz bilirdik ve kendi aramızda eğlenirdik, ama sanki şimdi öyle olmamıştı ve ben de bu sefer makara olsun diye palavra sıkmıyordum. Beni gerçekten ciddiye aldıklarına bile emin olamıyordum. Böyle zorluklarla da karşılaşıyorduk işte; belki bazen bir arkadaşımız bize olanca samimiyeti ve içtenliğiyle içini dökmeye çalışıyordu ve biz bunu anlamadan dinlemeden şaka olduğunu düşünüp, öyle davranıyorduk ki; bu şakamızın anlaşılmayıp ciddiye alınmasından katbekat vahimdi. Şimdi ben bilemiyordum, asla emin olamazdın, bilemezsin: Okan, Erol Büyükburç’a siz konserlerde eskiden pantolonun önüne salatalık koyuyormuşsunuz doğru mu dediğinde adam nasıl cevap vermeden sadece güldüyse biz de öyle yapıyorduk mecbur? O programı ben izlemiştim, terasta bizim çocuklara anlatmıştım; genel yargı “adam rock star be, yapar”dı ama ölümcül darbeyi; “Peki; konserde, sahnenin önüne gelip bacaklarını ayırıp dizlerinin üstüne çökse anana karşı hoşuna gider mi?” yorumuyla Murat vurmuştu.
Dedim, “Sakin olun bakalım acık, bunu dinleyin önce, daha ne hikayeler var abinizde?” ve devam ettim, “Sonra enişte geldi geldi bizim masadaki kızla dans etmeye kalktı, kolundan tuttu, hemen intikal ettim. Cüneyt Arkın gibi bi kesme atarsın adamın koluna, dedim sen hayırdır birader? Garsonlar araya girdi sonra adamı çıkardılar, benim yanıma gelip sakinleştirdiler filan çok şaşırdım.”
“Yani,” dedi Murat Can, “ben de şaşırdım, sen hem git milletin karısıyla, kızıyla oyna; adam gelsin gayet medeni bir şekilde, buna karşılık sizin masadaki bi kızla dans etmek istesin; sen de adama saldır. Harbi usta olmuşsun sen.”
Ben “Ya be!” derken biralarla beraber ısınma turu da bitiyordu derken beklenmedik atak İsmail’ten geldi.

***

Bu herifin hareketlerinde anlamlandıramadığım gibi tanımlayamadığım da bir abartı var. Tamamen uyuşturulmuş bir hayvan gibi; donuk gözlerinin arkasında bir yerlerde kabına sığmayan, debelenen, zor zapt edilen ve acı çeken, paralize olmuş vücudunun altında durmuş kalbinin derinliklerinde akmayan kanının katılaştığı damarlarında ve oksijensiz kalmış hücrelerinde; derinlere gizlenmiş bir imdat çığlığı, bir yaşam arzusu ve doyurulmamış açlık; uyuşmuş beynin içinde bir yerlerde sıkışıp kalmış ve geçirimsiz bir tabaka olan bedenine hapsolmuş vahşi bir hayvan.
Orada bir yerlerde olduğunu biliyoruz, ulaşılmaz olduğunu da anladık ve ayrıca nasıl yaklaşmamız gerektiğiniyse asla öğrenemedik. İnsanda korku, merhamet ve merak uyandıran; aynı zamanda gülünç ve hayret verici, korkunç ve üzücü karmaşık bir manzara. Şu balta girmemiş ormanlarda hiç kimse görmese ve bilmese de yıkılmış bir ağaç soyutluğu, soğukluğu, hüznü ve gerçekliğinde. Bir keresinde Veli bize, “Geçenlerde Kolombiya’da bir adam ölmüş.” dediğinde kendisi dahil hepimiz gülmüştük ve hemen ardından adamın gerilla olduğunu söylediğinde -politik doğruculuk bir yana- birden hayatla ve ölümle, insanla ve gerçeklikle bağlarını kurup bir süre sessiz kalarak düşünmüştük. Bu bizle, bilgi havuzunun hangi kısımlarının paylaşıldığı kadar, sunuluş şekli ve bizim içinde bulunduğumuz hayata ve insanlara olan bakışımızın nasıl kolaylıkla her şeyi normalleştirebildiğine ve algılarımızı koşullandırarak yaratılan beklentinin meselenin kendisinden bizi nasıl da uzaklaştırabildiğine ve bizi duyarsız pisliklere dönüştürdüğünü yüzümüze vuran çarpıcı bir örnekti.
Çoğunlukla yüzümüze bile baksa kilometrelerce öteden olan veya aslında belki de bizim görmediğimiz bir şeyleri seyreden, bilemiyorum belki de yalnızca boşluğu gören ya da içindeki bir şeylerle bir türlü bitmeyen ve sürekli kabaran bir hesaplaşmaya giren, öte yandan var olmaya ve varlığını onaylatmaya ölesiye susamış ve yine bunun için ölesiye çaba gösterip bir türlü başaramayan; vücudunda yaşam belirtisi gösteren tek yer yine ara ara açılan, zaman zaman irileşen gözbebekleriyle ve olanca hareketsizliğiyle gece ve gündüz kadar tezat oluşturan fıldır fıldır dönen gözleriydi. Hoşuna giden bir şeye gülmek için gerçekten onu tüketecek kan ter içinde bırakacak kadar emek vermek zorunda kalan ve bunun sonucunda; gerilen kasları, görünen dişleri ve hiçbir duygu belirtisi barındırmayan bakışlarıyla insanın ödünü patlatan bir görünüm alıyordu. Büyük oranda korkudan ve sizi rahatsız ettiğinden, tabii eğer tanıyor ve seviyorsanız bir parça merhametten ve de eser miktarda onu rahatsız etmemek için ona bakmaktan kaçınıyordunuz. Oysa muhtemelen sizin bakışlarınızda olduğu gibi kabul edilmeyi ve kabul edilecek şekilde bakıyor olduğunu görmeyi isterdi, sizde uyanan yargıların en iyi niyetlisinden kötüsüne zerresini görmek değil. Biz de başaramıyorduk işte ama çabalıyorduk da, onun kadar olmasa bile. Ne o istediği gibi olabiliyor, ne biz onun istediği gibi olabiliyor, ne biz ona karşı istediğimiz gibi olabiliyorduk ne de olması gerektiğini düşündüğümüz şey oluyordu.
Cem’in bizi havaya sokmak için anlattıklarıyla yaptığı muameleden sonra ben hem merakım hem de ağzımı açınca susmak bilmeyişimden ötürü Tolga’dan bir şeyler beklerken; sürpriz golcü olarak bizim İsmail oyuna dahil olmuştu. Bazen yalnızca oturur, terler ve giderdi; demek ki keyfi yerindeydi ve ufacık da olsa kendini rahat hissetmiş ve Cem’in muamelesinden memnun kalmıştı.
Kim bilir kafasında bize anlatmak için kurduğu veya görüp yaşadığı ne hikayeler vardı da bizim sekterliğimiz, gevezeliğimiz veya umursamazlığımızdan içinde patlıyordu. Belki de sahiden anlatacak hiçbir şeyi yoktu, olmuyordu.
Alışılmışın aksine kontrolsüz bir telaşla ve hararetle kıkırdayarak anlatmaya koyuldu, yine de vücudu alışkın değildi, aksıyordu; bana biraz dans eden Adnan Hoca’yı anımsattı bu hali. Benim de icraatım, benim de söyleyeceklerim var gururu ve onaylanmayı bekleyen çakmak çakmak olmuş fıldır fıldır gözleriyle ve yine terlemişti; yine mahvetti bizi, yine soktu birbiriyle çelişen duygular denizine:
“Yerel gazetelere çıktım, bikaç haber sitesi ve portala.” bir yandan da bizi kontrol ediyordu gözleriyle, hızlı bir şekilde.
“Baştan biraz soğuk ama girince alışıyosun” dedim, anlattıklarından ziyade yaşattıklarını kast ederek.
“Efendim?” dedi, birden bana dikkat kesilmişti, istemsizce irkildim.
“Hayrola,” dedim, “hayırdır inşallah?”
Bir seri katil serin kanlılığında anlatmaya başladı:
“Biliyosunuz, yeniyıla nasıl girersen öyle geçer derler. Evde yalnız oturmuş TV izliyodum, sıkıldım; çıkayım biraz dolaşayım hem bi temiz hava alayım dedim, yürüyüş yapmak iyi gelir. Çıktım sokağa bomboş; in, cin top oynuyor. Herkes bir yerlerde birileriyle eğlenip kendilerini yeniyıla hazırlıyor...”
İşte soluk soluğa bir maceranın sonuna geldik diye düşünürken uyuklamaya başlamıştım bile; hayatında maceraya yer olmayan adamlar, böyle sıradan, basit, tekdüze ilerleyip bir yere varmayan, haber değeri taşımayan ve içeriğinde en ufak bir aksiyon bulunmayan anılarını sanki bir bok varmış, haber değeri taşıyormuş gibi anlatıp etkilenmemizi beklerler ve anlattıklarına ve bizden bunu beklediklerine göre gerçekten etkilenmişlerdir ya; içinden küfür eder, dışından onun anlayamadığı bir alaycılıkla hadi canım dersin ve sinirden gülersin. Bu hikayenin bir yere varmayacağını başından anlamıştım ama yerel gazetelere de çıktığına göre gelecek olanın büyük ölçüde palavra, anlamsız ve tatsız tuzsuz bir şey olacağını tahmin ederek dinlemeye koyuldum. Sonra daha bu muhabbeti bitirmezdik de biz, sanki bir şey varmış gibi yalandan abartarak anlatıp gülerdik, eğer aramızdaysa o alayımızı anlamaz; onaylanmanın verdiği özgüven patlamasıyla kasım kasım kasılır ve bir süreliğine de olsa dünyalar onun olurdu. Benzer düşüncelerle birbirimize baktık, Tolga çaktırmadan yüzünü buruşturup sessizce “ne anlatıyu bu be gene” deyince Cem her ne kadar kendini kasmış ve gülmemeye yeminli olsa da beni biraz kıkırtı kaçırınca o da dayanamadı, o dayanamayınca Tolga da kahkayayı koyverdi.
Böyle olunca anlatmayı kesti ve anlam vermeye çalışan gözlerle bize baktı, dedim:
“Dayı sen anlat, biz dinliyoz. Benim zevzekliğim, az önce Cem’in hikayesinden kendi koluma kesme attım, hareket yaptım onlara sonra dikkatlerini bozmak için.”
O da zorlama ve onun için zor da olsa biraz tebessüm etti ve “Hmm... peki,” diyerek devam etti aynı duygusuz soğukkanlılıkla:
“Derken postanenin önüne geldim; sıra sıra ankesörlü telefon dizisi var, birinin önünde durdum, yaklaştım, ahizeyi aldım ve telefona vurmaya başladım. Kırdım yani, parçaladım.”
Burda o da tedirgin gözlerle bizi sürerek hızlıca tepkilerimizi taramaya başlamıştı ki, ilk kahkahayı “Hahaha” diye Tolga attı, peşinden Cem “Puhahaha!” diye, ben de biraz daha gecikmeli olarak hepimizin dahil olduğu aynı şokla katıldım, İsmail de az önceki yersiz gülüşümüzün ardından doğru yerde dikkat çekme ve beğenilmenin getirdiği rahatlık ve güvenle katıldı. Bunların hepsi milisaniyeler içinde, anlık, fotofinişin yakalayamayacağı faz farkıyla oldu.
Tolga, gülerken:
“Harbi delikanlıymışın usta, helal olsun. Ne istedin telefondan? Ama icraat budur yani.”
Cem, biraz soluklanıp ve ciddi bir tavır takınmaya çalışarak:
“Aga valla helal olsun be, ben de ustayım diye geçiniyorum burda.”
İsmail, mümkün mertebe gevşemiş ve kendine güveni gelmiş şekilde:
“Dahası var, durun...” Gözbebekleri kocaman olmuştu, boncuk boncuk terlemişti, ağzı kulaklarındaydı, katılaşmış vücudu ve göbeği titriyordu ve yine tüm bunlara rağmen aynı zamanda o donuk ifadesini de koruyordu.
“... Dakika geçmeden amcalar damladı; kimlik, alkol sordular. Dedim içmedim, inanmadılar, hastaneye götürdüler beni; kanımda alkol veya başka bi şeye rastlanmadı. Demiştim dedim...” Biraz durgunlaştı; sanırım yorulmuştu ve şimdi her ne kadar keyifle anlatsa da zaten diken gibi olan bünyesini iyice gerginleştiren sıkıcı, stres dolu ve doğal olarak onu korkutan, gereksiz şeyleri biraz daha ruhsuz, bıkkın ve hızlıca ama yine de yaşam belirtisi göstererek anlatmaya devam etti:
“... Sonra karakola gittik, ifademi aldılar; neden yaptığımı sordular; onlara bi sebebi olmadığını, çok sıkıldığımı ve yürüyüşe çıktığımı söyledim. Bi daha yapma diyerek bıraktılar...”
“Geçmiş olsun dayı,” dedim, Cem’le Tolga da başlarıyla onayladılar.
Biraz durdu, sonra “Sağolun dayı, eyvallah.” dedi, bir anda yine kendini kapatmıştı ama bize yönelttiği onay bekleyen tedirgin bakışlarıyla bir çıkış arıyordu. Bir süre sessiz kalıp, ona ve birbirimize bakıp bir kahkaha daha patlatıp devam edeceğiz herhalde diye düşünürken; birasından bir yudum ardından da derin bir nefes alıp yine gülümsemeye ve yaşam enerjisiyle dolmaya çalışarak devam etti:
“Yalan haber yapmışlar bi de, durun bulayım size; hatta siz de google’a yılbaşı sevgilisine kızan alkollü genç yazarsanız çıkar. ”
“Ee?” dedim, şaşarak, “olm sevgilin mi vardı, hiç bahsetmedin?”
Biraz daha canlanmış bir vaziyette:
“Yok işte, ondan yalan haber diyorum ya. Durun bulayım size de okuyun.” Telefonunu çıkardı, başını önüne eğdi. Cem de yanında olduğundan onunla birlikte telefona bakıyordu.
“Bir saniye,” dedi, yazarken, çok geçmeden, “işte burda. Alın okuyun.” ekranı bize doğrultup önümüzde gezdirdi.
Cem:
“Dursana be güzel kardeşim, hiçbi sikim göremedi kimse nasıl okuyalım, fotografik hafıza mı var bizde?”
Sanki hepimizde olması gerekiyormuş da ‘yok mu?’ dercesine baktı Cem’in yüzüne.
“Ver bakalım,” dedim, “Tolga okusun hepimize yüksek sesle, öğrenelim. Olur mu?” derken ikisine de sorarak yüzlerine baktım. Gülme geçtikten sonra Tolga’nın kaşları hafif havada, şaşkınlık ve tekrar gülmeye hazır bir ifade kalmıştı.
“Ver kardeşim ver, ben okuyim size. Hem ben de çok merak ettim.” diyerek elini İsmail’e doğru uzattı. İsmail yine bocaladı, sanki böyle bir şeyi hiç beklemiyordu da durduk yere telefonu istenmiş gibi anlam vermeye çalışarak baktı biraz. Tolga gayet ciddiydi, Cem’le birbirimize bakıp karşılıklı sağa sola kafalarımızı salladık, sonra da başlarımızı ve omuzlarımızı hafifçe yukarı kaldırıp dudaklarımızı kenarlarından aşağı doğru bükerek ve ellerimizi avuçlarımız yukarı bakacak konuma getirerek ‘benim de aklım ermedi’ anlamında hareket yaptık. İsmail telefonu uzattı sonunda ve külçe gibi, yığıldı sandalyesine yaslandı. Daha da tedirginleşmişti.
Tolga aldı telefonu, biraz kendi kendine “Hay amnakoyim ya hahaha,” diye söylenerek ve gülerek inceledikten sonra boğazını temizledi ve gözlerinden yavşaklık fışkıran büyük bir ciddiyetle:
“Beyler okuyorum, dinleyin:
‘Kız arkadaşına kızıp ankesörlü telefonu kırdı
Çorlu’da kız arkadaşının telefonuna çıkmamasına sinirlenen 23 yaşındaki İsmail L., ankesörlü telefonu kırıp kaçtı. Mobese kamera görüntülerini inceleyen polis ekiplerince kısa sürede yakalanan İsmail L. ifadesinin ardından serbest bırakıldı.’”
