Önce yetişkinlik döneminde bile peşinden ayrılmayıp kendisini annesi sanan her gün çift sarılı yumurtlayan tavuk ve ahırda yaşamayı sevmeyen bu nedenle de kapılarını kırıp evlere dalan, sesini ve kendisini uzun mesafelerden ayırt edip tanıyan manda; kendini yalnızca ona sağdıran inek ve biz torun ve çocuklarından ayırmadığı en az o kadar sevdiği aralarındaki duygusal bağ kurulan, giderken arkasından ağladığı ve de bize gözleri dolarak anlattığı rüyalarında gördüğü onu toprağa ve hayata bağlayan dostlarından ayrıldı. Çoluk çocuk zaten hepsi ekmeğinin peşinde gurbette, orda kendilerine yeni düzenler ve ilişkiler kurup çoktan oralı olmuşlar. Bacakları nedeniyle bağ bahçe işlerinden de zorunlu emekliye ayrılınca; güzeli bile hüzünlü hatıralar, dedemin olmadığı zamanlarda kimsenin geçmediği boş yola gözleri dikip pencerenin arkasından bekleyerek yalnız geçen günlerden sonra; buz gibi suyla keskin sabah ayazlarında, titreyerek abdest alıp tek bir vakit kaçırmaksızın, tek bir rekatı es geçmeyen ve şimdilerde dua bile etmeyen kadın sonunda namaz kılmayı bile bıraktı. Temizlik diyerek iğrençleşen çoğu insan gibi abdest için ayaklarını lavaboya kaldırmayarak ayrıca takdirlerimi kazanmıştır. Tanımayanların hep öyle sandığı, tanıyanlarınsa bıyık altından gülerek içlerinden ‘Allah rızası için bari bize yapma’ dediği; korku, ikiyüzlülük veya aydınlanma; yaşı ilerledikçe dindarlaşan insanların aksine eski hafız olan dedemle beraber onlara gizli ateist diyorum.
Uzun, zorlu ve yorucu geçen yılların ardından çoktan bir zorunluluk olmaktan çıkmış, onu o yapan, hayata bağlayan, oyalayan, mutlu eden etkinliklerini, aslında bir bakıma kendisini de ürettiği emeği bırakıp kendini işe yaramaz ve yorgun hissetmeye başlayınca; yani bir başka deyişle tam rahat edip kafa dinleyeceği, artık kendine zaman ayıracağı emeklik dönemi geldiğinde kendini umutsuzca uykuya verdi. “Uykudaki rahatlık başka hiçbir yerde yok” ve benzeri şekillerde uykuya övgüler düzerek, “Bütün memleketleri dolaşıyorum” diyerek o eski günlere döndüğü, eski dostları gördüğü mutlu yerini bulmuştu. Bizimse onu kolay kolay bırakmaya niyetimiz yoktu. Elbette bizimle olsun, sağlıklı olsun, mutlu olsun, hayata küsmesin istiyorduk ve bu uyku alışkanlığı onu hem bizden hem içinde bulunduğumuz zamandan kopardığı gibi sağlığını da kötü yönde etkiliyordu. Ondan bu kadar kolay vazgeçemezdik, “bu onun tercihi, böyle mutlu zaten yaşayacağı kadar yaşadı” gibi şeyler diyerek onu yalnızlığına terk edemezdik.
Alarm zilimi Güzel Bir Gün’den I’m Only Sleeping’e çevirmiştim zaten. İlk taklit ettiğim insanlardan biri de anneannem, beni okurken ben de ona üflüyormuşum, sonra namaz kılarken de yanına bir seccade de ben atıp onun hareketlerini tekrarlıyordum, favori kısmım da finaldeki tespih çekmekti. Uzun lafın kısası en sonunda ben de uykuya verdim kendimi, kendimi alamıyor, uykulara doyamıyor, geri kalan her şeyi ya es geçiyor yahut da uyuyabilmek için aradan çıkarmaya çalışıyordum. O, gece olsun da yatakta dedemi sıkıştırsın, muhabbet etsinler diye bekliyor, gündüzleri de mecbur kalmadıkça uyanık kalmıyordu; bense “Uykudaki rahatlık başka hiçbir yerde yok” diyerek Cartoon Network veya çoğunlukla ID Xtra açıp, üçlü koltukta mor polar battaniyenin altına sığınıyordum.
Böyle bir beklentiye kapılmamakla birlikte beyaz atlı yakışıklı prens tarafından öpülerek uyandırılacak ve sonsuza dek mutlu yaşayacak güzel ama talihsiz bir prensens de değildim oysa; üstelik benden prens olmam beklenirken. İnsanları önce uyutup sonra uyandıcı beklemeye güdüleyerek işlerini yürütüyorlardı. Uyandırılmayacağımı anlamam uyandırıcı beklememden daha az sürdü bereket; şimdiyse Cem’in öyküsündeki* gibi uyanamadığım bu bitmeyen kabustan kaçmak için kendimi uyutmaya çalışıyordum. Herkes kendi avutucu gerçekliğini yaratıp orda kıyametten korunmaya çalışıyordu aslında, diktiği çubuklardan yaptığı örtüsüz çadırın altına girerek.
