“Üff, ben çok gerildim ya, hadi yatalım!”
İçinde bulunduğum tuvalette işemek, beni geçenlerde başımdan geçen bu olaya götürmüştü. Bu arada benim için geçenler; az önceyle yaklaşık on yıl önce arasındaki zaman dilimini kapsar.
Yine her zamankinden; terk edilmiştim, aşk acısı çekiyor ve bunu gidermek için alkol tedavisi uyguluyordum. Hatta bir keresinde, yarım saat içerisinde aynı kadın tarafından üç defa terk edilmiştim. Bir yaz ikindisinden, akşamüzerine doğruydu, küçük ve kapalı mekânda daralıp; gölgeli, rüzgâr alan açıkhavada devam etmeye karar vermiş ve bunun için yaptığımız kısa yürüyüş ve temiz hava da iyi gelmişti. Oturduk, içkilerimizi söyledik.
Huzursuzdu, mevzu çıkarmak istiyordu, gidecekti, gitmek istiyordu, yanımda duramıyordu ama yine de bir bahaneye ihtiyacı vardı, görebiliyordum, kıvranıyordu. Hiçbir zaman açık yüreklilikle bunu dile getirecek yapıda biri olmamıştı; demek ki böyle yapmak , ona dürüst olmaktan daha iyi hissettiriyordu, berbat hissediyordu ve iyi hissetmeye ihtiyacı vardı. Asla onun yerinde olmak istemezdim, asla onlardan biri olmamalıydım; kaybedebilir ve bunu alkolün getirdiği olgunlukla göğüsleyebilirdim ama onlara benzemek veya dönüşmek mi, asla böyle bi şeyi kabul edemezdim. Siparişlerimiz henüz gelmişti,
“Yürümek istiyorum” dedi.
Oyunu görebiliyor ve bir parçası olmak istemiyordum; ayrıca olay da istemiyordum, benim hayatıma maceraya yer yoktu, kendi halinde, gariban bi adamceğizdim hepsi bu. Sadece oturmak ve sakince içmek istiyordum o kadar.
“Oldu o zaman, yürü.” diyerek, bunu ona da belirttim, kayıtsızca.
İşine gelmedi, bir hışımla bardağını alıp arkamdaki masalardan birine geçti, çantasını bırakmıştı, arkamı dönmedim hatta sırf yol üstünde diye çişim olduğu halde işemeye bile gitmedim, ilgilenmedim, önümdeki bardağa yoğunlaştım yalnızca.
Çok da değil, aradan biraz geçti -dediğim gibi her şey maksimum yarım saat içinde cereyan etti- yine o umduğunu bulamamış, histerik siniriyle gelip, yarıladığı bardağını bırakıp bu sefer de çantasını alarak:
“Ben gidiyorum.” dedi.
Ona bir şey demedim, gitti. Kendi kendime sordum arkasından, “havan kime yabancı?”
İçmeye devam ettim, telefonuma mesaj geldi:
“Yürüyorum ben”
“Bıraktığını da içeyim o zaman” diye cevapladım ve işemeye gittim, döndüğümde onun artığına geçmeye hazırlanıyordum ki tekrar geldi:
“Duygusuz, ruhsuz, pislik!” diye bağırıp giderken haliyle kendimi tutamayıp, güldüm; sonra, “Doğru kadın yoktur, az votka vardır” diyerek bir tane daha söyledim, şansıma canlı müzik de vardı, birazdan başlayacaktı.
Her şeyi kontrol edemezdi, ben kafasının içinde onun uydurduğu bir düşünce olarak yaşamıyordum sonuçta; vardım ve kafamın içinde ona mahkum değildim. ‘Yüzünde yaşam izleri vardı’, daha doğrusu bana öyle gelmişti; hep öyle olur zaten. Sırf öyle istiyor diye bana bok atıp, suçlayarak; kendimi bir pislikmişim gibi suçlu hissederek acı çekmem; çıldırtmaktan başka bir işe yaramazdı beni. Gerçekleri istediği kadar çarpıtıp beni kendimden nefret ettirerek, kendini haklı gösterse bile gerçeği değiştirebilir miydi veya buna değer miydi? Bence değmez, ama ona sorarsanız değer ve hatta başka yolu yoktu demek ki.