Açıklama bekleyen gözlerini ona dikti, bizim de kafalarımız İsmail’e çevrilmişti.
İlgiyi toplamak İsmail’in hoşuna gitmişti, tavrından rahatlıkla okunuyordu, biraz daha gevşemişti ama hâlâ çok gergindi, elinden geldiğince kıkırdayarak:
“Abi kaçmadım ki, hemen geldiler. O kadar zamanım bile yoktu.”
Tolga devam etti:
“’OLAY YERİNDEN KAÇTI

Olay, yılbaşı gecesi saat 01.30 sıralarında Omurtak Caddesi'nde meydana geldi. Ankesörlü telefon kulübesinden kız arkadaşını arayan İsmail L. telefona cevap alamayınca öfkesini ankesörlü telefondan çıkardı. Telefon ahizesini koparak ankesörü yumruklayan L., daha sonra olay yerinden kaçtı.’”
Biraz bekledi, İsmail bir şey demeyince devam etti ancak İsmail biraz tedirgin olmuştu şimdi, yan masaya da bakışlar atıyordu. Dikkatimi çektiği için ben de bir baktım, adamlar kendi aralarında içiyor ve maç seyrediyorlardı.
“’SERBEST BIRAKILDI

Görenlerin ihbarıyla gelen polis ekipleri, mobese kameraları üzerinden eşkalini belirlediği İsmail L.'yi kısa sürede yakalanarak gözaltına alındı. Cumhuriyet Polis Merkezi'nde ifadesi alınan L., kız arkadaşının telefonu açmamasına sinirlendiği için ankesörü kırdığını söyledi. Hakkında 'mala zarar verme' suçundan soruşturma başlatılan İsmail L., işlemlerinin ardından polis merkezinden serbest bırakıldı’”
Haliyle bakışlar yine İsmail’e çevrilmişti, yüzlerimizdeki sırıtmayla.
“Ben öyle bi şey demedim, hep uydurmuşlar.” duraksadı, ürkek ve utangaçça kendi kendine konuşuyormuş gibi ekledi, “Sevgilim olmadığı için yapmıştım aslında.”
Böyle yapmasına üzülüyordum işte, sorun bu değildi; evet bu adam yalnızdı ama asıl ihtiyacı olan tek şey kesinlikle ve yalnızca bir sevgili değildi. Böyle baktığı için daha da mutsuz, daha da çaresiz, insanlardan özellikle de kızlardan ve bizden daha da uzak kalıyordu ve kadınlar hakkındaki kulaktan dolma, yanlış fikirleri hep çarpıktı. Eskiden izlenecek daha çok film çıkıyordu ve bir bölümü taşra AVM sinemamıza da geliyordu, ben eğer izlemek istiyorsam yalnız gidiyordum; arada güzel oyunlar gelirdi, yine yalnız giderdim veya güzel konserler olurdu ben yine tek başıma giderdim. Tanıdıkları görürsem selamlaşırdım, belki kısa bir sohbet ama elbette sevdiğin ve anlaşabildiğin insanlarla bir şeyler paylaşmak çok daha keyifli ve anlamlı olurdu ama veya birileri sana eşlik edince, eşlik etmek isteyince dünyalar senin olurdu ama bunların olmayışı da senin güzel vakit geçirmene, hayattan küçük zevkler almana engel olmazdı; üstelik bazen sırf birileri olsun diyeceğin yerine iyi ki hiç kimse yok derdin. Yalnızlığın lüksünü, zevkini alamıyorlardı, hele bazıları vardı asla yalnız kalamazlardı. Onlar için ne yaptıkları veya kimlerle yaptıkları değil birileriyle topluca bir şey yapmaktı mesele ki bu düpedüz amacın sapması yani sapıklıkltı. Ben de böyle sapıkça zevklerin mezesi olmayı kişiliğime hakaret sayardım ve onlar da aslında ne yaptığını bilmez ve yaptıkları şeyden asla zevk alamaz, doyuma ulaşamazlardı. Yetişkin, orta yaşlı veya yaşlı da olsalar; ortamcı ergenlerden öteye gidemez, uygar dünyada özgür ve özgün bireyler olamaz; kabile toplumunda istatistik olmaktan öteye geçemez ve yaşamlarını kitlesel havucu takip eden eşekler olarak, popülizmden ayrılamayarak, boyun eğerlerdi. Elbette bu insanlar çok fazla reklamı dönüp ayağa düşmemişse benim gittiğim etkinlikleri tercih etmezlerdi; sinemada Recep, müzikte Serdar veya yöresel kafasikici faşistler, tiyatroda dizisi olan bilmemkimler veya çok daha kötü örneklerini tercih ederlerdi. Yaşamlarıyla doğru orantılı olarak beyinleri de gelişkin olmadığından tamamen dar kalıplar içinde düşünüp hayata bu açılardan bakabilir; dün popülerse gezici, bugün demokrasi kahramanı -ki eğer başarılı olsa darbeye alkış tutacaklardı- farkında olmasalar bile Türk-İslam sentezinin torunları ve serbest piyasanın çocukları olan; milliyetçi, muhafazakar, aynı zamanda liberal olabilen ucubelerdi. Öyle ki, utanmasalar değil; bize de soykırım, sürgün ve asimilasyonu gerçekleştirip silebilseler en kral Kemalist, sosyaldemokrat, sosyalist, komünist ve anarşistler, mutasavvıf ve nihlistler de onlar olacaktı. İşin kötüsü en iyi ihtimalle de öyle olduklarını sanıyorlardı. Daha kötüsü, tipik özellikleri olan kurnazlıkları, hırsları ve bencillikleri ve tanıdıkları vasıtasıyla köşeleri tutup ortasınıf ahlakı ikiyüzlülüğüyle görgüzüsüzce gösteriş yaparak böbürlenerek; kutsal ve doğru bir hayat yaşarlardı ve bunları başarı hikayeleri olarak, önümüze örnekler olarak sunup gelen nesilleri de zehirlerlerdi. Ben bu cehaleti Anadolu Çomarı tabirinin tam olarak çok iyi karşıladığını düşünüyorum, zekice ve esprili bir şekilde bulunmuş.
Bunu da bir nevi ‘yetmez ama evet’ olarak gördüğüm halde nerdeyse imam hatipler kapatılsın diyecektim de hem konumuzla bağlantısını kurmaları zor olur, hem ben şimdi oturup anlatmaya çalışmakla üşeniyorum diye onun yerine:
“Ben işemeye gideyim.” diyerek doğruldum.
Cem hemen koluma yapıştı:
“Yakışmaz usta” dedi, herzamanki gibi. Bu Davaro’da eşkıya olan Kemal Sunal’ın köyünde büyük itibar gördüğü ve kahraman gibi karşılanarak henüz sevişemediği eşinin yanına gitmek isterken alıkonulup kahveye oturtulduğu sahnede yakasına paçasına yapışıp zorla oturtan köylülerin yaptığı gibi hep yaptığı şeydi. Sanki hemen tuvalete gidip gelmeyecekmişim gibi beni büyük bir ciddiyetle ‘yakışmaz usta, şu ortam bozulmaz, valla olmaz, otur nereye gidiyosun be, ne güzel içiyoruz, daha içicez vs.’ diyerek ısrarla oturttuğu ve beni kahkaha krizine sokarak altıma işemem için zorladığı benim de bayıldığım gelenekselleşen ve en çok sevdiğim, hoşuma giden anlarımızdan biriydi. Evdeydim işte, ‘dostların arasında.’
“Gelince,” dedim, “ben anlattırcam size.” sıranın bana geldiğini düşünerek; çünkü ağzım açıldığı anda çenem düşer, ortamdaki insanları rehin alır bir sürü şeyler anlatmaya başlar ve asla sıra vermezdim. Bu huyumun önüne geçemediğim için ya gecenin sonuna kadar sessiz kalmaya çalışır ya da yol yakınken daha başındayken diğerlerini konuşmaya zorlardım. Onlar da bilirdi beni, ona göre anlatacaklarını anlatmaya başlarlardı.

***

O kadar ısrar etmeme; elinden, kolundan tutup yapışmama rağmen ardında bizi bırakıp gitti tuvalete. Gelsin de yeni biralara geçmeden biz de gidelim.
Hiç böyle davranışlar beklemediğim İsmail’e dönüp iyice ağzının içine girerek,
“Niye böyle şeyler yapıyusun be kardeşim?” dedim. Tolga bize gülüyordu, o ise gözlerini dikmiş gözlerime bakıyordu, dayanamadım ben de güldüm, o gülmedi. Gözlerini kırpıştırmasından rahatsız olduğunu anladım ben de fazla uzatmadım. Döndüm, bardağın dibini çektim. Biraz düşündüm ve üzüldüm de. Her şeyi bizden epey farklı ve biraz da paranoyakça değerlendiren; arkadaşlarına bile bazen gerçekten alındığını fark ettiğim, varolan sorunlarını yetmezmiş gibi daha da abartıp kendine yeni problemler ekleyip bunları biriktiren adam kim bilir başka ne patlamalar yaşıyordu içinde kimseler yokken ve bunlar hayra alamet de değildi üstelik; yenileri gelecek daha büyük patlamaların öncüleriydi belki de. Zaman geçtikçe neden her şey daha iyi olmak yerine kötüye gidiyor, boka saplanıyordu? Neden çaresiz ve ne yapacağımızı bilmez bir halde bocaladıkça daha çok batıyorduk? Ve nasıl bizi bitiren yaşadığımız dramları yüksek sesle dostlarımızla anlatırken duyduklarımıza, kendi ağzımızdan çıkanlara gülebiliyor, gülünç bulabiliyorduk?
“Kimler bira istiyor?” diyerek tuvaletten çıktı, Tolga onu görünce tuvalet için ayaklanmıştı, bizimkiler de bitmişti ama İsmail’inki yarıya yakındı:
“Ben içerim.” dedi Tolga, Murat Can’la beraber oyuncu değişikliği yapan futbolcular gibi birbirlerine beşlik çakıp sırtlarına vururken.
“Ben de alırım.” dedim.
“İyi,” dedi, “o zaman; kap getir bize biraları” bana.
Dedim “Du bakalım, daha ben de tuvalete gidicem.”
“Bekleriz be” dedi gülerek, ama oturmadan boşları doldurmaya çıkardı.

***

Benden sonra Cem gitti, Murat Can da bira almaya çıkmıştı. İsmail’le başbaşa kaldık. Bu çocuk tam bir psikopattı, tamam bize, çevresine bir zararı yok ama kendisine zarar verecek potansiyeli vardı, yazık. Birazdan beni parçalamaya niyetli bir yamyam gibi dişlerini bana göstererek gülümsedi, ben de ona gülümsedim. Beklerken telefonda bildirimlere, mesajlara şöyle bir baktım ki Cem gelmişti bile. Bu sefer benim yanıma geçip oturdu, hemen arkasından elinde biralarımızı taşıdığı tepsiyle Murat Can geldi.
Biralarımızı tokuşturup ilk yudumları aldık. Cem:
“Bi gün,” dedi ki sesinden ve tavrından çıkardığım kadarıyla; sanırım ciddi bir şeyler anlatacaktı “sevgilimle çok fena kavga edip ayrıldık ama moralim nasıl bozuk?”
“Geçmiş olsun kardeşim.” dedim, elimi omzuna atarak. Büyük ihtimalle artık yaşananlara değil, o günkü kendi haline üzülüyordu. Aslında insan önce uzunca bir süre yaşananlara, geride kalanlara, yarım kalanlara ve kapıldığı hayallere yani kendine üzülüyordu; sonra o günlerdeki kendi haline. İkincisi o kadar keskin ve kuvvetli olmuyordu, ama geçirilen zamanın niceliği ve niteliğiyle beraber geçen zamanla da doğru orantılı olarak yakıcılığı değişiyordu.
“Eyvallah, çok sağol.” dedi ve devam etti, “Siz de uzaktasınız, yoksunuz. O gün sizi çok aradım, yani telefon etmedim aramadım ama yanımda olmanızı çok isterdim.”
İşte bu hissi çok iyi bilirim. Ne mutlu bana ki yokluklarında, keşke burada olsanız derken bile iyi ki varsınız diyebildiğim insanlar tanıdım. Yokluklarını hissetmek bile var olduklarını kabul etmekti, o bile yeterdi.
“Uyumamıştım zaten, bakkallar açılır açılmaz kalktım...”
“Serseri gibi mi?” Murat Can araya girmişti, hoşuna gitti birden, gülerek cevapladı:
“Aynen öyle. Mancınık gibi fırladım, Allaaah diye bi koşmaya başlarsın...”
Serseri diye bir dizi vardı eskiden; asıl karakter başlarken yataktan fırlayıp koşmaya başlıyormuş. Bizimki de bir sabah uyanır uyanmaz aynı onun gibi fırlayıp uzun koridorlarında tuvalete kadar koşmaya kalkmış ki yolda gözü kararıp dengesini kaybedip yuvarlanmış küçükken.
“Votka ve sigara alıp yurda döndüm. Baktım kocaman bayrak asmışlar, yukardan aşağıya sallandırıyolar. Özel bi gün filan galiba dedim ama bildiğim kadarıyla sıradan bi gündü. Neyse dedim boşver; girdim odaya, kimse de yoktu, yalnız kalıyordum. Oturdum yatağa; başım önde, saçlarım yüzümü örtmüş, perdeler kapalı, bi elimde -şişeden çekiyorum- votka, diğerinde sigara ağlıyorum. Pat diye kapı açıldı birden, hafifçe kafamı çevirdim; takım elbiseli adamlar. Yurdu teftişe gelmişler, bayrak filan onun içinmiş. Beni öyle görünce şok oldular; havasız dumanaltı odada saçlarının arasından kızarmış gözleri görünen o halde iki metre bi adam. Ben de kaldım öylece, kıpırdayamıyorum. Bi şeyler dicem, ne denir ki diyemiyorum, onlar da diyemedi; gittiler. Ama giderlerken arkalarında kalan biri: ‘Kardeşim odan çok havasız, biraz havalandır istersen dedi.’ ben yine bi şey diyemedim, kafamı salladım sadece; o da gitti.”
Ciğerlerimizi dağlamaya başlamıştı ki yine finalde yüzümüzü güldürmesini bildi, merakımızı da celbetmişti devamı;
“Peki sonra?” dedi Murat Can.
“Sonra öyle be dayı, bi şey olmadı.”
Ben:
“Yani sonra; bu yüzden başın ağrıdı mı, ceza filan verdiler mi?”
Cem:
“Hiçbi şey olmadı, kimse bi şey demedi, ben de anlamadım, çok şaşırdım ama.”
“Demek insan halinden anlıyolarmış, helal olsun.” diyerek bardağını kaldırdı Murat Can, tokuşturduk. İsmail’se kalan birasını iyice ısıtmış, kendisi de mayışmış, iyice toparlanıp büzüşen tembel bir kedi gibi tünemişti sandalyesine. Bu hikayenin üstüne topluca sigara yaktık haliyle. Ben ikram ettim hepsine:
“Sigara yaktırdın kardeş,” dedim, Cem’e “al burdan yak.”
“Sağol dayı, eyvallah.”
Sarmaya çalışan Murat Can’a döndüm,
“Bu turda benden iç” dedim, yuvarlamakta olduğu tütünü bırakıp aldı o da.
“Teşekkür ederim.”
Kaskatı, tostop İsmail’e döndüm,
“İçicek misin?”
Sigarayı ve beni süzdü, kızarmaya başlayan gözleriyle; kısa da olsa bana uzunca gelen bir süre,
“İçerim” dedi ama hamle yapmıyordu, alsın diye elim havada bekliyordum. O donuk gözleriyle sigaraya ve bana bakıyordu, böyle olunca insanın siniri bozuluyordu.
Sonunda ağır ağır elini uzatıp aldı, “Sağolasın” diyerek. Artık elim boştaydı ama bu defa ben ona bakıyordum istemsizce gözlerimi dikip.
“Çakmağı uzatsana abi” deyişiyle Cem’in kendime geldim.

***

Ben ilk nefesi çekerken; Murat Can üflüyordu, bir yudum aldı birasından:
“Bu yaz bikaç günlüğüne Batum’da bulundum.”
Büyük bir ilgiyle sordum:
“Nasıldı oralar, pompa var mı?”
