16 Aralık 2015 Çarşamba

ÖNCE İNSANLIK ÖLÜYOR, PEŞİNDEN İNSANLAR

    Yola devam ediyorum; eski, tanıdık hislerle. Şoför mahallindeyim, direksiyonda Salim Abi, Çorlu’ya dönüyoruz. Arkayı beşlemişler. Güzel olan şeylere inancım kalmamış, yılgınlık içindeyim, daralıyorum, göğsüm sıkışıyor, nefes alamıyorum ve yüzümde kakamı tutuyormuşum gibi bir ifade, sigara sarıyorum.
    İnsanlar en ufak bir umursama belirtisi göstermeksizin, aynı ikiyüzlülük, ahlaki çöküntü ve kayıtsızlıkla hayatlarına devam edebiliyordu. Bilinen, beklenen buydu yine de şaşırmaktan, üzülmekten kendimi alamıyordum işte. Herkes aynı duyguları, düşünceleri paylaşacak ve belirlenmiş tek bir şekilde ifade edecek diye bir şey yok ama bir yanda haksızlık, katliam varsa; insanlar bir zahmet gündelik hayatlarına, o çok güvenli, korunaklı yaşantılarına, yuvarlanıp gittikleri işlere, dizilerini izlemeye, yaptıklarını yapmaya hiçbir şey olmamışçasına devam edememeli diye düşünüyorum.

    Sizin eşiniz, dostunuz, akrabanız, arkadaşınız, tanıdığınız, aynı görüş ve düşünceleri paylaşan kişiler olmayabilirler; sizlerle benzer işlerde çalışıp, benzer sorunlarla boğuşan, aynı şeylere sevinip, heyecan duyan, sizin gibi, sizlerden biri olmayabilirler, komşunuz, tesadüfen aynı ortamda bulunduğunuz birileri olmayabilirler, varlığından haberdar olmayabilirsiniz.
    Sizin vergilerinizle, sizin devletinizin ‘bahşettiği’ yaşama hakkından faydalanan, bu nedenle itaat etmek zorunda olan; yeri geldiğinde kardeşiniz, yeri geldiğinde aşağılayarak tiksintiyle baktığınız yaratıklar olabilirler. Rahat batan, ne istediler de vermedik dediğiniz, fazla olduklarını düşündüğünüz, durup dururken olay çıkaran, ortalığı karıştırmak isteyen hatta toz kondurmadığınız, gücünüzü gösteren o yüce devletinize kir atmak için kendi kendilerine kitlesel olarak kıyım yapabilecek derecede gözü dünmüş caniler olduklarını da düşünebilirsiniz. Hak ettiklerini de düşünebilir, oh olsun da diyebilirsiniz, içten içe veya açıktan da sevinebilir veya hiç olmamış gibi davranıp umursamayabilirsiniz ama ben bunu anlayamam. Bu insansızlığı, bu bencilliği, bu korkaklığı, bu nefreti, bu kaypaklığı, bu umursamazlığı anlayamam.
    Faşizmin de dozunu arttırmasıyla taşlar yerine oturmuştu; duyarlılık ve muhalif olmak popülerliğini yitirmiş ve yine ‘bir avuç ibne’nin elinde marjinalleşmişti. Yükselen trend; onları alkışlamak, korna çalmak, resim çektirmek, onların arasına karışmak, sağda solda da neler neler yaşadığını anlatmak değil; kıskanç ve nefret dolu gözlerle kenardan onları izleyip, nefret kusmak veya kulağının üzerine yatıp ‘haberim yokmuş gibi’ pozlarına girmekti.
    Efendiler sonuçları beğenmemiş, istediklerini almak için tekrar önümüze sandık getirmişlerdi. Onların belirlediği koşullarda, onların kuralları, tehdidi ve zor kullanmasıyla onların istediği sonucu almaktan başka bir şey olmayacağı apaçıktı. Efendilere karşı gelenlerin, kölelerin, serflerin, ezilen, sömürülen, dışlanan, başkaldıranların, boyun eğmeyenlerin sandığı getirdiği, efendilere dayattığı gün sandığa gitmenin bir anlamı olacaktı. O günler yakın mıydı, hiç sanmıyorum ama bu beni yolumdan döndürmeye yeter mi, zannetmiyorum?