Anlatmakla bitmez mağlubiyet tarihim, bir keresinde de artık nasıl kaptırdıysam kendimi; “N’olur gitme, tek etme, bırakma beni, sensiz ben n’aparım?.. bari bugün terk etmesen... şimdi gitmesen, beni kurda kuşa teslim etmesen?” filan diyerek ayaklarına kapanmıştım pis karının; ama çok kararlı, ketum ve acımasızdı. Zerre sikinde olmaksızın, ardına bakmadan, bir daha dönmemecesine gitmişti; ben de yine alkol tedavisine dönüp bana ilgi gösteren ilk kadına karşılık verip onunla umarsızca yiyişerek; o gece, o mekânda olan dosta düşmana reklam etmiştim kendimi; “dünya sikime, minare götüme” diyerek; başka çarem yoktu. Ne yapabilirdim ki? Hayatının aşkı tarafından terk edilip kendini zararlı alışkanlıklarını kucağına bırakan, kaybeden, üzgün ve yalnız bir adamdan bahsediyoruz burda; ne yani, ağlayarak intihar mı etseydim?
Arkamızdaki masadalardı, sonra bizim masaya geldiler, yanıma oturdu. Karşımda yine benim gibi hiç hak etmediği halde aşk acısı çeken –torbacısı gerçekten sağlam- arkadaşım; biraz önce getirmiş olduğum ve bizimki bozulduğu için onlardan ödünç aldığım elektrikli süpürgeye sarılmış benimle birlikte Where Did You Sleep Last Night’ı söylüyordu. Aramıza oturmadan önce yanımda; çoktandır görüşmediğimiz ve benimle birlikte buraya beni ziyarete gelirken yüzlük Smirnoff getiren çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Çalışkan bir öğrenciydi ve başarılıydı, ben hâlâ lisans eğitimimi sürdürürken o eczacı olmuş, dükkan açmadan önce askere gitmeyi bekliyordu. Giderken içmediğimiz o votkayı yanında götürmesinin dışında; bizde kaldığı bir hafta boyunca iyi vakit geçirmiş ve hasret gidermiştik. Bir de o geceden sonra ‘Bacanak’ olduğumuz dostum vardı.
Kader ortağım, içkisini bitirince süpürgesiyle birlikte aramızdan ayrıldı. Bir gece yine çok kötüyüm, aşk acısı çekiyorum ve yanımda birbirimizi hırpalayarak en iyi içki arkadaşı olduğumuzu ispatladığımız Arjantin’le içiyoruz ve hiç paramız yok. (O birbirimizin yakasına sarıldığımız gün de bu arada; bir yandan birbirimize bağırıyor, bir yandan o bana bira uzatırken ben ona sigara tutuyordum. Onların balkondaydaydık, Ramazan’ın ilk sahuruydu, herkes ayaktaydı ve bağırıp çağırıp birbirimize girmiştik, çok geçmeden de polis gelmişti; bir şey olmadı. Yalnızca ben, onların masasını kırımıştım ve balkondaki boş şişe mezarlığını paramparça etmiştik, birbirimizi biraz sarsarak; onları konuya komşuya rezil etmiştim; lanet olsun, ne büyük utanç, yüzüm kızarıyor hatırladıkça.) Aslan Bacanak geldi, dedim:
“Hiç paramız yok, bu gece hep birlikte senden içelim.”
Bizimle içmeyip biletlemek için kendince haklı sebepleri vardı, sorgulamadım; yoksa hem içmeyi hem de bizi sever. Bize biraz para bırakıp gitti. Yazgıdaşımı aradım ben de:
“İçki var mı?”
“İçki yok ama içecek var.”
Arjantin’le birlikte Bacanak’ın bıraktığı parayla dört tane bira alıp onlara gittik, biralarımız bitince. Her zamanki gibi kapı açıktı ve kimse beklemiyordu, içeri girip hemen yandaki dumanaltı salona geçtik; ister istemez insanın yüzü gülüyordu o atmosferde, onların da. Eskilerden bir arkadaşı gelmişti onlara, methini çok duymuştum ama bir türlü tanışmak nasip olmamıştı; bize daha önceden de bildiğim ama yine de büyük bir ilgiyle dinleyip sonrasında katılarak güldüğüm ‘Kırmızı Pinpon Topu’ hikayesini anlatmış; benim mevzular için de bana: “Harbi delikanlıymışın usta, en doğru olanı yapmışın, helal.” diye arka çıkmıştı.