“Şimdi oraların bi’sürü tarihi, turistik gezilecek yerleri vardır, gitmişken hepsini görmüşsündür kesin; arada bi şeyler de olmuştur diy mi? Yoksa fırsat kalmadı mı gezmeye?” gülerek sordu Tolga.
“Dayım götürdü beni, onunla gittik.” dedi.
“Şu İstanbul’daki dayın mı?” dedi, Tolga.
“Evet, o. Artık Ordu’da yaşıyo, mesleğini de değiştirdi. Nerden baksan bi on senedir görmemiştim. Caddeleri, sokakları, tarihi binaları, konutları, sanat eserleri, yeşili, Karadeniz doğası; şehir planlama, mimari ve doğayla uyum açılarından etkileyici buldum ama, ben pek bunlardan bahsedemicem. Hani kentsel dönüşüm; bütün İstanbul’u şantiyeye çevirdiler rant için diyolar ya; buranın sermayeye peşkeş çekilmesi daha yeni, o yüzden bugünlere kadar biraz daha korunabilmiş. Ancak vahşi kapitalizmin talanı ve yağması daha açgözlü, daha saldırgan. Her yere oteller ve kumarhaneler yapıyolar, zaten bi’sürü yapmışlar habire daha da fazla yapıyolar. Bikaç sene içinde tanınmaz, yaşanmaz ve sevimsiz bi hale gelir, an meselesi hatta. Tarım toplumu oldukları için Sovyetler’den sonra göt gibi kalmışlar ortada. Ekonomileri turizme dayanıyo: kumar ve fuhuş yani ve dolayısıyla inşaat sektörü, hırsızlık da çok oluyomuş. Paraları bizden az da olsa değerliydi; normal olarak içki ve sigara ve yiyecekler, özellikle de benzin bizden ucuzdu; millet Türkiye’den benzin almaya geliyomuş ya ciddi ciddi. Yine bu nedenlerden ötürü milliyetçi eğilimler yükselmiş, yabancıları sevmiyolar ama para getiriyolar diye ses çıkarmıyolar. Milliyetçilik işte, dünyanın her yerinde aynı. Yakın zamana kadar Amerikan emperyalizminden de yalıkıtık oldukları ve gelen gidenleri daha ziyade o civardan olduğu için neredeyse hiç İngilizce bilmiyolar; kendi dilleri olduğu gibi kendi alfabeleri de var. Türkiye’den oraya yerleşmiş veya çalışmaya gelen de çok insan var; hatta mahalleleri de var, orda lokantaları, pastaneleri, kahvehaneleri var; gazete filan geliyo, camileri bile var.”
Burda biraz durup kalan birasını da çekti, İsmail iyice mayışmış gözleri kan çanağına dönmüş sidik kıvamındaki birasının sonuna gelmişti, masal dinlerken biz de biralarımızı bitirmiştik.
“Gezelim Görelim’in sonuna geldik arkadaşlar. Genel izleyici kitlesi uyuduğuna göre, programımızın ikinci bölümünde yetişkinlere uygun, olumsuz içerik oluşturabilecek içerikte yayınımıza devam edebiliriz. Şimdi kimler bira içiyo?” dedi. Biz boşlarımızı tepsiye koyduk İsmail’e bakıyoduk ne diyecek diye,
“Ya da ben de alayım bi tane daha” diyerek ağır ağır tepsiye koydu; Murat Can yukarı giderken o da, tuvalete gitti. Biz Tolga’yla onlar gelene kadar biraz maça baktık, keyifsizdi; maç yokken daha iyiydi burası, güzel müzikler çalıyordu; hatta burada Cem Karaca, hemen bitişiğindeki mekânda Barış Manço çalardı eskiden. Şimdi orası pavyon oldu; kışın götümüzü donduran soğuğunda, içerde sigara içilmeyen gecelerde dışarı çıktığımızda küfürlerle kovulan, yerlere yatan, büyük ihtimalle tartaklanmış, kapılar suratına sertçe kapanan, kuyruğunu kıstırmış koca koca bitik adamlar görür; onun farkında veya umrunda olduğundan değil biz utandığımızdan bakamazdık. Sonra taksiler gelir kadınları bırakır ya da alıp giderlerdi. Bir de asıl mesleği torbacılık olan seyyar bir kokoreççi vardı, onu da görmedim çoktandır, bir de elinde sayısal loto biletleriyle meyhane meyhane gezip; sponsor ve muhabbetçi arayan, anısı mücadelemizde yaşayan Serhat Abi’miz. Ama çiğköfteciyi gördük, alt kata inmişti, Tolga:
“Alalım mı bi tane Cem, yer miyiz?”
“Ne bileyim be abi, alalım istiyosan, canın çektiyse?”
“Alalım ortaya hepimiz yeriz tadımlık, adam yıllardır her gece dolaşıyo.” Sonra adama seslendi, “bakar mısın abicim, bi tane alabilir miyiz?”
Murat Can da biralar ve promosyonu olan fıstıklarla beraber aşağı geldi. Buranın bir güzelliği de buydu işte; biranın yanında fıstık veya kuruyemiş veriyorlardı, bitince kâseni dolduruyorlardı.
“Bağlayın bi sigara da anlatayım.” dedi, oturunca.
Tolga:
“Çiğköfteden ye, kalmaz sonra” diyerek tabağı gösterdi.
Bir tane aldı, biz de almıştık, ikimiz de uzattık paketleri,
“Bu sefer de senden içeyim Cem, bakayım nasılmış?”
“Hani be,” dedim, “Nasıl delikanlısın sen, hiç pavyon yok muydu orda?”
“Ne anlatıyorum sabahtan beri; bütün şehir, hatta bütün ülke komple pavyon olmuş. İşte gittik biz bi otele; dayım ‘sorarlarsa buraya değil, başka bilmemne oteline gittik dersin’ dedi. Annem sorsa, ne desem bilmez zaten; yengem sorsa -ben mecbur kalmadıkça onla muhatap olmamaya çalışıyorum zaten- kaldı ki içişleri beni zerre ilgilendirmez. ‘Burda olan burda kalır, bizimkilerden kimseye bi şey anlatmak yok.’ Fight Club mübarek, sanki ben demişim beni sisler içindeki sırlar odasına sok, utanacağın veya bilinmesinden rahatsızlık duyacağın şeyleri paylaş benimle, parçası yap beni.”
“Olm ne güzel işte be, adam yeğenini yaşantıya götürmüş, keşke benim dayım da götürse beni.” diye çıkıştım.
“Abi öyle de; ben yeniyetme değilim, özgüvensiz değilim, aç veya açgözlü değilim. Bu adam ilkgençlik yıllarında yanına geldiğimde, beni kitapçılara, sahaflara, müzik dükkanlarına, sinemalara, tiyatrolara götürürdü, görülecek yerleri gezdirirdi; birsürü yazarı onun sayesinde tanıdım, pekçok albümü onun sayesinde dinledim. ‘EMRETTİLER İDAM OLDU’ başlığıyla çıkan, kapağında Erdal Eren’in mahkeme salonunda olduğu bi fotoğrafı olan; İkibine Doğru Dergisi’ni onda gördüm. Bana Erdal’ı anlattı, dergiyi hediye etti; sonra ilk defa Mahir’i yine onda gördüm; ‘şimdilik sana uymaz, seni aşar’ diyerek beni eziklemiş, vermemişti; yazılarını ondayken okumaya başladım. Maddi durumu elvermediğinden değil, bilinçli bir tercih; sınıf intiharı olarak gecekondu mahallelerinde yaşardı; -ben o zamanlarda da şimdi de bu solculuğu yobaz bulurum; halk çocuğu olmanın veya işçi sınıfı kahramanı olmanın bunu gerektirdiğini düşünmem.- Sonda söyleyeceğimi başta söyliyim; yani böyle üçüncü dünya ülkelerine özgü görgüsüz, bayağı bi burjuva olacağına; akşamları evinde rakısını içerken radyo dinleyen, sporu seven, futbol oynayan, asosyal eğilimleri ve bürosunda Uğur Mumcu portresi olan, Olimpos’u ve Kıyıköy’ü bilen, yalnız yaşayan, oy vermeyen, sert, kaba saba bi devrimci olsaydı. ‘Gazi Mahallesi’nde öldürülen çocukları tanıyordum, hepsi çok güzel çocuklardı.’ derken gözleri dolsa, hüzünlense bile; o çocuklar bugün yaşasaydı, onu tanıyamazdı. Sonradan bozuldu, hani bu sağcı yavşakların dediği gibi parayı bulunca da değil; parayla ilgisi yoktu, zaten para kazanıyordu.”
Dayısına ayrı; anlatırken kendini tutmaya çalışsa da ufak ufak sesinden, daha ziyade mimiklerinden öfkelenen ve daha çok hüzünlenen, gözleri dolan Murat Can’a ayrı üzüldüm, bu dünyada çok fazla hüzün vardı. Bizde de hep isyan, başkaldırı. Tutkusu, sabırsızlığı, heyecanı, öfkesi, hüznü, sevinci, inancı, umudu, mizah anlayışı ve direnişiyle kendini kül edip kavurarak; kıvılcım olmaya çalıştığı meşaleler vardı, hepimizi aydınlatacak ya da bunu ben demedim. Ama bazı şeyler vardı, ‘asla böyle bi şeyi kabul edemem’ dediğimiz ve biz bununla mükelleftik; o böyle şeyler için ‘sen yan masam, ben yan masan; nasıl anlaşabiliriz eğer, bana bi içki ısmarlamazsan?’ derdi.
Bardağını kaldırdı ve:
“Daha gün o gün değil, derlenip toplanmasın bardaklar, bu kavga faşizme karşı, bu kavga yeşilaya karşıdır.” diyerek bardaklarımıza vurdu, biz de bardaklarımızı alıp birbirimize vurduk.
“Ben senin bu sözlerini çok seviyorum abi”, dedim
O da sırıtarak,
“Ben de sana karşı boş değilim, hadi yine iyisin” dedi.
Güldüm, “Kendim de kullanıyorum; hatta ‘uyumak yok tekbaşına, ya hep beraber ya hiçbirimiz’ sayesinde bi kızla yattım.”
Kasılarak, “Benim daha çok hoşuma gider.” dedi, “Allah bereketini artırsın, halka malolup, kitlelerin ağzında anonimleştiyse ne mutu bana. LGBTİ’ler de çok kullanıyo benim sözlerimi, artık nerden, nasıl kulaklarına çalınıyosa; ben de onlardan bi şeyler öğreniyorum; yine de malesef ki henüz bi Onur Yürüyüşü’ne katılmış değilim. Bi şey aynı anda bikaç kişinin aklına gelebilir mi? Eğer çok yakın arkadaşlarsa; onların gelir, konuşmadan da anlaşırlar, bu çok güzel bi şeydir. Peki birbirini hiç tanımayan insanların aklına başka yerlerde ve zamanlarda geliyosa? İşte o zaman tanımadan da seversin, evrensel bi birliktelik, ortaklık kurulmuş olur, yakın bulursun kendini. Şu çocuk tecavüzcüsü, sapık, yobaz, milliyetçi, şeriatçılara uzak olduğum kadar canım LGBTİ’ye yakınım ki; ne mutlu bana, gurur duyuyorum bununla ve hayırlara vesile olduğum için seninle; bayılırım böyle gençlerle içmeye!”
İsmail konuştu:
“Ee abi, bize Batum’u anlatıyodun?”
“Sahi,” dedi, “neyse işte, adamın içinden mi gelmiş, yoksa bi şeylerin kefaletini mi ödüyo bilmem; sonuçta gelmiş yeğeniyle kafa dinlemeye, kaçamak yapmaya tatile. Restoranın olduğu giriş katındaki odalarımıza yerleştik; sonra restorana, yani pavyona geçtik. Bildiğiniz karanlık, loş renkli ışıkların döndüğü, ortada ablaların oturduğu, diğer masalarda eline para geçmiş zevksiz Türkiye’nin yakınlarındaki yerlerinden gelmiş insanların oturduğu masalar ve bi piyanist şantör. Biz en uçta, köşede, bara en yakın masaya geçtik; benim ortama sırtım dönük, dayım karşımda. Onunla böyle bi ortama girdiğim için şoktayım, utanıyorum ayrıca. Rakı söyledik, sohbet ediyoruz; bunu gerçekten özlemişim, etrafta olan bitenle işimiz yok, kendimi rahat hissetmeye başlamışım. Ama o rahatsız, yerinde duramıyo, ikide bir de kalkıp dışarı çıkıyo; hava alıp, yürümeye; yerinde duramıyo, darlanıyo. Ben de bi şey mi olduğunu anlamak, ona eşlik etmek için çıkıyorum; Bana ‘sen otur, rahatına bak’ diyo ama onu merak ediyorum; sonra dedim belki de yalnız volta atmak istiyodur, öyle rahatlıyodur. Beni içeri yolladığında kapıdaki adamlar beni biraz sorguya çektiler; sohbet ediyoruz. İşte ilk gelişim, burda çok büyük bi botanik bahçesi varmış; ben de görmeyi çok isterim diyorum, onlar ‘he, he kesin gidersiniz’ diye sırıtıyolar. İlk gece böyle geçti, ertesi gün denize girdik, şehri gezdik; bol bol fotoğraf çektim, benim atladığım yerlerde özellikle o uyardı beni. Tiyatroda Shakespeare’in Hamlet’i vardı, afişini gördüm; gidelim mi dedim? Orijinali başka bi dilde yazılmış, benim başka bi dilde okuduğum bi klasiği kendi dillerinde, kendilerine özgü oynayacaklardı; bence acayip bi tecrübe, müthiş bi haz olabilirdi. ‘Siktir et’ deyince, üstelemedim. Akşam otele döndük ve pavyonda buluştuk; aynı yere, aynı şekilde oturduk. O yine rakı söyledi, ben her gece çok yüklenmeyim diye bira söyledim. İkinci dubleden sonra yine kalktı bilmemkaçıncıya, turlamaya; benim keyfim yerinde, bira içip dayımla sohbet ediyorum. Pat diye bi hatunla geldi masaya...”
Tolga sabırsızca, “Hele şükür mevzuya girebildin kardeşim sonunda, hepimiz yarıldık burda.” dedi.
“Gece uzun, bu işler narin, aceleye gelmez.” dedi, Murat Can.
“Baksana,” dedim, sabırsızca; kafamla İsmail’i işaret ederek,
“Adamın elinde tırnak kalmadı, birazdan ayağındakilere geçecek.”
İsmail, hâlâ sağ elinin yüzük parmağını kemirmeye devam ediyordu, gözleri iyice kızarmış, kan çanağına dönmüştü.
Biraz soluklandıktan sonra Murat Can gülümseyerek devam etti.
