Soyadı Türkiye olan, kozmopolit bir yapı ve dolayısıyla karışıklığa sahip, sakinlerini sürekli çalışan ve acelesi olan, dalgın, mutsuz, stresli, insani duyarlıklar ve değerlerini yitirmeye başlamış kimselerin oluşturduğu bir işçi havzasında; doğal olarak bu büyüyen, tüketen doğaya zarar veren ve giderek daha da renksizleşen büyük organizmadaki dolaşımı sağlayan damarlar; yani bu hamamböceği kolonisindeki yollar ve ulaşım sistemi aylardır felç olmuş durumdaydı.
Bitmek bilmeyen altyapı çalışmaları nedeniyle kapanan yollar, tekyönken bile trafik ihtiyacını karşılamaktan uzak olan ve çalışmalar nedeniyle çift yöne dönüştürülen yollar, doğru düzgün trafik yönlendirilmesinin olmayışı, yağışların başlaması ve havaların soğumasıyla da en ufak bir yağmurda seller alan yollarla da birleşince içinden çıkılmaz bir karışıklık halini almıştı. Toplu taşımada durum rezaletti, hangi durakların kullanılmayacağı, otobüslerin hangi güzergahları izleyeceği şoförler için bile büyük bir muamma halini almıştı. Nereye hangi yoldan gideceğini, yolda neyle karşılaşacağını bilemeyen sürücüler, karşıdan karşıya geçerken bile ne tarafa bakacağını bilemeyecek kadar kafası karışmış yayalarla; zararlı ve yıkıcı bir kaosun içine dalmaktan başka seçeneği olmayan çaresiz bir halk yaşamaktaydı burda.
Normalde Kasım’da vizeletmeleri gereken, toplu taşımada kullandıkları akıllı kartlarının süresi bir ay öncesinden dolmuş, daha önceden ücretsiz olan bu işlem; Bir Lira da olsa ücretlendirilmişti. Öğrenciler bir sabah okula giderken şok yaşamış, indirimli yerine tam ücret alınmıştı. İndirimli ulaşım ücreti On kuruşluk saçma, gereksiz ve bir o kadar da getirisi olan bir küsüratla Bir Lira On Kuruş olarak belirlenmişti, oysa daha yakın zamana kadar yalnızca Yetmiş Beş Kuruştu ve belediye batmamıştı. Öte yandan ulaşım, orda yaşayanların temel hakkı ve ihtiyacıysa ve belediyenin görevi bunları karşılamaksa ücretsiz olmalıydı.
Fakülteye giden Altı Numaralı Hattı ve yoğunluk olan zaman dilimlerinde öğrencilere bile yetmezken, başka yerlere gidecek olan diğer insanların da kullanımıyla dayanılmaz bir çile halini almaktaydı. Otobüsün güzergahı üstünde olmayanlar aktarma yapmak zorundaydı, örneğin KYK Yurdunda kalan kadın öğrenciler. Gecenin karanlığı, kışın soğuğu, olumsuz hava koşulları, dini referanslar ve siyasi iktidarın sağladığı ortamla kendini normalleştirmeye ve meşrulaştırmaya çalışan sapık ve yobazlar, yetişilmesi gereken dersler, acil olan işler ve giriş saatleri sebebiyle yıllardır perişan olmaktaydı. Fakültenin yakınındaki erkek yurdununsa henüz doğru düzgün bir yolu ve aydınlatması yoktu; dağbaşında olduğundan insanlar için tekinsiz ve güvensizdi, ayrıca iki adım olan okula gidebilmek için onlar da ücrete tabiydiler. Yıllardır kökleşmiş bu sorunlara karşı şikayetlerini dile getirmiş ve çözüm önerisi sunan, bu konuda çalışmalar yapan insanlara ne belediye ne de fakülte yönetimi kulak asmamakta, kendileri de kalıcı çözümler getirmemekte, insanların sorunlarıyla ilgilenmemekteydi. Yurtta kalan öğrenciler için ring seferi, öğrencilerin kullanımında kadın öğrenci yurdundan başlayan ve belirli bir güzergahta hareket eden otobüs hattı veya en azından yoğunluk olan saatlerde otobüs sayılarının artması, seferlerin sıklaşması ve daha büyük otobüslerin kullanılması gibi bir gündemleri yoktu. Utanmaksızın, sorun yokmuş gibi davranıp, görmezden gelerek, işler yolundaymışçasına devam ederek insanları çaresizliğe mahkum ediyorlardı ve belki bazen akıllarına geliyordu ama yine de en ufak bir sorumluluk gösterip, rahatsızlık duymuyorlardı.