Arjantin poşetten bir bira çektikten sonra; petleri susuz görünce hemen duruma itiraz etti:
“Hayır, bu böyle olmaz, yanlış yapıyosunuz!” diyerek bizi kahkaha krizine soktu, neredeyse komaya girecektik. Sonra tuvalete diye odadan çıktı, epeyce bir süre haber alınamadı, merak edip baktım; biri banyoda olmak üzere iki tane tuvaletleri vardı; yine banyodaki otursıç, ötekisi çömelsıç; ikisinde de yoktu; gülerek tuvaletlerde olmadığını söyledim, onlar da güldüler; saçma olduğunu biliyor yine de kendimi alamıyordum, sonra yatak odalarına baktım, yataklardan birine tüneyip sızmıştı. Ot ve muhabbet bitince; bizimkilerin de yatması gerekiyordu sonuçta, “Eyvallah, ben eve gidiyorum,” diyerek çıktım, eve gittim.
Bir gece beni aramıştı, “Sana bi sürprizim var, bize gel” demişti, o zamanlar bize yakın oturan; süpürgesini almanın yanısıra, bizim evde sular açılmayıp, bir türlü doğalgazın bağlanmadığı karanlık çağlarda onlarda yıkanmama izin veren sevgili dostum. Devlet yurdunda kalmaya başlayana kadar her sabah duş alırdım, sırf yüzümü yıkamaya üşendiğimden. Yurtta, yere işenen ortak pisuvarlar, öncekinin hatırası kalıntıların bulunduğu çömelsıçlar ve duşları görünce; bir de günah filan olduğu için sevişemeyen abazan gençliğin duşlarda otuzbir çektiğini düşündükçe yıkanmaktan soğumuştum haliyle; hem yağlı saçlar daha çok yakışıyordu bana ve duş aldıktan sonra okula gittiğimde şampuan reklamı gibi oluyordu, herkes fark edip “yıkanmışsın” diyordu bana.
Annem taşınıp, nenemle dedem de bize eklemlendikten sonra hep birlikte kalmaya başladığımızdan, geceyarısı anneme ”Ben bizim çocuklara gidiyorum,” diyerek çıktım. Salon yine dumanaltıydı ve beni gülerek karşılamışlardı, o ve ev arkadaşı. Diğer ev arkadaşı yoktu ama ikisi de hem hoş sohbet, hem cana yakın, hem de iyi insanlardı; bu sebeple herhangi birinin arkadaşı olan çabucak diğerleriyle de sardırıp canciğer olabiliyordu.
Aman ya rabbi, ben böyle mal görmedim! Bir baktım Matrix’in içindeyim. Bunlar sürekli konuşuyorlardı ve ben dikkatimi birinden diğerine yoğunlaştırırken, arada bana bakıp gülüyorlardı, ben de gülüyordum. Arkadaşı benim hikayelerimi annesine okuttuğunu ve annesinin de çok beğendiğini söyledi, gururlandım resmen; etrafımdaki bir iki kişi olan okurlarım “aslansın, harikasın, yaz” diye gazlamasalar ben ne yapardım? Kendim okumaya çalışırken, bir türlü sonuna kadar gelemeyip başlarda bırakıyordum; kendime karşı tarafsız olamazdım, kendime tahammül bile edemezken, yazdıklarıma hiç edemezdim; eş dost olmasalar onlar da okumazlardı ve okuduklarını söylüyorlarsa en azından uçan kuşun kanadı kırılmaz diyerek “ney lan bunlar, sikim gibi yazıyosun?” diyecek halleri yoktu ama başkalarıyla paylaşmaları gerçekten beğendiklerini gösterirdi çünkü kendimden biliyorum. Bunalıma girip her şeyi reddettiğim, elime aldığım kitapları bile duvara fırlattığım karanlık bir dönemimde karşıma çıkan; bir süre için beni gerçekten seven ve bir kez olsun üzmemiş olan, dünyalar tatlısı o kadını, onun kenarını kıvırdığı sayfalara gelince sigara molası verdiğim kitaplarını nasıl unutabilirim? Veya ayrıldıktan aylar yıllar sonra bir kış günü tesadüfen o beni fark etmeden yeşil bir parka giydiğini gördüğüm veya olacak iş değil ya bir şekilde denk gelip evindeki kitaplıkta sevdiğim bir yazarın kitabını gördüğümde; mesela Orhan Veli’nin kitabında üstelik o kadar bilinmeyen Gün Doğuyor şiiri işaretlenmişse veya hiç okumadığı birilerini, hiç duymadığı bir yazarı, hiç dinlemediği bir grubu, hiç izlemediği bir filmi sevmişse ve benim de bunda küçük, ufacık bir etkim olmuşsa ne mutlu bana; örneğin benden sonra Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ni aldıysa! Sonra benim laflarımı diğer sevgililerine söyler, kitapları okutur, filmleri birlikte izleyip, o grupları tavsiye ederler; ‘şiir ihtiyacı olanındır’ düsturuyla veya birinden aldıklarını diğerine satarak kârla geçinen bir tüccar kafasıyla; fark etmez, sonuç aynıdır. O ‘a’ harfinin şapkası olmasa bile ‘Karımızı sizinle paylaşıyoruz’ tümcesinde neyi kastettiktelirini anlayabiliriz.