“... Bir beyfendi olarak ayağa kalkıp elini sıktım, hoşlayıp kendimi tanıttım ve oturmasını rica ettim. O da sıcacık gülümseyerek aynı incelik ve zarafetle, kendini tanıttı: ‘memnun oldum, ben Victoria.’ Victoria yanıma oturunca, daha üzerimdekini atamadan, bi şok daha yaşadım. ‘Siz tanışın, sohbet edin’ dedi, dayım, ‘ben gidiyorum.’ Ben şaşkın gözlerle ona bakıyordum o da pis pis sırıtıyodu bana. ‘Ben de arkadaşımla şurda oturucam,’ diye başka bi masayı işaret etti, ‘ama sen gel biraz benle.’ Peşinden gittim, lobide bana ‘al bu parayı, verirsin. Ben bu gecelik anlaştım; oturun, sohbet edin, istediğiniz zaman odaya geçersiniz.’ Ben yalnızca şaşkın şaşkın yüzüne bakıyodum, bi şey diyemedim, ekledi, ‘Kadına kötü davranma, istemediği bi şey için zorlama.’ dayı dedim; aşk olsun, ben öyle biri miyim? ‘Tamam,’ dedi, ‘o zaman bu kadar. Sabaha görüşürüz.’ Masaya döndüm, acayip gerilmiştim, hiç tanımadığım bi insanla konuşacak bi şey bulamıyodum; ayrıca ona saygısızlık ve kabalık etmek de istemiyodum, yani ne yapacağını bilmez bi haldeydim; ben de önümdeki birama odaklandım. Bi süre böyle sessizce oturduk, o ince bi sigara çıkardı, ben de çakmağımı çıkarıp yaktım; ben onun yüzüne bakamıyodum, o bana bakıp sırıtıyodu. Teşekkür etti, rica ederim dedim, ben de bi sigara yaktım. Ne iş yaptığımı, kaç yaşında olduğumu sordu, ‘ben de yirmi yedi yaşındayım’ dedi. Buraya gelmeden önce, bikaç sene Ankara’da bulunduğunu, orda devlet büyüklerine eskortluk hizmeti vererek vatani borcunu ödediğini söyledi gururla. Ankara’da hiç bulunmadığımı, anlatacak pek de bi şeyi olmayan ilginç bi adam olmadığımı söyledim. Baktım olacak gibi değil, biradan votkaya döndüm; ‘duble olsun... hayır yanında bi şey istemiyorum, sek olsun.’ servis yapan kadınla gülüşüp kendi dillerinde bi şeyler söylediler anlamadığım. Benim bu utangaç, n’apıcağını bilemez, tutuk hallerim hoşuna gidiyodu ancak ortada yanlış olan bir şeyler vardı; kur yapmıyo veya flört etmiyoduk. Karşımda durmadan enerji içeceği içen ve muhtemelen söylediğinden on yaş yaşlı olan bu kadınla bu şekilde bir iletişime girmiş olmamıza bi anlam veremiyodum. O hem vaktini olabildiğince verimli geçirmeye; yani yaptığı işi sevmeye veya sevdiği işi yapmaya çalışan bi profesyonel, bense hayatın karşısında iflah olmaz bi acemi ve beceriksizdim. Bu arada arka masadakilerin muhabbetlerine kulak misafiri oldum. Adam tam bi pislikti, beş para etmez, saygısız, kaba herifin tekiydi. Benim gibi insanlara burada pek rastlanmazdı herhalde; belki de bu vesileyle bu gece o kadar da kötü zaman geçirmemiş olacak, kendisine saygı duyan biriyle gerçek anlamda sohbet etmiş olacaktı. Belki de umrunda bile değildi; bunları çoktan aşmış, böyle şeylere ihtiyacı kalmamıştı. Orasını bilemem ama benim gevşemek ve havaya girmek için bikaç duble daha votkaya ihtiyacım olduğu kesindi...” burada duraksadı,
“Mola. Eğer devamını dinlemek istiyosanız, sigaramı sarana kadar bana bira getirin.”
“Tamam ulan,” dedim, “herkesin bitti mi?”
“Benim daha bitmedi.” dedi İsmail, sırıtarak. Herkes biraz güldü veya gülümsedi; bu da yalnızca bizim tayfadan olanların anlayabileceği bir şakaydı.
“Benim bitti, kardeşim” dedi Tolga boş bardağını uzatarak.
“Sana da söyliyim mi?” dedim,
“Yok siz için, ben daha içmem bunu bitireyim” dedi İsmail.
Yukarı çıktım,
“Bize üç bira Fatih Abi.”
“N’apıyosun Cem?”
“İyi be abi, bildiğin gibi devam. Sen nasılsın?” bir yandan biralarımızı dolduruyordu
“Aynı be, görüyosun işte, burdayız.”
Bardakları doldurup tepsiye dizene kadar sessizlik oldu.
“Buyur, afiyet olsun.”
“Sağol abi,” diyerek biraları alıp merdivenlere doğru yöneldim, arkamdan
“Babana selam söyle.” dedi.
Tepsiyi devirmemek için dikkatlice kafamı ona doğru çevirip “Olur, söylerim abi.” diyerek salladım ve aşağı indim.
Sarmış olduğu sigarası masada duran Murat Can da benden bir iki saniye sonra tuvaletten çıkıp masaya oturdu.
“Eyvallah, bira verenlerin çok olsun. Nerde kalmıştık?”
“Batum’daki pompayı anlatıyodun ama sabahtan beri daha icraatını göremedik.” dedim, ben de paketimden bi sigara çektim. Normalde ben aslında fazla sigara içmem, hatta bazen içkiyle bile.
“Votka içmeye başlamıştın reis.” dedi İsmail.
“Benim bazen lafı uzatmak, bazı şeyleri romantize etmek, kimi meseleleri kişiselleştirmek, olmayacak şeyleri büyütmek, birtakım önemsiz ayrıntıları önemsemek, abartarak kendimi ve etrafımdaki herkesi boğmak gibi önüne geçemediğim kimi özelliklerim var.”
“Biz seni böyle sevdik be abi.” dedi Tolga ki doğru; atsan atılmaz, satsan satılmaz; başa gelen çekilir. Murat Can’la yakın olmayı ve bu arkadaş grubunun bir parçası olmayı çok sevdim, bazen onlar yokken bile onlarla mutlu oldum, gurur duydum bazen de yoruldum.
“Ooooof ulan,” dedim, “hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?”
“Çok sevdik be abi!” dedi,
Tolga
“İnsan insana bunu yapar mı?”
İsmail aynı gecenin başındaki gibi,
“Bunu yapan insan olamaz.”
Sıkılmış yumruğuyla kulbunu tuttuğu bardağı havaya kadırdı ve
“Bardakları bardak yapan, içindeki kandır*” duraksadı, gülümseyerek devam etti, “‘sen insan kanı içersin, biz arpa* kanı: insaf be sultanım, kötülük hangimizde?’ vuruşalım o zaman.”
Bardakları kaldırıp tokuşturduk, ilk yudumları aldıktan sonra yine devam etti.
“Bazen ben bile yoruluyorum kendimden. Muhabbeti hiçbi yere bağlamadan, bitirmeden ortada bırakmayı; bazen gene hiç ağzımı açmamayı istiyorum.” duraksadı, “Yoruldum. Ama bu gece onlardan değil, hadi yine iyisiniz.” dedi gülümsemeye devam ediyordu, sigarasını yaktı.
“Tabi votkaların, düşüncelerin, gözlemlerin de etkisiyle, içinde bulunduğum ruh hali ve kaybedecek bir şeyim olmadığını bilmenin verdiği rahatlıkla havaya girmeye adaptasyonu sağlamaya başlamıştım. Absürd ve zorlama da olsa yeni tanışan iki insan, içlerinden en az birinin de girişimiyle konuşacak bi şeyler bulabilir. O da kös kös oturmak değil biraz laflamak iyi vakit geçirmek istiyodu ve beni oyuna dahil etmeye çalışıyodu. Ben de seddin arkasına saklanıp topu sektirmek yerine gelen topları karşılayıp karşı tarafa geçiriyodum. Zaten gerçek bi sohbet de böyle yürümez mi? İnsanlar karşısındakini umursamadan sabırları varsa sıralarını bekleyip yalnızca kendinden bahsetme, kendilerini evrenin merkezine koyma ve kendilerini önemli hissetme telaşından; karşısındakine ve sohbetin kendisine saygı göstermezler. Biliyosunuz insanlar dediğim hayatın kendisine karşı saygısı olmayan insanlar. Biz bazen onları dinleriz, merkezde kendilerinin olduğu meselelerde fikir beyan ederiz ve bazen bunun gerçek bi diyalog ve sohbet olduğunu zannederiz. Her insan hata yapar.”
“Denemeden bilemezsin.” dedi İsmail, kendi halinde bi tavır ve kısık sesle.
“Bazı şeyleri denemeden de bilebilirsin be abi, bilmek için her şeyi denemiyoruz ki.” diye çıkıştım sakin bi tonda.
“Ama bazı şeyleri denemek istersin.” dedi Tolga gülerek.
“Orasını karıştırmayın şimdi.” dedim, numaradan ciddileşmiş bir tavırla. “Sen de sanki pavyonda bi konsla oturmuyosun da Camus’nün bi yazısında veya Dostoyevski’yle sohbet ediyosun, nası şey bu?” dedim Murat Can’a.
“Daha ziyade Kafkaesk’ti.” dedi ve yine lafları uç uca eklemeye koyuldu, “İşte havadan sudan, genel geçer konular sorular. Bana önceden uydurmuş olduğu veya özgünlükten yoksun fotokopi klişe hikayesinden pasajlar sunmaya başladı; ama dediğim gibi iletişim ‘anlat bakalım nasıl düştün?’ şeklinde ilerlemiyordu. Bu hayatın doğal akışına aykırı. Yolu tesadüfen pavyondan geçen babacan adam kadına acır, şefkat gösterir, sonrasında aşık olup şövalyece davranarak bi prens gibi onu bu bataklıktan kurtarır. Bu hikayeler; ikiyüzlü muhafazakar ahlak anlayışına sahip, onu olumlayıp vicdanını rahatlatan; genel izleyici kitlesinin dedikoduculuğuna hitap eden, gerçekliğin yakınından geçmeyen ucuz şeyler, keriz avuntusu. Neyse, size biraz ondan bahsedeyim:
‘Çok içiyosun... Hep böyle içer misin?.. Ben de içiyodum ama bıraktım... Geçen biraz fazla kaçırmışım, hastanelik oldum... Demek sen de bikaç kere içkiden hastanelik oldun... Bi derdin mi var, yoksa gönül meselesi mi?.. Hmm, anladım c’nım demek her zaman böylesin, benimki öyleydi ama... Bu bize servis yapan abla var ya sağolsun o ilgilendi benle, hastane masraflarımı karşıladı, çıkınca onun yanına taşındım, hâlâ onda kalıyorum, çok iyi biri... Çok seviyodum, bana ev açmıştı orda kalıyodum, çalışmıyodum... Sonra karısı öğrendi... Yuvasının yıkılmasını istemedim; aile kutsaldır, saygı duyarım... Olabilir, ateist olabilirsin, ben hıristiyanım ama öyle kiliseye filan gitmem... Hahaha, c’nım çok tatlısın sen... Çok üzüldüm ve kendimi içkiye verdim sonra... Artık tekrar çalışmak zorundayım, borçlarım var... Ameliyat oldum... Vajinoplasti yaptırdım... Borçlarım bitsin çalışmicam, memlekete dönücem, minibüs alıp onun geliriyle geçinicem... Şimdi iyiyim ama, hepsi geçti... Sağol...’
Derken Victoria’nın iyilik meleği elinde tepsiyle masamıza geldi ve bize kapatacaklarını söyledi; işte buna hiç hazır değildim. Vica da ‘odamıza gidelim mi c’nım?’ dedi, ben son bi isteği olup olmadığını sordum, bi enerji içeceği daha istedi; ben de ablaya bütün tepsiyi birayla doldurup bana vermesini rica ettim.”
“Rınba!” diye atıldım.
“Şampiyonluğun hayırlı olsun kardeşim.” dedi Tolga,
İsmail’inse zoraki gülümsemesi yüzüne yapışmış, göz bebekleri büyümüş, boncuk boncuk terli yüzüyle tüm ilgisini muhabbete yöneltmişti. Tolga bunu fark edip kafasıyla onu işaret edip gülerek,
“Burası biraz ısınmaya başladı galiba, yanıyosun Fuat Abi!”
İsmail sadece gözlerini kıpır kıpır oynatmakla yetindi, vücuduyla aynı katılıktaki gülümsemesi yüzünde sabitti.
Murat Can:
“Ben elimde tepsi ağır ve dikkatli adımlarla, o da yanımda odaya yürüdük, koridor gittikçe uzuyordu ancak buna karşın hemencik kapıya ulaştık. Başından beri odaya gideceğimizi biliyodum ama içerek ve sohbet ederek sanki zamanı uzatabilirmişim gibi irrasyonel bi umuda kapılmıştım, masadaki zor sağladığım sakinliğimin yerini yine gerilim kaplamıştı. Anahtarı çıkarmak için biraz gerimizdeki krem rengi sehpanın üzerine bıraktım tepsiyi; anahtarı çıkardım, kapıyı açıp içeri buyur ettim. Arkasından biraları alıp ben de içeri girdim ve hemen kapının sağındaki açık renkli ahşap görünümlü komidinin üstüne bıraktım. Tam karşıda banyonun kapısı, solumda aynı ahşap görünüşte gardırop, banyo kapısının yanında, aynı takımdan tuvalet masasının üzerinde LCD televizyon, onun yan tarafında duvardaki klimanın altında vişne çürüğü bi üçlü koltuk, koltuktan sonra cam kenarında iki tekli koltuk, pencerelerde beyaz tüller ve bunların arasında hemen komidinden sonra çift kişilik yatak; açık yeşil bi örtünün altında beyaz nevresim takımı ve siyah bi başlık. Ben tepsiyi bırakıp kapıyı kapatıp kafamı kaldırana kadar o, odanın ortasına gelmiş, çantasını, siyah botlarını, ince fileli çoraplarını, üzerindeki siyah askılı atletini, minicik kot şortunu çıkarmış, elleriyle iri göğüslerini kapatarak karşımda dikilmiş; utangaç ve yaramaz bi çocuk gibi cilveli bakış ve kahkahalar atıyordu. Gördüğüm manzara karşısında ben hem utanmış hem de insanların arasında özel ve gerçek olması gereken bu anların para için bu kadar ucuzlaşıp sahteleşebilmesinden dolaydı hüzünlenmiş olduğum yerde hereketsiz kalakalmıştım.”
İsmail:
“Belki senden gerçekten hoşlanmıştır, kızlar senden hoşlanırlar.”
“Bazen erkekler de,” dedi Murat Can tebessümle sonra, “tabi olm deli misin? Biz birbirimizi seviyoruz, ciddi düşünüyoruz hatta. Okulum bitsin evlenicez, o da çalışmak zorunda kalmicak, evinin hanımı, çocuklarımın anası olacak. Bense gerekirse taş çekip sırtımda, ekmeğimi taştan çıkarıp ona bakıcam.”
“Ulan helal olsun be, sana da bu yakışır, harbi delikanlımışın usta!” dedim.
“Ben sadece orda ve o zamanda değil; insanların hiçbi yerde ve hiçbi zaman birbirlerini kandırmamalarını, hisleriyle oynamamalarını ve birbirlerini sevmelerini isterdim. Elimde olsaydı hiç kimseyle yalandan bu şekilde karşı karşıya gelmemeyi, geldiğimizdeyse aramızda gerçekten bi şeylerin olmasını isterdim. ‘Hiçbiri olmaz halbuki, geçer süngüler namluya. Başlar gece devriyesi jandarmaların...’” yine biraz duygusallaşmıştı fakat ustaca toparladı. “Hafiften etine dolgun, -sanırım pek hor kullanılmadığı için veya genetik- vücudu diri, güzelce bi hatundu. Sonra bana arkasını dönüp, öne doğru eğilerek kırmızı tangasını çıkardı ve kafasını bana doğru çevirerek aynı şekilde gülümsedi tekrar. Ben sigara yaktım. ‘Ben duşa giriyorum c’nım’ dedi doğrulup banyoya doğru yönelmişti, yatağa oturup tepsiden bi tanesini çektim. Kapıyı açık bırakmış ve banyonun ışığını yakmıştı, bu; odaya her şey görülebilir bi loşluk veriyodu, ben kapı tarafındaydım, sırtım dönüktü pencerelere. Gölgeme, elbise dolabına ve arada kafamı kaldırıp tavana bakıyodum. Biraz sonra su sesi kesildi, ışığı kapadı ve eş zamanlı olarak gövdesine sardığı havlu ve banyodaki terliklerle kapıda belirdi. Sıhhatler olsun dedim. ‘Televizyon çalışıyo mu?’ diye sordu, denemediğimi söyedim, açtı, kumandayı ve benim daha önce fark etmemiş olduğum girdiğinde bırakmış olduğu enerji içeceğini tuvalet masasının üstünden aldı, klimayı kapatmamı istedi, kapadım. Öteki ucundan yatağa girerken havlusunu çıkardı, bana da ‘Gelsene.’ dedi. Şortumu ve tişörtümü çıkarıp, bi bira daha açıp ve bi sigara daha yakarak örtünün altına girdim. İkimiz de yastıklarımızı dikleştirip yatağın başlığına dayanmıştık. Bi talk show açtı, tek kelime anlamıyodum ama ben de ekrana bakıyodum işte; seyirciler, konuklar ve o arada gülüyodu.”
“Bırak şimdi, bütün gece talk show izleyip, sadece sarılıp uyuduk deme bize. Yeme bizi şimdi, hiç şişirme.” dedi Tolga.
“Olur mu?” dedi Murat Can, “O uyurken bütün gece başında oturup, gökyüzü ve yıldızlara bakıp içerek şiir yazdım; yüce bi bilinç ve kinle düzene isyan ederek. Bu öyle zorlama, mesaj kaygılı, gülünç filmlerden değil; ben de idealize, örnek bi kahraman değilim. Ancak ne var ki biralarımız bitmiş ben tazeleyip geliyorum.” diyerek İsmail’e baktı, onunki de bitmişti.