    Hiçbirimizin sağ çıkmayacağı bu hayatta, yeterince uzun süre beklendikten sonra ne yaptığının da bir önemi kalmayacağına, öldükten sonra ve her şeyin en sonunda mutlak hiçlik olduğuna göre ve hayat kendi belirlemiş olduğun prensipler ve değerler üzerinden yürümediğine, insanın kendi yarattığı değerlerin hayatta bir karşılığı olmadığı, yaratılan her şeyin kendine düşman olduğu bu yalnızlık, yabancılık ve çaresizlik içinde; bir şeyler için çabalamanın, boşluğu doldurmanın, hiçliği anlamlandırmaya çalışmanın, bize ayrılan ve önceden süresini kestiremediğimiz o kısacık zamanın şu veya bu şekilde yaşanmasının ne anlamı olabilirdi, Sisifos?
    Şaşırtıcı bir şekilde hayatım düzene girmiş, işlerim rast gidiyordu, huzurluydum, sağlıklıydım, her şey yolundaydı, kişisel hayatımda beni üzecek, dert edineceğim hiçbir şey yoktu ve herkes gibi buna da çabucak alışmıştım. Ne var ki her şey o kadar hassas, narin ve kırılgandı ki; en ufak bir kıpırtı bütün bu dengeyi tuzla buz edebilir, pamuk ipliğiyle birbirine tutunan bağları koparabilir ve hayat bambaşka yüzler ve sürprizlerle yeni oyunlar oynayabilirdi. Hayat dediğimiz; bizim inanmak istediğimiz, saygı gösterdiğimiz, sevgi duyduğumuz, anlamaya çalıştığımız, kendimizi kandırdığımız, bize, çevremize, hayatımıza, gezegenimize ve hayata dair ne varsa bütün hepsine kötülük etmesine müsaade ettiğimiz beş para etmez insanlarla birlikte onların saçmalık ve bencillikleri yüzünden cehenneme dönen bir yangın yeri.
    Ankara yanmıştı, bombalar patlamıştı; herkesin olduğu gibi benim de dostlarım, tanıdıklarım, hiç tanımadığım sevdiklerim ordaydı, bazıları geri dönemedi, bazıları şans eseri gitmedi veya hayatta kaldı. Geride kalanlar, orda olmasalar bile hayatları boyunca unutamayacakları vücutlarında olmasa bile bilinçlerinde içlerinde taşıyacakları ağır yaralarla yola devam ediyordu.
     Merkez kampüste eylemden dönecektik. Salim Abi beni de bırakmayı teklif etti, çocuklara da
    “Kusura bakmayın ben müşterimi ayırırım,” dedi.
    “Biz müşterin değil miyiz abi?”
    “Siz de müşterimsiniz ama o başka, ben bu arabayı onun sayesinde aldım.”
    Ben gideyim mi gitmeyim mi, bizim çocuklara da gelin gidelim derken; kaşla göz arasında tek kişilik yer haricinde araba dolmuş.
    “Sen git o zaman...”
   “Eh, ben gideyim o zaman...” diyerek düştüm Salim Abi’nin peşine. Yanımızdaki arkadaşın iki arkadaşı daha gelecekti onları almak için bekledik. Dört kişi geldiler. Salim Abi, gülerek sataşıyordu;
     “Ya bu Kürtler niye böyle? İki kişi dediniz, nasıl gidicez böyle, sığacak mısınız?”
      “Biz Kürtler alışkınız abi böyle yolculuk etmeye.”
   “Bırakın ulan bu ağızları, ne zaman vazgeçeceksiniz bu edebiyattan?” derken çoktan arkaya sıkışmışlar da yola koyulmuştuk bile, arabada Ahmet Kaya çalıyordu, içim sıkılıyordu ve bir yandan da içten içe Ataol Behramoğlu “Bir gün mutlaka” diye fısıldıyordu, ne yapacağını bilmez bir halde çaresiz ona kulak veriyor, yola konsantre olmaya çalışıyor, içinde bulunduğum hayatı yaşamaya çalışıyordum. Abi hal hatır sordu, her şey yolundaydı işte ama tadımız kaçmıştı,
    “Abi, ” dedim, “aramızdaki makas açıldı, benim bu insanlarla hiçbir alakam, ortaklığım kalmadı, insani olarak herhangi paylaşımım olmadığı bu birlikte yaşadığımız kimselere usulen bile bi merhaba diyesim gelmiyo. Nasıl bu kadar duygusuz, ruhsuz, kayıtsız olabiliyolar, gündelik hayatları nasıl oluyor da insanlar ölürken sekteye uğramıyor? İsyandan filan bahsetmiyorum, asgari ölçüde bi saygı, sevgi, ortaklık, insani bi paylaşımın dahi olmayışını anlamakta ve bu insanlarla birlikte yaşamakta güçlük çekiyorum. Hayatın dışında kalıyorum.”