“Gerçi benim yazdıklarım pek annelerin hoşuna gidecek cinsten değiller ama ben de ilk önce anneme okuturum yazdıklarımı; ilk onun beğeni eleklerinden geçer, yorum yapar ve o fark eder anlatım bozukluklarını, ben de düzeltmeye çalışırım.”
Abartılacak bir tarafı yok; ben sadece bir içki şişesinde okyanusa bırakılmış bulunmayı umut eden bir mektuptan başka bir şey değilim. Sevinçlerim, coşkularım, heveslerim o kadar önemsiz, o kadar sıradan ve boktandır ki bunu paylaşmaya kalktığım çoğu zaman duvara toslarım ve bilirim bu yüzden kimseyi suçlamaya hakkım yoktur; ben de onların iç dünyalarını ve değerlerini anlayamam; istemeden de olsa umursamazlıkla, halden bilmezlikle, anlayışsızla suratlarına çarpılan bir kapıyım ve her duvardan sekişinde hızını biraz daha yitiren bir pinpon topuyum, ‘pantolonlu bulutum’ o kadar. Anlayamayarak haksızlık ettiğim insanlardan üstüne bir de anlaşılmayı bekleyip haksızlık edecek kadar haksızlık etmemeliyim. Kabul, her insan hata yapar ve insan bir ağaç veya köpekten farklı olarak; ne olacağına kendi karar verir. İyi insan olmak gibi bir iddiam ve çabam yok; sarhoş olmaktan başka hiçbir beklentim yok aslında. Çünkü benim sevdiğim yazarlar var; bir okur olarak onların yazdıklarıyla aramda bağ kurabildiğim ve yazanın yazdığı ve yazdığının okuyanla arasındaki bağ arasındaki tutarlılık üzerinden; zamanı ve mekânı aşarak yazanla okuyan arasınaki bağı; yani bir kitabı okurken, çok sevdiğim, özlediğim ama hayırsızlık edip hiç de görüşmediğim arkadaşlarımla konuşuyormuşum gibi olmayı seviyorum ve gerçekten Orhan Veli ‘rakı şişesinde balık’ olmak meselesini kıvırmış biri. Galiba bu yüzden yanlış insanları seviyor ve birbirimizi bırak; toprağa bile gerçekten dokunamadan, ölüp gidiyoruz.
Dosto gibi bir inşaat mühendisliği öğrencisiyim ve akranlarımın aksine, ben hâlâ okulu bitiremedim. Yeni yeni fark ediyorum; gece bekçiliği ve öteden beri özendiğim tır şoförlüğü dururken; ‘rehberlikçi yaktı beni’.
Topu topu iki kilo olan köftenin bir buçuk kilosunu kendi başıma yedikten sonra bizimkiler yattı, benim uykum yoktu. Onlar gidince tribe girdim, uyuyamayacakmışım hissine kapılarak korkuyla doldum ve Facebook’tan online yakaladığım bir iki kişiye sardım; sonra birden kafam açıldı ve hepsi geçti; ben de ışıkları kapatıp, kalan kubarın beni iyi edip Matrix’e döndürecek kısmını çekerek yatmaya gittim; ürperip titreyerek yine de buna değer denebilecek çok tatlı bir uykuya daldım.
Neyse, bizimki süpürgeyi alıp kalktıktan ve onlar bizim masaya geldikten sonra olaylar gelişti. Çok yakın oturmuştu bana, kişisel alanıma girmiş sürekli bir şeyler anlatıyor; bense pek dinlemeden ve umursamayarak içmeye devam ediyordum. Peçeteden gül yapıp bana verdi; yeteneğini takdir edip, teşekkür ederek bu hediyesini ömrümün sonuna kadar saklayacağımı söyledim. Durmadan bana sokuluyordu, iyice ağzımın içine girmişti ve göz gözeydik.