“Bana da al, ben de içerim bi tane daha.” dedi.
Sıkışmıştım onunla beraber kalkıp tuvalete gittim, maalesef doluymuş ve kahretsin ki yan masamızdakilerden biri kapıyı kilitlememiş; her şey bir anda, o kadar hızlı yaşandı ve bitti ki hemen özür dileyip kapıyı kapadım ve ayakta dikilmemek için masaya döndüm. Ben gelince İsmail kalktı, bir şey demeye kalmadan tuvalete doğru yöneldi. O da kapıyı açtı, ben dayanamadım gülmeye başladım. Bir süre kapıyı kapatamadı, donmuş bir vaziyette bir içeri doğru bir bizim masaya doğru bakıyordu. Tolga da duruma uyandı, biz kaynadık, gözümüzden yaşlar geldi, neredeyse altıma kaçırıyordum. Sonra kendini toparlayıp bir şeyler mırıldandı içeri doğru ve kapıyı kapadı. Çok kısa bir süre sonra kapı tekrar açıldı, içerdeki adam çıktı, bakıştılar biraz daha, sonra eleman kafasını “Hey Allam yea!” diye iki yana sallayarak masasına döndü, İsmail hâlâ ona bakıyordu, bakışlarını tekrar bize çevirdi, biz ise hâlâ gülüyorduk. Bir süre daha bekledi öylece, neden sonra girdi içeri. Epeyce bir zaman çıkmadı, sonunda çıkıp masaya geldiğinde yüzünü yıkamış olduğunu fark ettik; saçında alnında ve yüzünde olanlar ter değildi ve üstündeki; kendini daha da kilolu gösteren enine açık yeşil beyaz çizgili solgun tişörtünü de ıslatmıştı. Murat Can da elinde tepsiyle gelmiş “Ne oldu be?” diye soruyordu merakla.
İsmail,
“Cem orospusu yine çeperlik yaptı, belası kaşınıyor, götünü kesicem.”
Murat Can aval aval bakıyor, olan biteni anlamlandıramıyordu, Tolga’yla biz bu lafın üzerine birer kahkaha daha patlattık, güçlükle kendimi toparladım ve
“Be kardeşim, ben mi dedim sana git kapıyı çalma tuvalet boş, dal içeri, işe herfin üstüne.”
İsmail
“Uyarmadın göt.”
Ben
“Nası uyarayım be abicim, hiçbi şey demeden kalktın gittin; bu kadar kısa sürede nasıl işeyip geleyim, ellerimi yıkamasam bile? Ben senin tuvalete gittiğini bile anlamadım, nerden bileyim?”
İsmail biraz düşündü, biz gülmeyi kesip sakinleştik, Murat Can durumu kavradı ve
“Geçmiş olsun kardeşim, hangimizin başına gelmedi ki?”
Ben:
“Hemen öncesinde aynı sahneyi ben de yaşadım, ondan güldüm bi de.” dedim, biz güldük İsmail biraz düşünüp gülümsedi, sonra öksürerek kendi kendine,
“Neyse.” diye cılız bir sesle kendi kendine söylenerek oturdu yerine.
Tolga,
“Cem sen önden git bak bakalım bi daha ona göre peşinden ben de geleyim tuvalete, sakata gelmeyelim.”
“Tamam ulan,” dedim canı gönülden, “ben arkadaşlarım için yaşarım, ikinciye atıyorum kendimi ateşe.”
Ben çıktığımda hemen ardımdan Tolga girmişti içeri, masaya geldiğimde Murat Can kalktı gitti kapıda beklemeye. İsmail’le teke tek kalmıştık, kızmıştı bana ama yapabileceğim bir şey yoktu veya ona karşı bir kastım olamazdı ama çok komikti gerçekten de. Beni kötü bellemişti, yanına oturdum. Mahremine tecavüz ettiğimiz arkadaş hemen arkamızda sırtı bize dönük oturuyordu, hiç konuşmadık. Tolga geldi gülerek, oturdu; bir sigara yakıp bir yudum bira aldı. Konuşup ortalığı kızıştırmak istemiyordu, kendini gülmemek için zor tutuyor, yaşarmış içi gülen gözleriyle gözlerimin içine bakarak beni de zorluyordu.
İsmail her ne kadar biraz kızmış ve gülmekte dünyadaki herkesten çok zorlanıyor olsa dahi gecenin başından beri masadaki herkesin yüzü gülüyordu. Gündelik hayatlarımızda elimizden alınan, bize çok görülen gülüşlerimizi; anlaşılmayan şakalarımızı, paylaşamadığımız komiği, bütün yalnızlığımızı onlara bırakmadan çıkınlarımıza doldurup gelmişiz de söylenen tüm sözler, anlatılan tüm hikayeler bahane edilerek paylaşıyoruz birbirimizle.
“Eveeeet!” diyerek geldi Murat Can, ilk yudumunu alıp; “bana bi sigara bağlayın, devam edeyim kaldığım yerden.”
Ben sigaramı yeni yakıyor olduğum için elimde olduğundan direkt uzattım ona,
“Teşekkür ederim, gerçi sen az önce elimi yıkamıyorum filan dedin ama?” deyince tereddütlü bir şekilde,
“Nerde be abi, yıkıyorum ben hep ellerimi?” dedim, boş bulunup.
Onun da yüzünde gülümseme vardı,
“Sakin ol be dayı, şaka yapıyorum,” Tolga’ya döndü, “çakmağı da senden alayım artık bari.” çekti sigarasını, “Haa!” dedi, “Yani, alayı alkolik olan Slav halkının bi üyesinden, kültürel olarak da olsa bi Trakyalı olarak bu konuda iltifat duymak gururumu okşamıştı tabi... Bi ara bi sessizlik oldu, aynı böyle biramı çekip gayri ihtiyari ona doğru döndüm,” bunu derken birasından sıkı bi yudum alıp başını sağ tarafa çevrimişti, “bana bakan irileşmiş göz bebeklerini gördüm, çok yaklaşmıştı ve şiddetlenen nefesini hissedibiliyodum, aynı zamanda soluk alışverişiyle beraber göğsü ve omuzları da kalkıp iniyodu. Sol kolunu sırtımdan, sağı boynumdan dolayarak sarılıp öpmeye başladı beni, ‘Gel buraya.’ diyerek. Ben elimdeki şişeyi devirmeden arkamda kalan komidine bırakmaya çalışıyodum ve refleks olarak sağ kolumla da omzunun altından kavramıştım. Ben bikaç boşa sallamanın ardından son denememde el yordamıyla şişeyi komidine kazasız belasız bırakmayı başardığımda o; üstüme çıkmış yavaş yavaş oturuyodu. Soluğum kesilmişti, bi anda bütün vücudum kasılmıştı. Ben erekteydim, o ıslaktı fakat yine de biraz zorlanmıştık, sonunda tuttuğumuz nefesi bıraktık aynı anda; ben kendimi yatağa doğru bırakıp gevşedim ve kapamış olduğumu fark ettiğim gözlerimi açıp tavana baktım; o da elleriyle yataktan destek alarak kendini geriye doğru bırakmıştı. Gözlerini kapamış inleyerek inip kalkıyordu, benim kollarım iki yana açılmış kafamı doğrutlmuş onu izliyordum. Aklıma Hakan Taşıyan’ın sözleri geldi: ‘Ne yapıyoruz biz ki, biz ne yapıyoruz ki?’
Elleriyle göğüslerini avuçluyo, göbeğini karnını okşuyoken; bir yandan da bazen dişlerini sıkıp, bazense dudaklarını ısırıyordu ve arada gözlerini açıp bana bakıyordu. Aklıma Cüneyt Arkın’ın kaskatı omuzları ve kafasının arkadan göründüğü, üstte olduğu ve altındaki kadının kıvranıp kendinden geçtiği sevişme sahnesi geldi. Sevişirken ölü gibi yatan ve rol kesen kadınları sevmezdim, ben de yatağa silah zoruyla girmemiştim sonuçta ama baştan beri içime sinmeyen, hoşuma gitmeyen bi durum vardı ortada. Ben böyle bi yandan kendimi akışına bırakmış bi yandan da bocalarken ellerimi bileklerinden kavrayarak memelerine götürdü, ben de kavradım, kendini öne iterek daha çok bastırdı, ben de basıncı artırarak sıkmaya başladım. İyice hızlanmıştı, sabaha kadar benle oynamayacaktı, ben de hareket etmeye başladım altında, ellerimle vücuduna; boynu, göğsü, göbeğine dokunuyodum. Sonra belinden kavradım ve hareketimi sertleştirerek kontrolü elime aldım, inleyerek kendini bıraktı, zaten sanırım yorulmuştu tempolu otur-kalktan. Üzerime kapandı, ellerini yastığın altına geçirip sarılmıştı bana; dudaklarımı yanaklarımı, boynumu, kulaklarımı öpüyo, emiyo, yalıyo ve hafif hafif ısırıyodu. İnsan bi profesyonelden böyle bi ilgi beklemiyodu, şaşırmıştım; belki yarın ve diğer günleri düşünerek, ilk seferimiz diye böyle canı gönülden sevişiyodu benimle. Evet bu işi para için yapan ve beni gerçekten arzulamayan biriyle ilk defa yatıyodum ve hatun resmen benimle sevişiyodu. Bi ara tekrar doğrudu, elini karnıma koyarak beni durdurdu ve yavaşça kalkarak sırtını döndü. Ellerim belinde, bazen de göğüslerine uzanarak bi süre de reverse cowgirl pozisyonunda gidip geldik. Yine baştan tempoyu o ayarlayıp, konrolü bana devretmişti; zihnimi boşaltıp kendimi ana ve yaptığım şeye odaklamaya çalışıyodum. Başlardaki sakin, sabırlı, ölçülü adımlarının yerini; sert, sabırsız ve doyumsuz giriş-çıkışlar almıştı; ben yine de nezaket ölçüleri içinde kalmaya çalışıyodum ama havaya girmeye de başlamıştım. Benim belinden tutup girip çıktığım bi sırada, kaldırdığım halde biraz direnerek, sağ eliyle kolumu tuttu, durdum, o da yavaş yavaş oturarak soluklandı, kısa bi süre öyle kaldık, nefes nefeseydik. Yine usulca üzerimden kalkıp bana doğru döndü; istersen biraz ara verebiliriz dememe kalmadan bana sarılıp, öperek yanıma doğru uzanıp beni üstüne çekti. Zaten işin çoğunu bana yaptırmaya başlamışken aktif dinlemeye geçmeye karar vermişti anlaşılan.
Üstüne çıktığımda kafam sağa dönük ve gözlerim kapalıydı, yüzüne bakmaya utanmıştım; bunu ona karşı bi tiksinti veya aşağılama olarak almasından çekindim sonra. Ben içine yavaş yavaş kayarken o tutmuş olduğu nefesini inleyerek verdi, tırnaklarını sırtıma geçirmişti. Ben kasılmış vücudumu gevşeterek ona döndüm ve gözlerine bakmak istedim, onun da gözleri kapalıydı. Belki o da beni görmek istemiyodu. İnsan böyle durumlarda haklı gerekçeleri olsa dahi biraz da paranoyaklaşıyodu ister istemez; oysa ben de gözlerimi kapatırdım sevişirken. Bi ara açtı gözlerini, bi yabancının gözlerinin içine bakıyodum, kendi yüzümü düşündüm sonra; acaba nasıl bi ifade vardı o anda suratımda? Duygusuz, ruhsuz bi pislik gibi yıkıcı ve hayvani bi ifade mi vardı yoksa, hüzün ve şefkatli utangaç bi budala mı? Ellerimin üzerinde şınav vaziyetinde, kan ter içinde gidip geliyodum, sonra dirseklerimden destek almaya başladım böylelikle daha çok yaklaşmıştık; saçlarını ve yüzünü okşadım, o da bana gülümseyerek başını kedi gibi oynattı; başımı da sol tarafa çevirerek sola doğru üstüne kapaklandım, o boynumu emiyodu ve ellerini sırtımda ve belimde gezdiriyodu. Arada tempoyu düşürüp, bazen birden durup sert ve ani vuruşlarla ritmi bozuyodum. Sırtıma vurdu, durdum, ellerini omuzlarıma koyarak beni ittirdi, geri çekildim hemen. Sırtını dönüp yüzükoyun yattı ve kalçasını yukarı doğru kaldırdı, başı sağa dönüktü ve sağ eliyle aletimi kavrayarak beni kendine çekip aynı yere yerleştirdi, beni yavaş yavaş içine alırken kalçasını iki yana oynatıyodu, belinden kavrayıp biraz da o şekilde yapmaya başladık. ‘Boşal artık c’nım’ dediğinde artık ben de yorulmaya başlamıştım ancak sanki boşlukta gidip geliyodum, yaptığımız şey baştan sona anlamsız ve gereksizdi. Beni tetikleyecek herhangi bi istek yahut heyecan yoktu; bütünüyle makineleşmiş bi yabancı gibiydim. Bana daha önce masadayken oral veya anal yapmadığını ancak dilersem içine boşalabileceğimi söylediğinde; nazikçe teşekkür edip ondan herhangi bi talebim olmadığını ve ‘senden iyi olmasın’ diyerek çok iyi oral yapan bikaç kişiyi tanıma fırsatı bulduğumu söylemiştim. Her neyse; gün ağarmaya ve ortalık aydınlanmaya başlamıştı ve bütün bu saçmalığın sonunu getiremiyceğimi anlayıp kabul etmiştim, ısrar etmenin manası yoktu; ‘Bırakalım’ dedim, sorun olmadığını ve istersem devam edebileceğimizi söylediğinde çoktan üstünden kalkıp yanına uzanmıştım bile. ‘Boşver’ dedim, ikimizin de canı çıkmıştı, ısrar etmedi. O kalkıp tekrar duşa girerken ben sızmıştım çoktan. Kolumun savrulmasıyla uyandım, uyurken kolumu atıp rahatsız etmiş olucam ki elinin tersiyle itmiş, sırtı dönüktü, kafa selamı verip sırtüstü döndüm ve tekrar bayıldım.”
Sustuğunda, biz sigaralara davranmıştık, bi tane de ona uzattı İsmail; benim masada duran paketten bi tane çekti ve
“Şampiyonluğun hayırlı olsun reis.” dedi, sanki soru sormak ister gibi veya bir şeyler diyecekmiş gibi Murat Can’a bakıyordu.
“Ne bakıyon yarraam, mesela yani” dedi Murat Can sırıtarak, hipnotize olmuş İsmail’e bu tepkisiyle bizi de güldürdü ve ekledi “yalnız biraları ben almam, o kadar anlattım, yoruldum.”
İsmail
“Ben alıp gelirim” demişti ama bir süredir biz aşağı inmeyince ve yan masayı da kontrol etmek için Fatih Abi’nin elemanı inmişti. Self servis değildi, arada inip çıkıyordu ama biz yıllardan beridir hep bitince kendimiz alıp iniyorduk.
“Bir istediğiniz var mı?” dedi.
İsmail’e de soran gözlerle bakıp “Birer tane daha alalım.” dedim, bir şey demedi, eleman boşları toplayıp yukarı çıktı.
“Ben bi işemeye gideyim,” dedi Murat Can.
O işerken Tolga telefonuna, İsmail boşluğa, bense onlara ve televizyona bakıyordum, maç hâlâ bitmemişti. Telefonumu çıkardığımda Murat Can gelmişti,
“Selam, beni yan masadan gönderdiler.”
“Hoşgeldin,” dedi Tolga, “anlat bakalım nasıl düştün buralara.”