    “Hayatın dışında kalan biz değiliz, bu ahlaki çöküntü yaşayan güruh. Konformizmleri içinde, hayattan kopuk, dünyadan bihaber yaşayan insanlıkla bağlarını koparmış olanlar. Biz hayatın içindeyiz yaşıyoruz, gülüyoruz, seviyoruz, üzülüyoruz, mücadele ediyoruz ama onlar kalabalık ve her yerde oldukları için, onlarla yüzleştiğimizde kendimizi hayatın dışına itilmiş hissediyoruz.”
    “Sonuçta onların keyif ve yönelimleri bizim de hayatımızı, nasıl yaşayacağımızı belirliyo, üzerimizde bir tahakküm kurmuşlar, kendilerini tatmin etmeye çalışıyolar. Onlar sessiz kaldıkça, oh olsun dedikçe, gücü elinde bulunduranların eteğini öptükçe bu şuçu büyütüyor ve bi parçası oluyolar. Sırf onlar böyle istiyor diye niye kimsenin canı yansın, insanlar ölsün, haksızlığa uğrasın? Onlar kendi aralarında istedikleri gibi takılsın; insanlıktan ellerini eteklerini çektikleri gibi insanlardan da çeksinler; güzel olan, insani olan, hayata dair olan her şeyi mahvediyolar, kendilerine benzetiyolar. Bize de diyorlar ki; bizim ve kurumlarımızın güvenilmez olmadığını zaten biliyorsunuz ama siz evlerinizde, sokakta da alakasız bir şekilde kendi yolunuza giderken bile artık hiç güvende değilsiniz, her an kelleniz gidebilir veya havaya uçabilirsiniz.”
    Yolumuz uzun değildi, Çorlu’ya kadar gelmiştik ancak benim daha önce hiç görmediğim, yolunu bilmediğim, kimlerin, nasıl hayatlar yaşadığından haberim olmayan bir gettosuna girdik. Bir evin bahçesine çadır kurulmuştu, hava açık ve güneşliydi, ara sıra gelen tavuk sesleri ve bazen içerde bazen dışarda koşuşturan bir iki ufaklık. İçerde masalar kurulmuş, daha girişte başlayan koca koca adamlar sessizce oturuyorlar, bizi selamlayıp hepimizin elini sıkıyorlar. Bir masaya da biz oturuyoruz, hemen yemek geliyor. İçim almıyor, boğazım düğüm düğüm, saygısızlık olmasın diye biraz olsun yemeye çalışıyorum, lokmalar ağzımda büyüyor, utanıyorum, aslına bakarsanız yemekler de çok lezzetli hani.
    Benim karşımda oturmuş olan Salim Abi’nin yanına bir adam oturuyor, bizi tekrar hoşlayarak. Olabildiğine sakin ve metanetli bir havada zor duyulabilecek bir sesle konuşuyor, gülümsüyor, misafirleriyle ilgileniyordu. O bütün büyük doğa olaylarının ardından ayakta kalmış yorgun dağlar gibiydi, derviş gibi. Derken yanımıza oturmuş olan yaşlıca bi dayı niye hiç yemediğimi sordu, utana sıkıla gerçekten çok güzel olduklarını lâkin benim pek iştahım olmadığını söyledim ve konuşmayı dinlemeye devam ettim. Salim Abi bizi de tanıştırdı bu arada, bana geldiğinde;
    “Bu da mühendislik fakültesinden kıdemli bi öğrenci arkadaş, sahi kaçıncı senen oldu senin?”
    “Altı.”
    Adam,
    “Niye öyle oldu, demek ki tembelsin, çalışmıyosun.”
    “Yok, benim kafam çalışmıyo.”
    “Hiç sanmıyorum, bak kazanmışsın, bence tembellik ediyosun.”
    Sonra da eklemeden edemedi,
    “Şaka yapıyorum ha, alınmayasın sakın.”
    “Olur mu öyle şey, lütfen dert etmeyin, hem ben kendimi tanıyorum.”