“Ama böyle bakarsan seni öperim” dedi, sarhoşluk ve şaşkınlıkla bir kaşımı hafif kaldırıp gözlerine baktım, öptü beni. Kendini fark ettirecek derecede hoş ve çekiciydi, hoşuma gitti öpmesi, karşılık verdim, sonra ayrıldık; o güldü ben gülümseyebildim şaşkın ve hazince. ‘Adaletin bu mu dünya?’ diye sordum kendime. Yüce duygu aşkın yoksunluğunu çekiyordum, kalbim acımasızca paramparça edilmişti; yanıp küle dönüşmek, buharlaşmak, tüy gibi uçmak, ortadan kaybolmak, ölmek, ölmekten beter olarak aşağılanmak, kendimi cezalandırmak, acı çektirmek istiyordum, hak ettiğimi düşünüyordum ve ancak kapılıp gidilen aşk gibi aldatmacaların kopmuş uçurtmasının kuyruğu olmaktan, acı gibi gerçek ve yaşadığımız dünyaya ait olan duyguları hissetmek istiyordum ki hâlâ bir türlü tutunamadığım hayatta olabildiğimi, nefes almaya devam edebildiğimi kendime kanıtlayabileyim; olmadı sarhoş olmak istiyordum.
Müzik başlayınca topluca üst kata çıktık, arkadaşım yalnız kalmıştı, Bacanak da kardeşiyle alakadar oluyordu ve mekân gördüğüm göremediğim bizim çevreden insanla kaynıyordu, kimin umrunda?
“Uzun zamandır seni böyle görmemiştim dava, yüzün gülüyodu ulan, mutluydun resmen. Bizim kışımız da bitecek, bahar gelecek.” demişti içten sıcacık gülümsemesiyle o sıralar orda garsonluk yapan Arjantin, o gece için.
“Ulan kadına yumuldun be, o neydi öyle?” demişti, barın işletmecisi ve gülerek ekledi “Aklın varsa kaç, seninki her yerde seni arıyo, öldürecek, ona göre.” Sonra, “Tamam sen de bizim kardeşimizsin, seni de severiz ama o bizim kızımız ona yanlış yapmanı istemeyiz.” diye nezaketle kulaklarımı çekmişti ciddileşip.
Hırsız var! İneğin memesinden yavrusunun sütü nasıl çalınır? Vakti gelince boynu nasıl vurulur, derisi nasıl yüzülür, kemikleri kırılıp paramparça edilip sergilenir; para karşılığında icra edilen bir sanat gibi? Bunlardan açık yüreklilikle ve dürüstçe bahsedebilmek için ille vegan mı olmak gerekir? Derdim bu, anlatmak istediğim tam olarak bu; bakmayın öyle sarhoş muhabbetleri çevirip boş muhabbet yaptığıma, ayık hiç çekilmediğime. Aldanmayın çünkü yapmak istediğim bu değil, söylemek istediğim, anlatmak, haykırmak istediğim bunlar değil aslında. Beceremiyorum işte, ne zaman kendimi ifade etmeye kalksam eksik ve kusurlu bir şekilde başka şeyler anlatıyorum, incir çekirdeğini doldurmayan. Evet ‘iyi niyetlerle iyi eserler verilmiyor’, evet beceriksiz herifin tekiyim işte.
‘Saçları, saçlarıma’ karıştı, küpesi ağzımdan çıktı. Arada sırada soluklanıp içki içiyor, şarkılara eşlik ediyor ve soluğumuz tükeninceye kadar devam ediyorduk yiyişmeye. Yaslanıyordu bana, ben de abanıyordum ona; hiçbir şey umrumda değildi, hiçbir şey düşünmüyordum, kendimi bırakmış çakılmadan önce düşmeye devam ediyordum yalnızca. Beni biraz geri itti, pantolonumun düğmelerini açıp elini donumdan içeri daldırıp sertleşmiş ve kalp gibi atan aletimi kavradı, sıvazlamaya başladı. Zaten kendimden geçmiştim, acayip tahrik oldum, bana
“Ben böyle liseliler gibi barlarda erkeklerle yiyişecek kadınlardan değilim.” dedi.
“Bilmez miyim, ben de erkeklerle yiyişmem genelde?”
“Benim çevremde bi ağırlığım, saygınlığım, sorumluluklarım var”
“’Hiçbir şeyim yok akıp giden sokaktan başka.’”