“Haa! Onu diyodum abiler,” biradan çekti, “gözümü onun sesiyle açtım, telefonda bi şeyler konuşuyodu. Rüya değil, kâbus değil, bi roman kahramanı hiç değil; kafasıyla, kanıyla, etiyle, duyguları ve düşünceleriyle gerçek dünyada, gerçek insanlar arasında hayatta kalmaya çalışan ve insan gerçeklerini arayan kayıp bi ruh olarak uyandım. ‘Günaydın c’nım’ dedi, konuşması bitmişti. Biri oğlan biri kız iki çocuğu varmış, telefondan bana kızının resmini gösterdi. O yaşlardaki diğer tüm çocuklar gibi küçük, sevimli, şarışın, parlak renkli gözlerinin içi gülen bi kızceğiz. Bana gösterirken onun da gözleri parlıyodu veya bu da işinin bi parçasıydı. Bütün bunlardan çok yorulmuştum; beynimi, kalbimi durduramıyo, uzun süre nefesimi bile tutamıyodum. Çocuklara annesi bakıyomuş, az önce onunla konuşmuş; kazandığı paranın çoğunu onlara gönderiyomuş. Her gün görüntülü görüşüyolarmış. Borçlarını ödeyip, yeterli parayı kazandığında ve artık çalışmak zorunda kalmadığında sonsuza dek mutlu mesut yaşayacaklarmış. Bi yandan da bana da hadi gece bitti, paramı ver gideyim demeye getiriyodu, anlayamayacak kadar aptal değildim bereket. Uçlarını kızıl yaptığı, kapkara seyrek saçları demek boyaydı diye geçirdim içimden. Dedim, ‘teşekkür ederim, eksik olma. Paranı vereyim de işinden gücünden geri kalma.’ Bana istersem gitmeden bi sefer daha yapabileceğimizi söyledi, ‘Çok sağol kalsın, gerçekten hiç gerek yok, eyvallah.’ dedim, üstelemedi. Kalkıp duşa gitti, ben de bu sırada kalkıp dayımın bana verdiği parayı ayarladım. Duştan çıktı, ben daha önce hiç böyle bi alışverişe girmediğimden, yol yordam bilmiyodum, parayı komidinin çekmecesine koymuştum. Giyindi, bana bakıp gülümsedi, çekmeceden parayı çıkardım, ‘Buyur,’ dedim, ‘her şey için teşekkür ederim.’ Parayı aldı, ‘ben teşekkür ederim, akşama yine burdayım, görüşürüz.’ diyerek elini uzattı, bir beyfendi gibi elini öptü o da sarılıp yanaklarımı öptü. Kapıyı açarak uğurladım. Giderken dönüp bana bakıp gülerek el salladı. Kapıyı kapadıktan sonra bi bira açıp, bi sigara yakıp yatağa oturdum.”
Murat Can soluklandı, birden ona uzatılan sımsıkı yumruğun ucundaki sigaranın kadraja girmesiyle irkildi,
“Sigara.” dedi, İsmail. Hiç şakası yoktu, herhangi bir duygusu ifadesi yoktu daha doğrusu. Daha çok terlemiş, daha çok kızarmış ve daha katıydı. Murat Can Gumball’un şapşallık yarışı yaptıkları bölümde Richard’dan alıntı yaparak:
“Hayır demiyorum, kesinlikle hayır demiyorum, sadece bu çok acele oldu.” dedi, halen yanan sigarasını göstererek, İsmail hiçbir şey demedi, kıpırdamadı da. Murat Can sigarayı aldı, masaya koydu.

***

Az önce fark ettiğim üzere İsmail hariç biraları bitirmiştik, yine çok konuşmuş, yorulmuştum, soluklanıyordum, “Bira getireyim,” dedim, “Olur.” dediler. İsmail
“Ben bunu yavaş yavaş içerim, bana yeter zaten.” deyince ben de ona “Olur.” dedim.
Kendi kendime ‘ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden’ diyerek yukarı çıktım. Fatih Abi salatalık doğruyordu, ilişmedim, sessizce beklerken seyrelen masalardaki tanıdık yüzlere baktım, her masadaki koyulaşmış sohbetin kakafonisi, arada atılan kahkalar; dalmışım öyle. Fatih Abi’nin sorusuyla kendime geldim, ellerini siliyordu.
“Bira mı?”
“Lütfen,” dedim, “üç tane.”
Bize de bir tabak salatalık hazırlamış sağ olsun, biralarımızla beraber onu da aldım tepsiyle teşekkür ederek. İsmail geldiğimi fark edince küllüğe sabitlediği gözlerini kaldırıp bana dikmişti, Cem televizyona bakıyordu, sanırım Tolga da tuvalette olacaktı. Tepsiyi masaya bırakıp tuvalete doğru yöneldim, çok bekletmeden Tolga çıktı dedim
“Artık sıra sana geldi, seni dinlicez gelince.”
“Hiç merak etme yavrum, sen çişini yap gel anlatıcam.” dedi güzel tebessümüyle. Bir ‘karanfil gibi’ bana da sirayet etmiş ellerimi yıkarken kafamı kaldırınca aynadaki aksimde fark ettim, keyifli keyifli geldim masaya oturdum, kül olmuş sigaram unutmuşum, ne yapalım, sağlık olsun; otururken bizimkilere baktım sırıtarak onlar da gülümseyerek karşılık verdiler, İsmail bile; her ne kadar bu onun için dişleriyle tır çekmek kadar zor bir eylem dahi olsa. Oturdum, sigaramı sararken,
“Evet arkadaşlar, bu gece yine çok konuştum, çok yoruldum, sıramı savdım, kenarıya çekiliyorum.”
Cem,
“Adamsın kardo adam, adam!”
Tolga,
“Adamın koç taşaklarısın bro, koç, koç!”
İsmail şaşırtıcı bir şekilde “Öhm!” diyerek söze girdi, kısık sesle ve ağır ağır konuşuyordu, onunki kadar olmasa da dinleyici olarak bizim için de güç bir durumdu ama bir yandan gene neler yumurtlayacağını merakla, ötedense bak biz senin dostlarınız sana değer veriyoruz ve kendini ifade çabanı büyük bir ilgiyle takip ederek destekliyoruz mesajı vermek istiyorduk, kim bilir en son ne zaman eski günlerin coşkusu ve kaygısızlığıyla düşünmeksizin gelişine ifade etmişti kendini; anlatırken anlattığı şeye bürünürdü, sıklıkla dili dolaşır başka şey söyler en çok ve içten de kendi gülerdi, şimdi vaazını bitirmesini beklerken bir yandan da elden ele içki dönüp birazını da üstüne döktüğümüz ‘Tabutta Rövaşata’ cenaze merasimindeydik de çoktan ölmüş ve çürümüş bedenine son duaları mırıldanırken alttan alta bize de ters ters bakan imam gibi kendi mezarına selam duruyordu.
“Geçenlerde... bi video denk geldi...”
O kesik kesik ve kısık kısık anlatıyordu biz ‘Yavşallah Hocam!’ demek için bekleyen kedicikler gibi ağzının içine bakıyorduk. Burda kendi kendine biraz güldü
“Heh... Adamın birinin taşakları... yanlışlıkla öbürünün alnına vuruyodu!”
Şimdi öksürük krizine girmiş boğulacak gibi soluksuz ve kızararak elektriğe tutulmuş gibi kahkaha krizine girmişti. Biz anlattığından ziyade vücudunun verdiği bu tepkiye biraz korkarak, şoklanmış bir şekilde, kendimizi de tutamayarak gülüyorduk. Çelişik duyguların içine salmıştı bizi, ‘Dünyama hoşgeldiniz!’ der gibiydi; bizse gülmekten ağlayacak gibiydik; kendi gözlerimin nemlendiğini hissedebiliyordum, Cem’in gözleri de daha parlaklaşmıştı ağzı açıktı, sahneyi sesi kısıp izleyebilsem ağladığına yemin edebilirdim, kafamı bir çevirdim gülerken sallanan kafası, kocaman açılmış ağzının üzerindeki gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı bile Tolga’nın.
Biz yine durumun ciddiyetini fark etmiş ve durmuştuk ama gereksiz yere uzatılan bu sinir bozucu sahnede gülmeye devam ediyordu her ne kadar daha ziyade acı çekiyormuş gibi görünse ve kontrolünü kaybetmiş de olsa, birbirimize ve tekrar ona bakıp biraz daha güldük. Açıkçası bendeki korku ve hüzün biraz daha artmıştı ama kendimi pek toparlayamıodum, Cem de koyvermişti, Tolga kendini toparlamaya çalışıyordu, bunun için kendini zorlaması daha da kızarmasına sebep oluyordu. Sonunda biz hayattan arta kalan bütün gülüşlerimizi harcayıp kendimize gelmiştik de İsmail oralı olmuyordu; işin acıklı tarafı onun anlattığı şeyin hoşumuzua gittiğini düşünüp onaylanmanın da mutluluğuyla devam ediyordu. Ben ‘neyin içine düştük, n’apıcaz?’ der gibi Cem’e bakıp onla göz göze geldiğimiz anda tekrar gülerken köşede Tolga ciddiyetini takınmıştı, sesleniyordu
“İsmail... kardeşim, İsmail! Su getireyim mi sana ister misin?” Aşağı inen elemanı fark etmişti ona seslendi, “Bi su alabilir miyiz buraya?” Elemandan onayı aldıktan sonra tekrar İsmail’e döndü,
“İsmaiiiil... Tamam abi geçti, sakin ol!”
İsmail de bu kendinden emin güven veren telkinlerin üzerine duruldu, sakinleşti.
“Olm,” dedim, “nasıl şeyler izliyosun lan sen?” dedim hayretle.
Cem hemen, “Üüüüüüh, sana yazıklar olsun!” diye ekledi peşime.
“Ya,” dedi İsmail yine “öhm!” diye öksürerek, “internette geziniyodum, öyle denk geldi işte.”
Sordum, “Nerelerde geziniyosun, nasıl geziniyosun ayrıca? Yasaklamadılar mı böyle tekinsiz siteleri?”
Tolga atıldı,
“Ohooo, olm senin haberin yok mu bi sürü yöntemi var onun?”
“Ne bileyim be, çok analog kaldım ben; muasır medeniyetlere erişemedim.” Sonra da ‘Prestige’deki sonradan Hugh Jackman’ın dublörü olan Hugh Jackman gibi “Hmm...” diyerek elim çenemde kaşlarım hafif havada çok da alakadar değilmişim gibi başka tarafa bakarak ama niyetimi belli ederek yanaştım, “Demek öyle, anlattır bakalım...”
“Hiç merak etme bebeğim, hiç merak etme anam,” dedi Tolga, “ben yavaş yavaş seni her şeye alıştırıcam.”
“Benim daha çok hoşuma gider.” dedim ve tekrar İsmail’e döndük, suyu gelmişti onu içiyordu. Suyunu bitirip ağır ağır bardağını masaya koymasını bekledik büyük bir sabırla, sonra Tolga ona doğru dönüp sokuldu, ağzına kadar girmişti ve sağ eliyle başının arkasını okuşuyordu nazikçe, ilk temasla öne eğik olan kafasını kaldırınca İsmail öpüşmelerine ramak kalmıştı, tüm alaycılığı büyük bir ciddiyetle ve gözlerini gözlerinin içine dikerek anlamak ister gibi abartılı bir şefkatle sorgulamaya başladı Tolga,
“Canım kardeşim, niye böyle şeyler izliyosun, ha?”
Ses yok, devam etti,
“Bi sorunun mu var, bize anlatmak istediğin, hepimiz dostunuz senin, söyle niye böyle şeyler yapıyosun?”
Bütün donukluğunun ardında bir mahcubiyet varmış da ama aynı zamanda olanca ruhsuzluğuyla mırıldandı İsmail,
“Hmm... yanlışlıkla adamın alnına çarpınca morali bozuldu...” diyebildi der demez tekrar boğmaca krizi gibi gülmeye başladı ama Tolga başını kavramış bırakmıyordu. Öpüşmeye ramak kalmış mesafede başını okşadığı eliyle sardığı kafası sarsıla sarsıla gergin bir şekilde katılarak gülüyordu İsmail, Tolga ise ciddiyetini muhafaza etmek istiyordu ama bu mesafede namümkündü, o da gülüyordu. Manzaraya dışardan bakan bizler için de öyle. Tolga biraz geri çekilerek bıraktı İsmail’i, önüne dönüp oturuşunu dikleştirdi gülmesini kesti öksürdü ve sesini ciddileştirdi,
“Cem,” dedi, “biri senin şimdi çıkarıp alnına bassa n’aparsın?”
Cem de anlık olarak kendini toparlayıp ciddileşerek,
“Yanlışlıklaysa kaynarım ama bilerekse bozuşuruz!” diyerek katılarak gülmeye katıldı. Biz bir süre böyle güldük, ama İsmail bozulmuştu, bir şey demedi, gülmesini kesti, aynı katılıkla sabitledi kendini.
“Neyse beyler,” dedi Tolga, “bu kadar boş maabet yeter. Geçenlerde bizim Murat’la buluştuk İstanbul’da.”
“Ee...” dedim, “n’apıyomuş Murat, nasıl keyfi sağlığı?”
“İyi ya, bi yaramazlık yok şükür, yerinde keyfi.”
“Ne anlatıyo, n’aptınız?”
“Ne anlatsın işte, koşturmaca, yüksek lisans, projeler filan. Zaten doğru düzgün görüşemiyoruz bende de o kadar yoğunluk ve yorgunluk oluyo ki abi...”
“Ne zamanın ne halin kalıyo di mi?” diyerek tamamladım sözünü.
“Aynen. Bi kere görüşebildik o kadar zamanda, ondan önce de en son bayramda toplandığımızda burda görmüştük birbirimizi.”
“N’apıcan be abi, ister istemez öyle oluyo, ama iyi ki facebook grubumuz var da yine birlikteymişiz. muhabbet çevirebiliyoruz, tabi...” dedim, “aynı tat?”
“Vermeez!” dedi Cem.
“Oraya bile bakacak vaktim olmuyo doğru düzgün biliyosunuz.” dedi, Tolga.
Cem
“Ya be, farkındayız.”
“Şişirme fazla bakalım çek bi fotoğrafımızı da grupta paylaşalım.” dedim Cem’e çünkü uzun boyu ve kollarıyla tayfanın resmi fotoğrafçısı oydu. Geleneksel şikayetini de tekrar etti ama görevini de yerine getirdi, yapacak bir şey yoktu, bu alanda hiçbirimiz onun kadar yetenekli değildik, hele ben en beterleriydim, fotoğraflarda çıkarken de öyle.
“Oooooof, bütün fotoğraflarda göğsüme kadar çıkıyorum altı yok.”
Fotoğrafı gönderdik, Tanju “HER ŞEYE” yazmış, tokuşturulan bira bardakları emojisini göndermişti, Çağrı, “ÖZLEMEK” yazdı, onlar da Kordon’da içiyorlarmış doğal olarak, Tutku da onların fotoğrafını gönderdi, Emrah “Çanakkale’ye gelin, pazar günü dönücem” yazdı, biz de onlara selamlarımızı ilettik. Kısa süren bu pasajın ardından tekrar bulunduğumuz mekana döndük, yüzlerimizde tebessümle, İsmail ifadesizdi yine.
Cem, Tolga’ya
“Murat’ı anlatıyodun?”
Gülümsemesi bir parça daha büyüdü Tolga’nın,
“Geçen gün aradı, ‘Hacı İddaa’yı tutturdum, buluşalım parayı ezelim.’ dedi.” Murat’ı naklederken sesini biraz daha yavşatıp bütün vücudunu sallayarak konuştu. “Dedim, asla böyle bi şeyi kabul edemem, hemen geliyorum.” Burada da gülmeye başladı.
Cem, “Rınba!”
Devam etti Tolga, “Taksim’e gittik, bikaç tane mekan gezdik gece boyunca, Kocaeli’den de bi arkadaş vardı o da bi ara bizleydi. On numara hatunlar vardı, görseniz dibiniz düşer. Tabi biz düşüremedik, bütün gece boyunca sap sap takıldık, deli gibi içtik, sarhoş olduk.”
“Bi dakika,” dedim, “lafını balla kesiyorum ama sanırım ben bu hikayeyi biliyorum.”
Gülerek “Murat mı anlattı?” dedi.
“Yok, ilk defa senden dinliyorum.”
‘Nasıl yani?’ der gibi yüzüme baktılar, biradan bir yudum çektim. Abartılı oyunculuğumla,
“Eh, saat de geç oldu, bu kafayla araba da kullanılmaz, en iyisi bi otele gidelim.”
İçten kısa bir kahkaha patlattı Tolga
“Aynen öyle oldu usta,” dedi, “bi otele gidelim dedik.”
“Ve olaylar gelişir.” dedim sırıtarak.
“Olaylar, olaylar!” dedi Tolga coşkuyla, “Tutturdu bu ben bu gece sevişmek istiyorum diye.”
Araya girdim yine,
“Ben de öyle, hatta yalnızca bu gece veya geceler de değil, gündüzleri de.”