Öğrenciler için duraklara daha erken çıkmak; aceleyle bir şeylerini unutmak, daha fazla beklemek, ağzına kadar dolu otobüslerde bir yerlere sıkışmaya çalışmak, bazen onu da beceremeyip daha fazla beklemek, derslerine geç kalmak, girememek, yurtlarına ve işlerine yetişememek ve hiç yola çıkmamış olmayı dilemek ve bütün bunların doğal sonucu olarak okuldan ve şehirden soğumayı getiriyor; insanları mutsuz edip, strese sokarak, asabileşmelerine ve bunalıma girmelerine sebebiyet veriyordu. Ne yazık ki öğrencilerin tek derdi bu değildi, bütün bu olumsuzluklar ve sorunlar silsilesinde ‘bu daha başlangıç’tı.
Belediye otobüslerini kullanıp, o şehirde yaşayan üniversite öğrencilerinden biri de bendim. Okuldan sonra, otobüsten inip her zamanki kısa mesafeyi yürüdüm. Eve gitmek üzere siteye girdiğimde oynayan komşu çocuklarıyla selamlaştık. Bir tanesi gözleri parlayan, daima güler yüzle selamlaşan, saygıda kusur etmeyen, sohbet etmeyi seven, sıcakkanlı, karşısındaki insanlarda da olumlu duygular uyandıran biriydi. Karşılaşmalarımız hep ayaküstü sohbetler ve kısa selamlaşmalarla sınırlı kalmışsa da bir keresinde; o babaannesinin onlarda unuttuğu gözlüğü götürmek, bense staja gitmek için bindiğimiz otobüste biraz laflama imkanı bulmuştuk.
Yaz tatilinde olmasına rağmen, kursların ve etütlerin yoğunluğundan yakınıyordu; benim bölümümü sordu, kendisinin de sağlık veya mühendislik alanında eğitim almak istediğini söyledi. Hangi liseye gittiğimi de öğrendikten sonra kendisinin de istediği eğitimi alabilmek için bu şehirdeki veya civardaki bir Anadolu veya Fen Lisesi’ne gitmek istediğini söyledi. “Yolun açık olsun.” dedim, başarılar diledim.
“Sınavcısın herhalde, ondan bu yoğunluk.”
“Evet abi, bu sene sınava giricem.”
“Derslerin iyi gidiyor mu bari, çalışmalarının karşılığını alabiliyor musun?”
“Matematik’te, Fen’de sıkıntı yok, hatta bu sene hasta olmuş uzun bi süre okula gidememiştim ama yine de seksenin altına düşmedim.”
“Çok güzel, zaten kafandaki bölümler de sayısal bölümler; yatkınlığının olması ve başarılı olman güzel.”
“Abi güzel de, Arapça beni mahvediyor, bir türlü öğrenemedim.”
“Efendim?” dedim, şaşkınlıkla
“Arapça abi, diğer derslerde sıkıntı yok; bi kurs bitti, şimdi iki tanesine birden gidiyorum bu yaz öğrenebilmek için.”
“Kardeşim,” dedim, “ne alaka gitmedik istediğin bölümlerle?”
“Abi ben imam hatip orta okuluna gidiyorum, bizde zorunlu. Sınavda ondan da sorumlu olucaz.”
“Saçmalık.” dedim, “Bizim zamanımızda da eğitim ve sınav sistemi bozuktu ama hiç bu kadar kötü olmamıştı. Yani sen şimdi Anadolu veya Fen lisesine gitmek için girdiğin sınavda Arapça da yapmak zorundasın ama başka okulların öğrencileri muaf ve aynı sıralamaya tabi olarak seçim yapmak zorunda mı kalacaksınız?”
“Aynen öyle.”
“Din adamı filan olmayı düşünüyor musun peki?”
“Yok abi ya, söyledim ya, hedeflerim başka.”
“Napıcan o zaman Arapça’yı? İşin zor ama kafana takma, istediğin alanda ilerlemek için gerekli olan temel dersleri bırakma, bilim ve bilimsellikten ayrılma, madem bu kadar çok çalışıyorsun ve mecbursun; umarım Arapça’yı da halledersin.”