Sikimi bıraktı, elini çıkardı ve düğmelerimi kapadı ve
“Gitmem gerek.” dedi.
“Götür beni, gidelim öyleyse.”
“Bu gece olmaz, başka sefere. Ararım seni.”
“Oldu o zaman, eyvallah. Görüşmek üzere.”
“İyi geceler.”
“Teşekkürler.”
Gitti. Bacanak da kardeşiyle gitti, biz iki eski dost oturup içmeye devam ettik.
Çok fazla sevgilisi olmasa bile insan; çok fazla terk edildikten sonra kaşarlanıyor, alışıyordu; her şey gibi bu durumun da sıradanlığına. Onlardan biriydi, üzgündüm, gündüz kuşağıydı ve barmenle benden başka kimse yoktu; bara oturmuş içiyordum, o da anlatıyordu. İşinin bir parçasıydı konuşmak, ağzı iyi laf yapıp müşteriyi mekâna bağlayıp, bir oturumda maksimum içkiyi satmak. Sıkılırdı sonra insan; koca gün yalnız başına, ihtiyaç duyardı iki lafın belini kırmaya, nasıl geçerdi zaman müşterisiz bir barda? Ben zaten son kuruşuna kadar içmeden içi rahat etmeyen müdavimlerdendim; kimse olmasın kitap okur yine içerdim, kitap olmasın oturup hiçbir şey yapmadan yine içerdim. Bana numara çekmesine gerek yoktu, bunu o da biliyordu; yeni başlamış ve benle de yeni tanışmıştı ama işinin bir parçası olarak insan sarrafı olmuştu, kısa zamanda. Aslında onun anlattıklarıyla zerre ilgileneccek halim yoktu, kafam kaldırmıyordu ama onu dinlemeye çalışmak kafamı biraz olsun meşgul edip aklımı karıştrıyor ve beni oyalıyordu.
Sonra daha önce de bahsettiğim partisinden koparıldığı için küskün bir çiçek olan, çok sevdiğim bir abim geldi. Ben bir taneyi bitirene kadar; hem de konuştuğu halde iki taneyi temizledi.
“Hadi, çek o birayı da kalkalım.” diyerek bana kaş göz yaptı; başka bir yere götürecekti beni, ortam değişsin biraz açılayım diye ve sıkıldığı için besbelli. Kalktık, yakınlardaki yine tanıdık olan ama nadiren takıldığım başka bir yere gittik. İşletmeci, tam manasıyla kaçık bir kadın ve yalnızca biz vardık. Abi ile tanışıklıkları vardı, eski sevgilisinin mekânında benim de birkaç defa görmüşlüğüm vardı ama muhabbetim yoktu; yanımıza geldi, tanıştık. Baştan aşağı bütün jest ve mimiklerinden manyaklık akan deli bakışlı kadın hararetli hararetli anlatmaya başladı, Abi ile sohbete koyuldular ama sürekli bana bir şeyler söyleyip, soru sorarak beni konuşturmaya çalışıyordu; konuşasım yoktu, sadece içebildiğim kadar içmek ve olabiliğim kadar sarhoş olmak istiyordum hepsi bu.
İşemeye gittim, döndüğümde kadın gitti, Abi bana:
“Yapacak bi şey yok, bu kadın seninle sevişmek istiyomuş, bana söyledi. Sen bilirsin, top sende.”
“Yok abi, eyvallah, eksik olmasın ama ben almayım, kalsın.”
“Öyle deme, karı harika sevişiyo, ben de onla bi kere yattım. Gene istedim, ‘Olmaz.’ dedi, seni istiyomuş; ikimiz birden yapalım sırayla dedim, kabul etmedi. Yalnız saksodan sonra bütün spermleri yuttu, iğrençti; bi hafta yemek yiyemedim, öpüşmemeni tavsiye ederim.”
“Tavsiyen için teşekkür ederim abi, aklımda bulundururum.”