“’Böyle olmacak,’ dedi, ‘ben eskort çağrıcam.’”
“Yakışır,” dedi Cem, “On numara gider!”
“Bereket versin, para fazla gelmiş, yiyememişiniz koca gece, onun da rahatsızlığı var.” dedim.
“Hem de nasıl, kaşıntı tuttu adamı. Benim daha çok hoşuma gider, bana göre hava hoş. Otele doğru gidiyoruz, bu bi yandan internetten telefon araştırıyo, neyse geldik adam iki yataklı bi tane odamız var dedi.”
“İyfa!” dedi, Cem. Gülümseyerek devam etti Tolga,
“Kafa kafaya verdik, ‘Aga,’ dedi, ‘ben içerde yaparım, sen tuvalette uyar mı?’”
Atıldım, “Dizlerimin üstündeyim ahbap!”
Gülerek sürdürdü:
“Hiç sorun değil, canım kardeşim dedim, sen nasıl istersen. Döndük, tamam dedik, tuttuk, çıktık odaya. Baktım tuvalet götiçi kadar bi yer, eh dedim n’apalım, idare edicez artık. Arama tarama çalışmaları son sürat devam ediyodu, dedim hani olm bulamadın mı? ‘Dur,’ dedi, ‘bi tane numara buldum, whatsapp’tan yazıyorum.’”
“Böbrekleriiiiiiiim!” diye çığlık attım.
“Böbrekler yerinde mi usta?” dedi, Cem.
“Sağlam, sağlam.” dedi, Tolga
“Getir bakayım, öyle anlaşılmaz.” diye üsteledi Cem.
“Tamam ulan,” dedi Tolga, “burdan çıktıktan sonra hepinize göstericem.” ve devam etti, “’Bunun,’ dedi, ‘işi varmış, başkasına yönlendirdi beni, şimdi onla kontakt kuruyorum.’ Açıkçası ben umudu kesmiş karşı yatakta telefonla uğraşırken uyku moduna geçmiştim.”
Cem, “Yapma be dava!”
Belki İsmail’in bile o kızarmış donuk gözlerinin ardında çok uzaklarda bir yerlerde bile hayalkırıklığı yaşanıyordu.
“Durun b’olm, daha bitmedi. Pat diye ‘Hacı, birini ayarladım, arkadaşı da müsaitmiş.’ deyince hemen kulaklarım dikildi. ‘Yalnız,’ dedi, ‘bi şey daha var...’”
Bizim Tayfun gibi, “Önde acık pipileri varmış.” dedim.
“Denemeden bilemezsin.” diye mırıldandı İsmail, ona döndük yalandan bir süreliğine gözlerimizi dikip baktık, “Heh!” diye güldü, biz de güldük.
Cem, “Olur be akraba, ne var bunda?” diye ortamı yumuşattı ve ekledi “Ulan... Yoksa, yanlışlıkla alnına mı bastılar?”
Hepimiz güldük ama Cem, İsmail’e,
“Bakın yanlışlıkla olunca nasıl hoşuna gidiyo?” dedi.
İsmail,
“Bana bak, senin burda bi alnına basarım, kendini şaşırırsın.” dedi, ama bunu son derece ifadesiz ve soğukkanlı olarak demesinde insanı ürküten de bir taraf vardı.
“Yanlışlıklaysa kaynarım, ama bilerekse kızarım.” diye yanıtladı Cem.
Öksürdü ve “Neyse” dedi yalnızca İsmail.
Tekrar Tolga’ya döndük, söz ondaydı:
“’Yalnız,’ dedi Murat, ‘kadınlar siyahiymiş.’”
Bunu gerçekten beklemiyorduk, yani kırk yıl düşünsek aklımıza gelmezdi, neden bilmiyorum ama öyleydi. Ben ilgiyle hafiften sağ kaşımı kaldırmıştım, Cem biraz kaşlarını çatmıştı, İsmail’de ifade yoktu, Tolga tahmin ettiği geri dönüşü almış olmanın da keyfiyle gülümsüyordu.
“Hikaye cidden enteresanlaşmaya başlıyo ancak, biraz araya girebilir miyim?” dedim.
“Buyur.” diyerek müsade verdi Tolga.
“Şimdi aklıma geliverdi, sen öyle deyince; sonraya kalsa unuturum, olabildiğince kısa kesicem.” Bir yudum bira ve bir nefes sigara esi verdim ve anlatmaya koyuldum.
“Hani Şefim var ya benim, bizim çocuklar da tanıyo da siz tanışmadınız. Neyse, bi gün bu gazete dağıtacak, normalde ev arkadaşı Barış -sizden iyi olmasın- o dağıtıyomuş da o günlük iş ona kalmış. Rica etti benden, nöbetçi solcu olarak kabul ettim seve seve. Bir iki yere dağıtıyoruz, geldik Erzurumlular Derneği’ne. Dernekleri bilirsiniz, genelde meyhane olurlar, bazıları da kahvehane. Bu kahve olanlarındandı. Girdik, ‘Merhaba’ dedik, başkan elimizde gazetelerle gençleri görünce anladı, hemen ayağa kalkıp bizi hoşladı, yukarı makamına çıktık. Arkasında kocaman Kemal Paşa, Deniz Gezmiş ve İbrahim Erkal portreleri.”
“İbrahim Erkal’ın askerleriyiz!” dedi Cem.
“Biraz garipsedim ama hoşuma da gitti. Hemen çay getirdiler bize. Kırmızı kazaklı bıyıklı esmer abi; bizi daha önce hiç görmemiş olmamasına rağmen sırf solculuk yapıyoruz diye acayip sempatiyle bakıyodu bize. Barış’ı sordu Şefim’e; o da ‘bugünlük biz geldik.’ dedi. Aynı zamanda hemşeriler de Barış’la. Kendinden bahsetti, o da zamanında görmüş geçirmiş, bedel ödemiş; yaşı itibariyle hiçbi şey yapmasa dahi 12 Eylül’ü görmüş yani; bi gün bi binanın beşinci katına çıkmışlar çok sevdiği bi yoldaşıyla ama adam sırf ben Mustafa Kemal’i sevmiyorum dedi diye herifi aşağı atmış, afişi kendi başına yapmış.”
“Ircaa!” diye inledi Cem.
“Tabi olm,” dedim, “manyak mısın len, sen ne zannediyodun?”
“Eee!” dedi Cem, kafasını hızlı hızlı aşağı yukarı sallayarak.
“Ben gülmemek için Şefim’e bakmıyodum ama beni siz biliyosunuz; ben ne denli dalağı düşüksem, Şefim de benden aşağı kalmaz. Üstelik adamın ciddiyeti, anlatırken o günleri tekrar yaşaması, hislenmesi, öte yandan bizim ne diyeceğimizi bilemeyişimiz.” Biraz güldüm, “Bozuntuya vermedik ama, herif hazır bizi de yakalamış otobiyografisini sunuyo. Kabalık etmiyoruz, asla araya girmiyoruz, başka yerlere bakıyoruz, özellikle de İbrahim Erkal’la ve birbirimizle göz temasından kaçınıyoruz; o kadar ki size o odayı uzun uzun betimleyebilirdim, betim içinde kalırdınız ve hâlâ uyuyakalmadıysanız o odada bulunduğunuzu düşünmeye başlardınız ama hem buna gerek yok, hem de bulutlar fırtına topluyodular.”
Burda biraz ara verip etrafı gözlemledim, adamlar ne anlatacağım ve ne zaman bitireceğim diye bana bakıyorlardı, kendimi vaazı haybeye uzatan, cemaati bayan bir hatip gibi hissettim; sonra da kendi kendime bana vaaz verdirecek camileri ben zaten ahır yaparım diye düşündüm.
“Ulan,” dedim, “imam hatipler kapatılsın, size bi şey olmasın!”
“HER ŞEYE!” diyerek kadeh kaldırdı Cem, vuruştuk, devam ettim pek tabii,
“Listening dersi gibiydi biraz da, şimdi dayı anlatıyo ama kendi aksanıyla bizim kullandığımız bazı sesleri kullanmıyo, ortam da loş, camlar var ama hava da kapalı, biz de pek ilgili değiliz, öyle kulağımıza çalınan ve anlamla birleşen kelimeleri birleştirip bi harita çiziyoruz kafamızda. ‘Teyzem zencindi.’ dedi bi ara, ‘Ne?!’ dedi, Şefim gözünü kocaman açarak, ‘teyzen zenci miydi?’, ‘Yok,’ dedi, ‘zencin, zencin.’ İçimden beni sayın Erkal’la başbaşa bırakın siz kendi aranızda anlaşın diye geçirdim. Dışarı çıktığımızda da ‘Şefim,’ dedim, ‘tamam komik ama ayıp değil mi, adamla dalga geçiyosun, zenci filan?’ samimiyetle ‘Yok Şefim, cidden zenci anladım, niye dalga geçeyim adamla?’ deyince; işte dedim zaten asla başka biri benim Şefim olamazdı.” Biraz soluklandım, “Evet beyler, bu da böyle bi anımdı işte.”
Bir süre sessizlik oldu, kimse gülmedi. “Bu kadar” dedim, Tolga emin olmak için bir süre bana bakıp kanaat getirdikten sonra doğal olarak,
“Ben en son ne demiştim?” diye sordu bize.
“Karılar siyahi!” dedi İsmail katiyetle.
Tolga da ciddileşerek, kaldığı yerden nakletmeye devam etti,
“Irkçı mıyız ulan biz? dedim, ‘Ne münsabet! Ben sadece, hani haberin olsun, görünce şaşırma diye dedim.’ o kadar eskort tutuyosun bize güzel mi bari kadınlar dedim, ‘Şey,’ dedi, ‘usta, şimdi ben bi hatunla konuştum ya o benim, yanında getireceği arkadaşı da senin. Arkadaşını ben de görmedim, fotoğrafı yokmuş.’ Aynı böyle bi yutkundum, gelin ata binmiş, ya kısmet demiş diyebildim.” dedi yutkunarak.
“Sıkamacan mı dişini on beş dakkacık?” diye sordu Cem.
“Hiç sorun değil, gerekirse kendi kafama poşet geçiririm.”
“Bana bak,” dedim, “güvenlik çok önemli, gerçi fazla da bi koruyuculuğu yokmuş ama korunmadan ilişkiye girmeseydiniz?”
“Önlemimizi aldık tabi canım, hatta Murat bana, ‘karıyla öpüşme sakın Ebola filan bulaşmasın, dikkat et.’ dedi, o zamanlar yeni moda salgın vardı. Her neyse, ne çıkarsa bahtıma dedikten sonra gergin bekleyiş başladı, biliyosunuz hayatta her şey mümkün, her şey biz insanlar için. Odanın telefonu çaldı, ‘Murat Bey, misafirleriniz geldi, lobide bekliyolar.’ ‘Peki, hemen karşılamaya geliyoruz.’”
Heyecan dozu yükselmişti, İsmail bile Tolga’ya kilitlenmiş, ağzından çıkaracağı baklayı av köpeği gibi bekliyorduk.
“Lobiye indik, ablalar bizi bekliyodu, şöyle tarif edeyim; biri yorumu Türkiye’deki en etkileyici vokallerden biri olan Kibariye dersek, diğeri de Rihanna.”
“ULAN!” dedi, Cem.
“Sahi,” dedim, “bizim Tayfun üniversiteye hazılanırken hangi şarkısını dinliyodu Kibariye’nin?”
Hiçbirimiz hatırlayamadık ama test çözerken şarjöründeki tek kurşun, mp3 çalarındaki tek şarkı Kiboş’un ağır damarlarından biriydi.
“K. diyelim, biz gelince ‘hanginizle konuştum ben telefonda?’ deyince hemen Murat’ı öne sördüm, parmağımla işaret edip buydu dedim.” bu sahneyi canlandırdı da aynı zevk ve coşkuyla canlandırmaya devam etti diyalogu. “Dedim, aga kusura bakma, yukarda anlaştığımız gibi. Murat yüzünü ekşitti, ‘Ya, bu kadar katı olmak zorunda değiliz, esnemeler yapabiliriz aslında.’ Olmaz aslanım dedim, bizde söz senettir, ne dediysek o, ben dedim mi tek kelime karambole, karanlığa ateş ederken? Hiç anlamam valla, kusura bakmacan. ”
“Veli’ye!” diyerek, bardağımı kaldırıp, “Balları sikeyim.” dedim.
“Ulan akraba, aynı benim gibi dört ayak üstüne düştün, hadi yine iyisin.”
“Eee,” dedi, Tolga, “o kadar da olsun. Neyse çıktık odaya, biz girdik banyoya, hemen başladık; öyle senin gibi hal, hatır, sohbet, muhabbet yok.”
Gerilmiş dudakları arasından büyüyen gözlerinin altından İsmail,
“Taktik, maktik yok, bambambam!”
Dedim, “Profesyonellik, kurumsallık da bunu gerektirir zaten, helal!”
“Murat içerden sesleniyo, ‘n’apıyosunuz?’ filan diyo, ses gelmiyo mu kımıldadıkça kapıya çarpıyorum? Kapıya geldi bu, dedi ‘Nasıl gidiyo?’, iyi dedim, ‘biraz yer değiştirelim isterseniz, siz içeri gelin biz banyoya geçelim?’ dedim uyar. Bizim yatağa geçtik devam ediyoruz,”
“Gökay’ınki gibi yatağın üstünde asılacağın sallanan bi ampul de var mıydı, ulan?” diye araya girdim.
Gülerek, “Yoktu, usta bizde” diye yanıtlayıp devam etti: “Biraz sonra geldi bunlar kendi yataklarına arkasını dönüp oturdular, n’oldu? dedim, ‘Yok bi şey,’ dedi, insanlık hali sertleşememiş bizimki bi türlü, erken boşalma, bu filan benim de başıma geldi, gayet doğal yani.”
“Hangimizin gelmedi ki?” dedi, Cem, kesinlikle kastı yoktu ancak bilemiyorum, sanki biraz İsmail alınmış olabilir gibime geldi.
“A aa,” dedi, İsmail, “öyle de mi oluyo?”
“Yani,” dedi Cem, “cinsel hayatın varsa, bunların en az bir defa başına gelmesi hatta belki bikaç kere gelmesi olası. Sarhoşsundur, antrenmansızsındır, gerginsindir, heyecanlısındır, üzgünsündür, fazla mastürbasyon yapıyosundur, ne bileyim abi bahane mi yok?”
Ufak bir sessizlikten sonra, Tolga tekrar,
“Televizyon açıp sohbet ettiler, biz yanda devam ediyoruz. Sesleniyo arada ‘Öpüşme sakın Tolga, salgın var!’”
Fatih Abi aşağı indi bu sırada, topu topu iki masaydık, saatler de ilerlemişti haliyle,
“Arkadaşlar, son arzunuzu söyleyin, ufak ufak kapatıcaz.”
Önce azalmış biralarımıza sonra birbirimize baktık aniden,
“Abi, biz birer tane daha alalım.” dedim,
İsmail, “Yok.” dedi, tekrar seslendim,
“Abi bize üç bira o zaman.”
“Tamamdır çocuklar”
Diğer masa sipariş verdi mi dikkat etmedim, yukarı çıktı? Kalan biralarımız için bardakları vurduk, içtik, ama acele etmeden.

***

İkaz gelmişti, yavaş yavaş gecenin sonuna yaklaşıyorduk. Bir daha anca ya önümüzdeki bayramda mı yoksa, aramızdan birinin düğününde mi buluşacaktık, kim bilir; bildiğimiz bir süre yine bir araya gelemeyeceğimiz ama keyifli bir gece geçirdik? Hayatın zorlukları oluyor tabii, farklı çevrelere girip değişik tecrübeler yaşayıp, yeni insanları tanıyoruz da sonunda yine gelip birbirimizi buluyoruz. Birbirimize anlatacak hikayeler biriktirip, yeni ve farklı çevrelerimize de birlikte yarattığımız virüsü bulaştırıyoruz, anlamadan yayılıyoruz, Murat’ın bana dediği salgın gibi. Bu arada bir de aynı, benzer veya bambaşka yollarından geçiyoruz hayatın, birlikte büyüdük; ayrı yollara da savrulsak birlikte yürümeye devam ediyoruz, aynı bu gecenin başında buluşup bu meyhaneye gelişimiz, aynı gecenin sonunda evlere dağılana kadar birbirimize eşlik edeceğimiz gibi. Murat Can yolu uzatacak, Cem’in yolu zaten uzun, İsmail’le benim birbirimize daha yakın. Kendimi biranın akışına bırakıyorum, hayatın karışık yollarında yanlış yollara sapmayayım diye. Evet bir parçam daima hüzünlü bunun için yapabilecek bir şey gerçekten yok, benimle beraber büyümeye devam edecek, benimle beraber şişelerce, bardaklarca sarhoşluklarla boğulacak, benimle beraber ölüp ölüp dirilecek yeri gelince, yeri geldiğinde yeniden doğacak, bazen dolan bardaklarla birlikte. Uzun lafın kısası: bu gece keyfime diyecek yok.