    Bu halde bile hayatın içinde, yaşadığının farkında, olan biteni takip edebiliyor olması, insanlarla sohbet edebilmesi, üstelik şaka yapıp yetmezmiş gibi nezaketle yanlış anlaşılmalara mahal vermemek, kalp kırmamak için çabalamasına hem hayret ediyor hem de büyük saygı duyuyordum.
   Yemekler toplanmaya başlamıştı artık, bizim de gitme vaktimiz yaklaşmıştı, o sırada bizim fakülteden bir iki arkadaş geldi; orda olmamı beklemediklerinden hem şaşırdılar hem sevindiler, ben de öyle. İkram edilen çayı alıp çadırın dışına çıktım, bizle gelen çocuklar orda duracaklardı daha, eve anneyi görmeye çıktılar, ben çıkamadım, Salim Abi de çadırın önünde kısa bir sohbete koyulmuştu. Etrafıma bakınıyordum, yetişkin insanlar, genç insanlar, koşturan çocuklar, sakin ve sessizce, kendi hallerinde, bağırıp çağırmadan, kimseyle kavgaya tutuşmadan acılarını çeken ve paylaşan insanlar. Buranın dışında, burda olanlardan habersiz; en küçük hesaplardan, en büyük oyunlarına kadar bütün gürültüsü, anlayışsızlığı, sürati, ikiyüzlülüğü ve bencilliğiyle akan dünya. Burda akıp giden dünya, içimizde dönen dünya, içimizde yaşayan zaman, bizi ölüp ölüp dirilten, ölümlerden ölüm beğendiren, büyük bir tutku ve ihtirasla tutunmaya çalıştığımız yaşama arzusu. Bilinmeyenin verdiği korku, merakın verdiği cesaret. Bizi besleyen kanallar, çevremiz ve onla kurup kendimizi bir parçası saymaya çalıştığımız ilişkiler. Deneyim, tahmin, yanılgı, yargı, tercihler.
    Beklerken sigara sarıyorum, başka insanlarla karşıda konuşan adam bana sesleniyor, eliyle de işaret edip gülümseyerek. Bir şeyler diyor ama anlamıyorum,
   “Afedersiniz, ne dediğinizi anlamıyorum.” diyerek yanına gidiyorum, tahminime göre yanındakilere kendi dillerinde ‘bu lavuk bizim dilimizi bilmiyomuş’ gibi bir şeyler diyor ve sonra bana dönüp aynı güler yüzle,
      “Dedim ki; sen sar, ben keyfini çıkarayım.”
      “Olur.” diyerek bir tane de ona sarıyorum.
      “Demek burda mühendislik okuyorsun, hangi bölüm?”
      “İnşaat.”
      “Ben de inşaat sektöründe çalışıyorum...” biraz durdu ve devam etti,
   “Bize tohumlar ekti hep, insan farkında olmadan inanıyor ve beklentiye kapılıyor... Meslek lisesinde okuyordu, elektrik elektronik mühendisi olup patentler alıcam diyordu... Bizi kandırmış meğer.”
    Gözlerimin içine konuşuyordu, sözlerinin yanında gözleriyle de, nutkum tutulmuştu, söyleyebilecek bir şeyler bulamıyor, konuşmuş olmak için de konuşmak istemiyordum. Devam etti,
         “Haberini aldığımızda apar topar yola çıktık, yirmi küsür saat yol gittik, durup dinlenmeden geri döndük. Annesi rahatsızlandı, hastaneye götürdük, Acil çok kalabalıktı, insanlar doktorun etrafını sarmıştı, bunaltıyordu. Ordaki herkes rahatsızdı, herkesin durumu ciddi, acelesi var ama bir de sıra var, biz bekliyoruz. Dedi ki ‘biraz çekilin, hepinize aynı anda bakamam, bin parçaya bölünmezsem sırayla hepinize bakıcam.’ ben hiçbi şey demeden sıramızın gelmesini bekledim, sıramız geldiğinde de yanlış anlamayın doktor bey az önce çok doğru bi laf ettiniz: burda bin parçaya bölünmezsem hepinize bakıcam, hiçkimse anlamadı ama ben ‘bin parçaya bölünmek’le ne demek istediğinizi çok iyi anladım.”