Geldi, biraz daha oturup bulunduğumuz binanın iki alt katında yeni açılmış olan şimdinin pavyonu o zamanın türkü barına gittik. Orda da içmeye devam ettik, kadının orda çıkıp söyleyen bir arkadaşı varmış, ordaydı, balkona yanımıza geldi. Sonra benim için gecenin büyük sürprizlerinden olan; barları ve meyhaneleri dolaşıp şiir okuyarak kendine içki ısmarlatan; buralarda herkesçe bilinip sevilen, yerel halk kahramanlarımızdan; alkol ve nikotine boğulmuş bariton ve boğuk şair sesli ‘Bağlanmayacaksın’ abi çıkageldi, o da bize katıldı. Dalgasına biraz iğnelenip takılınca “Ben Yusuf Hayaloğlu’yum ulan!” diye bağıran, Yusuf Hayaloğlu’ndan okumayı seven ve Can Baba’dan Bağlanmayacaksın’ı söylemeden dinletilerini bitirmeyen dünyalar tatlısı Şair Abi.
Bir defa, hanımla birlikte işlettikleri meyhaneden tartışıp birlikte benim ikinci evim, masal şatoma, müdavimi olduğum mekâna gelmişti Şair’le birlikte; o kutu gibi ama içmekten her zaman keyif aldığım meyhanenin işletmecisi. Her akşam ilk dublesini “Huzura, sağlığa, gençliğe, genç kalanlara ve Atatürk’e!” diye kaldıran siroz olup hanımın ciğerini alana kadar içmeye devam eden uzun kır saçlarını at kuyruğu yapan abi. Sevgilimle birlikteydik o gece, dünyanın en huzurlu insanıydım; evlere barklara sığmayan, taşıyamadığım, altında ezildiğim boynuzlarımın farkında bile değildim; ben o zamanlar zincirlerimden başka kaybedecek bir şeyim yok zannederdim. Bize,
“İyi sevişiyo musunuz gençler?” demişti.
“Sürekli deniyoruz, hep bi sonraki daha iyi olsun diye elimizden geleni yapıyoruz; en iyi sevişmemiz henüz olmayan” diye cevaplamıştım kendisini. O da gülümseyerek kafa sallamıştı, sarhoştu, gözleri parlıyordu ve bize hayranlıkla, imrenerek bakıyordu. Sanki dünyanın en şanslı insanları, hayatının aşkını bulmuş, birbirini seven ve sevişen, içki içen, karşılıklı kitap filan okuyan, boş zamanlarında solculuk yapan, aydınlık, aradığını bulmuş, gençliklerinin ve bulduklarının hakkını verip kıymetini bilen pırıl pırıl gençlermişiz gibi. Gururlanmıştım, sarılmakta olduğum sevgilimi daha sıkı kavradım, kokusunu içime çekip öptüm onu yanaklarından. O da tebessüm etti, mutluydu sanki ve yine her zamankinden; onun gülümsemesiyle dünya güzelleşmişti. Her şeyi yapabilir, her işi başarabilir, kimseye eyvallah etmeden herkese kafa tutabilirdim; onun yanındayken yapamayacağım hiçbir şey, altından kalkamayacağım hiçbir mesele olamazdı. “Siz hepiniz ben tek!” diye bağırabilmek, başkaldırmak, “ölsem de gam yemem” diyebilmek, kazanmayı ve kaybetmeyi siktir ederek dimdik cesaret gösterebilmekti; ona verdiğim sevginin sarhoşluğu zavallı ben için.
Durum gittikçe renkleniyor, zaten olmayan kontrolüm hepten ortadan kayboluyordu, ekibi toplamış Bremen Mızıkacıları olarak bizde devam etmeye karar vermiştik; arkamızda saat satan siyahilerle sohbete tutuşan, beklemekte olduğumuz çılgın kadın yüzünden biraz gerilmiştim, bir de Arjantin’e gidip Bün’le rakı içecektik o gece; yoksa benim için sorun yoktu. Ev arkadaşım zaten hayırsızdı, doğru düzgün gelmezdi bile; varken de genelde benle takılmaz evde oturur, aldığım içkilerden içerdi. Hiç parası olmazdı, bu yüzden doğru düzgün fatura yatıramazdık, alışverişi de genelde ben yapardım veya bir şey lâzım olduğunda benden para alıp, eksiği kendi görürdü, elbette birlikte yaptığımız da oldu; severdim yine de karşılıksız kılını kıpırdatmasa bile kötü bir insan sayılmazdı, güzel muhabbeti vardı; evi boşver okula da pek uğramazdı. Sadece şu ‘akıllı’ insanların sinsiliğinden vardı. O olmayınca ben de evi boşlardım, zaten genelde içki içmek için gelirdim eve mekânlar kapalı veya ben parasız kalınca. Genelde Kök ve Arjantin’le içerdik, Şefim gelince yemek de yerdik; denk geldiyse Bacanak, ben bir iki arkadaş ot içerdik, bazen sınav zamanları sözümona çalışmak için bizde toplanırdık. Yalnız olunca doğru düzgün bir şey pişirmez, bulaşık yıkamazdım; tek umursadığım sabah dolabı açtığımda rakı olması ve eğer su kalmamışsa birayla içilebilmesiydi, ucuz şarabımın bitmemiş olmasıydı. Bir keresinde dedim, “tamam kesin ölüyorum benden bu kadar” yerdeki kustuğum kanı görünce; sonra şarap olduğunu ve günlerdir yemek yemediğimi hatırlayıp, şarapla rahatlamaya ve gevşemeye devam etmiştim.