İsmail, dedi ki,
“Beyler, ben galiba aseksüelim.”
Böyle arada verdiği demeçlerle bomba patlatmayı severdi, bu da onun tarzıydı. Koca gece doğru düzgün ağzını açmaz, hatta bazı geceler hiç konuşmaz ama gelir öyle bir laf eder ki geceye damgasını vurur.
“A aa!” dedi, Cem
Murat Can, “Nası be?” dedi, o da böyle saçma sapan sorular sorar bazen. Gerçi şaşırmış ve merak etmiştik, daha doğrusu bir anlam verememiştik. Böyle olmasının nedenini neydi ve bunu neden açıklamak istemişti acaba cidden?
İsmail, “Bilmem.”
Murat Can, “Peki ilk ne zaman fark ettin bunu?”
Biraz düşündü İsmail, “Bilmem.” dedi yine.
“Ama kardeşim sen de hiç yardımcı olmuyosun bize.” diyerek üsteledi Murat Can.
İsmail sustu.
Murat Can konuştu, anlamak için yanıp tutuşan sorgulayan gözlerle:
“Bu durumu tetikleyen bi şeyler mi oldu yoksa, hep mi böyleydi?”
İsmail müthiş bir eforla azıcık gülümsedi, ağzından ağır ağır dökülerek anlamla birleşmeye çalıştı sesler:
“Bilmem.” Biraz daha duraklayarak devam etti, Murat Can sorguya devam etmek için sabırsızca lafa girmek için fırsat kolluyordu. “Yani hem bi şeyler yaşamış olabilirim, hem de sanırım hep böyleydi.”
Bu sırada son biralarımız da gelmişti, Murat Can bardağını kendine göre ortalayıp yumruğunu yanağına yapıştırdı,
“Peki,” dedi, “içinde bulunduğun bu durumu nasıl tarif edebilirsin.”
Bir sürpriz yaparak İsmail, “Bilmem.” demeden önce “Tarif edemem.” dedi.
Kendimi tutamayıp güldüm, gülmenin diğerlerine bulaşmasıyla ortamdaki anlamsız gerginlik biraz olsun dağıldı; anlamadan nefesimizi tutmuşuz da boğulmadan önce nefes almak aklımıza gelmiş gibi, muhtemelen İsmail için gerçek anlamda böyleydi.
“Karışmayın,” dedi Cem, “dokunmayın İsmail kardeşime.” Sigarasını henüz yakmıştı, görünce benim de aklıma yakmak geldi.
İsmail biraz olsun açılmıştı, anlatmaya devam etti ancak ağır ağır ve dirhem dirhem çıkıyordu ağzından kelimeler:
“Okula yeni başladığımda Uğur Mumcu Parkı’ında oturuyorum, bi adam yanaştı ‘Bayan lâzım mı genç?’ dedi, yok dedim abi, teşekkür ederim. Bi seferinde de sahilde yalnız başıma dolaşmaya çıkmıştım oturuyodum, hafif kırlaşmış saçlarıyla orta yaşın biraz üstünde bi abi geldi yanıma; ‘Sevişmek ister misin?’ diye sordu.”
Bu defa Cem, “Denemeden bilemezsin.” diyerek biraz güldü, biz de iştirak ettik; İsmail gülmedi ama bir süre daha sükunetini korudu, sonra yine aynı şekilde devam etti:
“Yok, dedim, teşekkür ederim, sonra eve gittim.”
Kimseden çıt çıkmadı bir süre ama gergin bir sessizlik hakimdi ortama; neden sonra İsmail bana seslendi:
“Tolga,” dedi, “ya bu nası bi his, ben daha önce kimseyle yatmadım?”
Gözlerimin içine baktığı ve doğrudan bana hitap ettiği için gülmemi güçlükle bastırıyordum, diğerlerine bakmamaya çalışıyordum ama yüz ifadelerini gözümde canlandırabiliyordum. Elbette bu da gayet doğal ancak İsmail’in bulunduğu herhangi bir düzlemin garip olmak gibi bir zorunluluğu vardı.
“Desene ulan, anlatamam yaşatırım!” Murat Can atladı.
“Sana akraba dedim,” duraklayarak konuşan Cem’di, çok içli bir tonda söylüyordu bunları, “yazıklar olsun... Bu kızanı karıya götürmecen mi?”
Şımararak güldüm, “Ben arkadaşlarım için yaşarım!” dedim.
Cem, “Beni?” diye sorunca hemen ardından
“Sen siktir git, kendi başının çaresine bakabiliyosun.” diyerek şakayla tersledim, ancak işin ciddi tarafında ne demem gerektiğini bilemiyordum.
Cem, “Vay be,” diyerek iç geçirdi, “cam gibi bi kalp paramparça, Senin canın sağolsun!”
“Kardeşim,” dedim, “boşver sen hiç kafanı takma bunlara.”
“Şey... Hmm... O şey nası peki?” Otuzlarına merdiven dayamış İsmail böyle bocalıyordu fakat karşısındakini daha güç durumlara düşürüyordu böyle yaparak. Muhabbet hepten acayipleşmeye başlamıştı, artık dehşet içinde dinliyorduk, gülesimiz gelmiyordu bile ama o devam ediyordu:
“Yani, böyle... Ben hiç görmedim daha çıplak gözle.”
Zor sorularıyla beni terletiyordu, bir allahın kulu da koşmuyordu yardıma, anca ağızları açık dinlesin götler!
En az onun kadar terlemeye başlamıştım ben de. Gülerek ama sinirden,
“Aga işte, nasıl gördüysen öyle.”
“Peki, böyle hemen oluyo mu, yolu nasıl buluyosun?”
“Canım kardeşim,” diyerek Murat Can araya girdi ki genelde ‘Amınakodumuncanımkardeşim’ diyerek yapardı bunu, “hani sıvaz yapmak için bile buna hazır olman gerekir?”
Cevap yok, devam etti, “Yani demek istediğim ilişkiye girmek için senin gibi onun da hazır olması gerekir. Sonra bi söz vardır su akar yatağını bulur. Derdini sikeyim güzel kardeşim, dert ettiğin şeye bak!”
“Hmm...” dedi, İsmail, “ben... aslında sıvaz da yapmıyorum. Filmlerden.... filmlerden de etkilenmiyorum.”
Az bir sessizlik oldu, sessizliği yine bana yönelen İsmail bozdu:
“Karşı taraf peki, zorlanıyo mu, zevk alıyo mu?”
Murat Can bir defa daha kendini yakarak bana can simidi atmıştı tutunmaya hazırdım lâkin İsmail’in beni bırakmaya niyeti yoktu.
“Duruma göre değişir.” dedi Murat Can.
“Hmm...” diyerek tekrar bana döndü İsmail, “Kadınlar... şey acıdan mı zevk alıyolar... yoksa nası oluyo?”
“Tehlikeli sularda yüzüyosun İsmail.” dedim, “öyle şeyler soruyosun ki ne diceğimi bilemiyorum.”
Yüzeyinde hayat belirtisi olmayan taştan cüssesinin altındaki zihninin karanlık odalarındaki bu mini tur bizi allak bullak etmişti ancak o daha yeni ısınmaya başlayan bir makine gibi katı, terli vücudunun içeri açılan kanlanmış, karanlık gözleri ve ağzıyla gösteriyi sürdürmeye niyetliydi:
“Tolga,” dedi, “hiç arkadan yaptın mı veya bi erkekle?”
“Seven insan arkadan vurmaz!” diye Serhat Abi’den alıntı yaptı Cem ve ciddiyetle devam etti, “ama ben bi sanat tarihçisi olarak şunu söyleyebilirim; minyatürlerden görüldüğü üzere dedelerimiz tren yapıyomuş.”
“Dedelerimiiiiiiz!” diye inledi Murat Can, dalga geçiyordu, “Şapka takmadılar diye dedelerimizi astılar!”
“Ecdadımız!” dedim, “Bi gecede cahil kaldık!”
“Zaten,” diye söze girdi Cem, Murat Can’a hitaben; abartılı bir hiddetle, “Bir numara sensin, iki numara Veli. Beynini yıkadınız Aziz Başkan, son kale Fenerbahçeli kardeşlerimin!”
Biz gevşeyip gülmeye başlamıştık ki konu dağıldı diye, İsmail:
“Kadınların hoşuna gidiyo mu, istiyolar mı acaba?”
“Beyler,” dedim, “neyse, artık geç oldu,” sigara paketime baktım, “sigaram da bitmiş, Fatih Abi de kapatıcak mekanı; en iyisi biz biraları çekerken Murat Can bize birer sigara sarsın.”
Gitme zamanı geldiğini anlamış, vakitlice kalkıyoruz, ne güzel sigaralarımız da sarılıyor derken; her şey o kadar hızlı gelişti ki birden neye uğradığımızı şaşırdık; şunun şurasında kırk yılın bir sırtı bir araya gelmiş paşalar gibi oturup, kuşlar gibi cıvıldamış, ‘aslanlar gibi aslan’ olmuşken hem de. İsmail tuvalete gitmek için ayağa kalktığında yan masadaki az önceki kazazede de onun hemen önüsıra kalkmıştı. İsmail’e,
“Beraber mi giriyoruz?” diye sorunca gülerek; ortamdaki herkesi dumura uğratacak bir şekilde elemanın suratına kafayı gömmüştü. Ne oluyor demeye kalmadan çocuk yere yığılmıştı. Menzilinde olduğu masadakilerden biri de İsmail’i sol eliyle arkadan çekip dengesini bozarak yarım tur döndürürken bir sağ direkt patlamıştı, “N’oluyo lan topaç!” diyerek. İsmail, yere düşerken ayağa kalkıp onu tekmelemeye başlamıştı. Bu sırada kendi önündeki birasını devirmiş, bardağını da kırmıştı. İsmail de garibim, ters dönmüş bir kaplumbağa gibi çaresiz büzülmeye çalışıyordu.
Herkes “Beyler sakin! Tamam! Yeter!” diye bağrışıp telaşla koşuşturmaya başlamıştı, ben bir arkadaşıyla beraber kafa darbesiyle yerde yatan elemanın yanına gittim, koluna girip ayağa kalkmasına yardım ettik, biraz burnu kanamıştı ama ilk etapta ciddi bir problem görünmüyordu ama gürültüyle düşmesinden kafasını yere çarptığını tahmin ediyordum.
“Usta,” dedim, “bi şey var mı?”
“Orospu çocuğu!” dedi, sendeliyordu ama saldırmaya da yelteniyordu, kollarından sıkıca kavrayıp bırakmadık, arkadaşı:
“Dur şimdi! Otur şuraya kendine gel.” diye bağrıyordu. Cem’le Murat Can da İsmail’le öteki elemana yönelmişti yan masadaki diğer iki kişiyle beraber, Murat Can’ın dudaklarını okudum, dua eder gibi küfür saydırıyordu ve bira bardağı elindeydi.
Arkadaşları İsmail’i tekme manyağı yapan çocuğu tutmak isterken komple masayı devirdiler, zapt edemiyorlardı, bizimkiler de yetişmişti; araya girdiklerinde sıyrılıp kurtulmaya çalışırken Murat Can’a da bir dirsek ve yumruk patlatmıştı. Darbelerin etkisiyle savrulan Murat Can’ın elindeki bardak da duvara çarpıp kırılmıştı. Gürültüye Fatih Abi de aşağı inmişti, doğal olarak sinirliydi:
“Beyler, n’oluyo burda? Kendinize gelin!”
“Tamam abi, problem yok, bi kaza oldu.” dedi onlardan biri.
“Vahşi batıda değilsiniz, bu mekan böyle davranışları kaldırmaz!”
“Kusura bakma abi.” dedi bir diğeri. Kusur(!) mu? Ne kusuru düpedüz terbiyesizlikti bu, acayip mahcup olmuştum, diğerlerine de baktım; resmen rezil olmuştuk, resmen.
“Ulan, utanın be!” dedi, “Üstelik bi de bunu bana yapan sizsiniz! Yazıklar olsun! Hadi çıkın kapatıyoruz!” söylenmeye devam ederek yukarı çıktı, sonuna kadar haklıydı. Ne mahcubiyeti utançtan yerin dibine girmiş kendimizden nefret etmiştik.
“Aga n’oldu, n’oldu aga, aga, n’oldu?” soruları odayı doldurmuştu, Cem’le Murat Can İsmail’i kaldırdılar, durumu o kadar da kötü görünmüyordu, herhalde suratına fazla darbe almamıştı ama ağlamıştı ve çaktırmamaya çalışarak titreyerek ağlamaya devam ediyordu.
“Bi şeyin var mı?” diye sordu Cem.
“İyiyim.” diye yanıtlayınca İsmail,
“Senin amına koyim canım kardeşim, yürü!” diye sakin ama hiddetlice komut verdi Murat Can sonra diğerlerine döndü, “Beyler özür dileriz, biz yukarı çıkıyoruz.” cebinden biraz para çıkarıp Cem’e uzattı, “Tolga’dan da al, sen hesabı hallet, kapıdayız.” Cem parayı aldı, bana da, “Abi, sen de arkadaşlara bak yapılacak bi şey var mı?”
“Tamam.” dedim, başı önde, önünde İsmail, sayıklayarak yukarı çıktılar.
Hastaneye gitmeyi teklif ettim, ısrar da ettim sonunda siz bilirsiniz deyip aşağıda kalan eşyalarımızı toparlayıp dışarı bizimkilerin yanına çıktım, Cem’in paketi de bitmişti, işin kötüsü tütün de kalmamıştı. Köşede hiç konuşmadan dikiliyorlardı.
Murat Can sordu, “Sigara var mı?”
“Malesef, seninkiler bile bitmiş.”
Başka bir şey demedi, gergin bir şekilde dikilmeye devam etti.
Cem de hesabı halledip yanımıza geldi ağır ağır, hepimize sigara tuttu, gülümseyerek.
“Bunlar nerden çıktı?” diye sordum.
Gülerek, “Kavgayı ayırırken yan masadan çaptım.” diyerek bizi de güldürdü bir nebze olsun.
Sigaraları yakıp yürümeye koyulduk.
“Hiç paramız kaldı mı?” diye sordu Murat Can.
“Sahi,” dedi Cem, “para üstlerinizi vereyim.” duraksadı, kızarak “Kim ne kadar verdi, kime kaç para vericem ben şimdi, para işini niye bana veriyosunuz?”
“Para istemiyorum, bira al.” dedi, Murat Can.
Biraz daha para çıkarıp, “Bize birer bira, bi paket de sigara al.” dedim. Yönümüzü aksi istikametteki büfeye çevirdik.
İsmail, “Ben istemiyorum.” dedi.
Kimse bir şey demedi.
Yolun kenarında beklerken sigaralarımızı bitirmiştik, Cem nevaleyle geldi Hükümet Konağı’nın karşısındaki büfeden. Önce sigaraları tazeledik, sonra biraları açıp yürümeye başladık. Yol boyunca kimse ağzını açmadı, yalnız İsmail, “Beyler, kusura bakmayın, özür dilerim.” dedi, Yavuz Büfe’nin oraya geldiğimizde; sessizliği bozmadık. Kız Meslek’i geçerken yine o, “Yani,” dedi, “şey, ııı... dışardan sizi gören de adam sanır. Eee... Nası muhabbetler bunlar?.. Siz insan mısınız?”
Tek kelime etmedik, Hastane Caddesi’nin sonuna gelmiştik. Sinirim bozulmuştu, “Amına koyim ya.” diye gülüp Murat Can’la sarılıp öpüştük, sonra Cem’le. Yollarımız burada ayrılıyordu, İsmail’le ben sola, Cem sağa Murat Can da geriye döndü. Aklımdaki tek düşünce ertesi sabah işe gitmeyeceğim ve uzunca bir süre Keşan’a dönmeyeceğimdi.