Durağa gelmiştik, ben indim, o devam etti. Dine özel bir ilgisi, merakı, bu alanda yapmayı düşündüğü bir kariyer hedefi olmayan, bambaşka hayalleri ve idealleri olan bir orta okul çocuğuna; ‘okulunu değiştirmeyi hiç düşünmüş müydün?’ diyemezsin; aynı şekilde, sınav sonucuna göre atanan bir liseliye ‘başka okula niye gitmedin ki?’ diye soramazsın. Her şey ortadaydı işte; alakası olmayan masum ve çaresiz birilerini zorla bu okullara gönderip pırıl pırıl, en verimli çağlarında hayalleri ve yaşama sevinçlerini alıp beyinlerini yıkayarak ‘dindar ve kindar’ bir nesil yetiştiriyorlardı; kendileri gibi hayalleri olan, aydınlık fikirli insanlardan nefret etmeleri, onların hastalıklı fikirlere sahip olan sapkınlar olduklarını, düşmanları olduklarını düşünmeleri için. Uzun süre hastalanıp okula devam edememesinin ama asıl derslerdeki başarısının yine de düşmemesinin asıl sebebi; okulu sevmemesi ve gitmek istememesi olsa hiç şaşırmazdım aslında.
En azından bugün mevsim normallerinin aksine hava güzeldi ve benim aksime neşesi yerindeydi, beni biraz lafa tuttu. Tenis oynamaya başlamış ve okul takımına girmiş; voleybol, basketbol ve futbol takımının yanında bu dördüncü takımıymış ve yine şu kurslar ve etütler yüzünden boş zaman bulamamaktan şikayetçiymiş. Belki de okulu sevdirmek, onu ısıtmak için bu kadar çok spor faaliyetine sokuyorlardı; belki de derslerden kaytarmak, biraz nefes almak için, onun yaşındaki diğer tüm çocuklar gibi enerji fazlası olduğu ve spor yapmayı sevdiği için tercih etmişti. Sınav senesi olduğu için ve bu yoğunluktan ötürü belki bazı şeylerden feragat etmesi gerekebileceğini ama spor, bilim ve sanatla arasındaki bağları asla koparmaması gerektiğini söyledim. Okulu bırakacak hali yoktu ya, “Belki voleybolu bırakabilirim,” dedi ve “ama futbolu asla.” diye de ekledi. Sonra benim spor yapıp yapmadığımı, hangi sporlarla ilgilendiğimi sordu. Ona eskiden benim de bazı spor dallarıyla alakadar olduğumu ama zamanla uzaklaştığımı; oynamayı bırakınca, takip etmeyi de bıraktığımı söyledim. Ona müdavimi olduğumuz barın işletmecileri, çalışanları ve müşterileri olarak kurduğumuz ve dükkanı kapattıktan sonra birkaç maça çıktığımız Pinokyo Floyd ML takımımızdan bahsetmedim. Tercih yapması gerektiğinde, diğer her şeyi bir kenara bırakıp; istekleri, yeteneği ve hayallerinin peşinden gitmesi gerektiğini söyledim.
Yol üzerindeki basketbol sahasını çok beğendiğimi, hep yanından geçtiğimi ama daha bir kere bile orda oynamadığımı söylediğimdeyse bana; Ramazanda her gece sabaha kadar orda olduklarını söyledi. Evden para alıp arkadaşlarıyla buluşup karınlarını doyurup sabaha kadar oynuyorlarmış. Benim gibiler yılın on iki ayı aynıydı, neyse oydu ama sokakları tekinsiz, insanları güvensiz hale getirenlerinse onlarla birlikte saf tuttuğunu, aynı ritüelleri gerçekleştirdiğini ve aynı tanrıya inandığını bildiklerinden olsa gerek; aileleri bir aylığına da olsa çocuklarına bu ayrıcalığı tanıyabiliyordu belki ama, aslında sokaklar hala tekin sayılmazdı. Yalnızca bir ay, bir süreliğine veya şimdilik değil; kimsenin kimseye karışmadığı, kimsenin kimseye bulaşmadığı ve kimsenin kimseye zarar vermediği, tehdit oluşturmadığı, herkesin kendi işine baktığı bir toplumda; kendi halinde, mütevazı insanların her zaman ve her yerde huzur ve güven içinde yaşayabilmesi, çocukların oynaması, insanların sokağa çıkabilmesi gerekirdi.
O arkadaşlarıyla oyuna döndü, ben eve yöneldim. Annemi özlemiş ve acıkmıştım; üstelik yarım kalan şarap dolapta beni bekliyordu. İçeri girdim, “Anne,” dedim, “imam hatipler kapatılsın.”