İnsanların yoksulluğundan, çocukların açlığından, her gün ölümlerin olduğu savaşlardan, korkmuş ve yurtsuz, istenmeyen insanların çaresizliğinden duymadığı rahatsızlığa rağmen ağız tadıyla yemek yemeye geldiği restoranda ‘manzarayı ve ortamı’ bozan; muhtemelen kötü kokan, bakımsız, pis, ‘iğrenç’, fakir ve üstüne üstlük ‘aziz milletin üstünde yük’ olan ‘yabancı’ ve ‘zararlı,’ ‘insanlıktan nasibini almamış sözüm ona insan evladından’ rahatsız olan; ‘memnuniyeti öncelikli,’ ‘şüphesi makul’ misafirlerinin (müşterilerinin) rahatını gözeten; ‘sorumluluk sahibi’ ‘her insan gibi’ ‘üzerine düşeni yapan’ ‘ordan ekmek yiyen,’ ‘gariban,’ ‘emir kulu’ ‘görev adamına da’ böylesine ‘hunharca’ ve ‘orantısız’ ‘yüklenmek’ ‘haksızlık’ olmuyor mu? Böylelerini polis yap, biber gazına boğsun; bakan olsun, hırsızlık yapsın; baş tacı et, başbakan yap; cumhurbaşkanu, sultan, halife olsun. Herkese ve her şeye karışma, burnunu sokma, bildiğini okumayı, astığım astık kestiğim kestik takılmayı, “yaptım oldu” demeyi kendine hak görsün; onun dışındaki herkesin hiçbir hakkı olmasın; geri kalan hepsi yanlış, haksız, hain, şerefsiz, düşman.
Kafaları kumdan çıkaralım artık bir zahmet, ‘kendimize gelelim lütfen,’ uyandırılmak ve kurtarılmak yok. Yakın zamanda hepimizi derinden etkileyen ve gaza getiren bir ateş yandı ve alevler bütün memleketi sardı; her ne kadar hareketin kendisi doğru kavranamamış, devrimcileştirilememiş, üstelik sonrasında kendine tahvil etmek isteyen ve kendini dayatan yaklaşımlar tarafından üzerine işenerek söndürülmüş dahi olsa. Komşuda doğrusuyla yanlışıyla, iyi kötü SYRIZA iktidar olmuş ve bu sayede bir şekilde; güncelliğini koruyan meselelere karşı radikal çözüm önerileri ve yaklaşımlar gündeme gelmiş tartışmaya açılmış; insanlar kafasını çevirip merakla, umutla veya ihtiyatlı olarak bazılarıysa avuçlarını ovuşturarak ya da korkarak bakıyor. Türkiye şubesi olduğunu iddia ederek bu seçimde ordan ekmek yerim diyen partiye bakınca, bırak iktidar hedefini baraj kaygısı olduğu ve başka öncelikleri olduğunu; diğerine bakınca nasıl olsa bize vereceksiniz diyerek iktidar olmasak da milletvekili fabrikasıyız rahatlığında olduğunu; iktidar partisinin de acaba işlerimizi daha da kolaylaştırıp hızlandıracak kadar kelle çıkarabilecek miyiz hesabında olduğunu görüyorum.
Ben demokrasinin veya onunla özdeşleştirilerek mitleştirilen demokrasi aldatmacasının içeriğinin; aritmetik, istatiktiksel ve temsili yapısnın kendini yalanladığı ve ancak bu şekilde kendini yeniden üreterek var olabildiğini görebiliyorum. Bu yüzden 13 Şubat’ta Laik ve Bilimsel Eğitim için boykota katılmak, bu yüzden İç Güvenlik Yasası’na karşı alanlarda olmak, bu yüzden özgürlük, adalet, barış, sevgi, emek, kimlik ve ekoloji mücadelelerinin parçası olmak; hırsızın, zorbanın, katilin, yalancının, gericinin, bencilin karşısında durmak; sandığa gitmekten çok daha anlamlı. Bu yüzden muhalefet güçlerinin kırmızı çizgileri üzerine oynayıp onları birbirlerine düşürerek uzlaşamaz hale getirdikleri ve yangını söndürdükleri halde rahat edemiyorlar. Korkuyorlar, çünkü herkesi hizaya getirecek öncekinden daha büyük ve etkili bir yangın çıkarabiliriz.Çünkü neler yapabileceğimizi gördük ve bu onların kabusu oldu.
Bu yüzden 14 Şubat’ta dostlarımla yanına gittiğimizde, “Serhat Abi kalk, ‘ölmek uyumak sadece,’ devrimciler geldi!” diyeceğim.
*Lustral Seyahat: Kabus http://koscemkos.blogspot.com.tr/2014/11/normal-0-21-false-false-false-tr-x-none_51.html