     Elimden bir şey gelmiyordu, tek bildiğim bu güçlü adamı sarsacak duygusal bir tepki vermemem gerektiğiydi, elimden geleni yaptım, sanırım o da benim çabamı takdir etti sessizce.
    “Ben sana şaka yaptım orda, ama okul bitmiyorsa kesin bir problem vardır. Neyse çözümünü üretmen gerekir. Okuyan adama ihtiyacımız var.”
     Salim Abi yanımıza geldi, el sıkışıp vedalaştık,
     “Başınız sağolsun.” diyebildim, arabaya bindik.
     Salim Abi sigara uzattı ve,
     “Ben de soranlara artık Giresun Kürt’üyüm diyorum, bi kere böyle kalıyolar.”
     “Doğrudur sizinkiler şaşırıyodur da dışardakiler ayrı şaşırıyodur sana? ”
    “Öyle. Adamların kafasında bi algı oluşmuş, bakıyolar beni bi yere oturtamıyolar. Kürt değilsin, onların düşündüğü gibi; dağdan inmiş, gözü dönmüş bi cani değilsin; bakıyolar kendi halinde bi hayatın var, çocuğun var, bi yandan bu yaşta üniversite öğrenciliği yapıyosun, kör cahil, kandırılacak bi adam da değilsin, söylediklerim de mantıksız veya yalan yanlış şeyler değiller. Bi anlam veremiyolar, alıştım artık. ”
        Kısa süreli sessizliğin ardından tekrar söz aldı,
   “Basın açıklamalarında filan görmüşsündür illa ki, aramızda büyüyen bi çocuktu, meraklı, heyecanlı ve açık fikirli bi kardeşimizdi, bütün sol örgütlerle görüşürdü. ”
      Yazın ortasında evden kaçmış, aylarca haber alınamamış, ailesi kayıp başvurusunda bulunmuş, insanlar ‘yoksa Işid’e mi katıldı?’ demişler. İki gün sonrası, 3 Ekim’de haberi gelmiş. Işid’le savaşmak için katıldığı PYD saflarında, Kobani’de mayınla ölmüş. Ailesi Suruç’tan oraya geçmiş; teşhis için, cenazesini alamamışlar, orda bırakmak zorunda kalmışlar. O yaşın verdiği dinamizm, yetiştiği kültür, büyüdüğü çevre, beslendiği kanallar ve bir sürü başka sebepler belki de bambaşka şeylerin sonucunda; on yedisinde “uydu yüreğinde çarpan aklına,/ bir temmuz sabahı fethine çıktı/ güzelin, doğrunun ve haklının:..”
       Daha birkaç gün öncesi kaygı ve endişeyle beklediğim arkadaşlarımın Ankara Katliamı’ndan sağ salim dönmüş olduklarını görünce nasıl sarılıp da rahatlamıştık, biraz olsun su serpilmişti yanan yüreklerimize.
      “Önder,” dedim, “ondan da haber yok abi.” bizim bölümden, benden bir üst devreydi.
      “Ölmüş olsa haberini alırdık, demek ki hayatta.”
     O günlerden bugünlere ölümler, katliamlar, sokağa çıkma yasakları, olağanüstü haller, içsavaşlarla kana bulana bulana gedik ve öyle görünüyor ki daha iyi bir yere de gitmiyoruz; şiddet ve nefret her geçen gün tırmanıyor, onulmaz yaralar açıyor. Metanetli ve sağduyulu olmaya çalışıp dünyayı değiştirmek istiyoruz; sevginin egemenliğinde özgür insanların, adil bir şekilde barış ve huzur içinde yaşadığı, sınıfların ve sınırların olmadığı bir yeryüzü cennetinde.
    Onların arasına dönmek, içlerine girmek istemedim; huzurlu yerime gitmek istedim, güvenilir sığınağıma sığınmak, sevgiye ve güzelliklere olan imanımı tazelemek. Acılara rağmen gülebilmek, mücadeleye devam edebilmek, bizde olup onların asla sahip olamadığı zekamızla, o anlayamayıp kudurdukları mizah anlayışımız, bizden almak istedikleri yaşam enerjimiz, her şeye rağmen gülebilen, her şeyle dalga geçebilen, tükenmek bilmez sevgimizle. Gözlerimizde korku, teslimiyet, umutsuzluk ve sevgisizlik görmelerine izin veremezdik, bunu bizden alamazlardı. İşte ne yaparlarsa yapsınlar buna güçleri yetmezdi.