Kök kelimenin tam anlamıyla aslan gibi bir çocuktu. Hem aslan yürekli, hem boylu, poslu, gösterişli ve kuvvetliydi de; içi boş değildi yani. Ayrıca saç ve sakalları da doğal olarak aslan yelesi rengindeydi; siyah kemik çerçeve gözlüklerinin ardında zeki, masum ve serüvenci ışıltılar saçan parlak mavi gözleri olan son derece yakışıklı ve sevimli bir kötü gün dostuydu. Herkesin çok seveceği ve kimsenin kaybetmek istemeyeceği harika bir dosttu. Bir akşam internette bir yazısına denk geldim ve çarpıldım; sonra ona şu mesajı yazdım:
“Dostum, az önce yazını okudum ve biramın nasıl bittiğini anlamadım. Bana bi bira borçlusun, haberin olsun.”
Öyle başladı hikâyemiz, hiç sıkılmazdı insan onunla, rahmetli eniştesinin kendi elleriyle yaptığı şarapları getirirdi, içerdik. Hatta bir öğlen sıcağında beni arayıp uyandırmıştı da bir parkta yaptığı son şarabı benimle paylaşarak anmıştık enişteyi.
Bir defa Bacanak’la Arjantin yatmaya gitmişti, ben devam ediyordum mutfakta dalga takılmaya; bitmek bilmez tuş seslerine daha fazla dayanamayarak; aslında plana dahil olmayan ama bizle olduğu için kısmetli olan arkadaşa:
“Ne lan bu tıkır tıkır?”
“Yazı yazıyorum.”
“Tamam.” Önüme döndüm ve devam ettim kalan otu tüttürmeye.
Bir gece Şefim bana gelecekti, zilimiz olmadığından; benimki bozulduğu için yaklaşık bir sene boyunca idareten kullanmam için Kök’ten aldığım ekranının yarısı olmayan tarihi eser Motorola telefonu çaldırması ve benim anahtarı atmam gerekecekti, aradan epey zaman geçti, ses seda yok; aradım, şarjı bitmiş, ulaşılmıyordu, cama gittim, aşağıda bana el sallıyor ve
“Şefim, şarjım bitmiş burdaki köpekleri havlattım, onları mı duydun?”
“Hayır, ama şanslısın, merak ettim, umarım çok beklemedin.”
Bende kaldığı başka bir geceden sonra da:
“Siz sevgilisiniz di mi?” demişti.
“Vay canına, nasıl anladın?”
“Çakal adamım ben Şefim, benden kaçmaz. Geçen geldiğimde anlamadım ama dün gece yatarken anladım.”
Üçümüz benim yatağımda yatıyorduk, sarılmasından anlamış. Gerçekten dediği kadar vardı, çakal adamdı Şefim. Bazen kalabalık oluyorduk, yer olmuyordu; o zamanlar bizim arkadaş grubundan neredeyse herkesle yattığım olmuştu. Her yatan sevgili olmak, sevişmek ve hatta uyumak zorunda değildi. İnsana bakışı hastalıklı olan örümcek kafalılar bunu asla anlayamazdı. Küçükken de çok severdim insanlarla yatmayı, genelde annemle babamın ortasına yatardım; nenemle dedem gelmişse onların arasına girerdim, kuzenlerim gelmişse genelde bir gece biriyle diğer gece öbürüyle yatar ve genellikle uyumaz; o zamanların verdiği sevgi, coşkunluk ve heyecanla sabaha kadar susmaz, cırcır böceği gibi biri ağzımda biri boğazımda anlatır durur, gülerdim. İşe gideceklerse dayanamayan annemler birine bakarken arkamdan diğeri karyolanın başına vurarak ve fark edip döndüğümde bu defa diğeri aynısını yapıp “Komşular kızıyor, hadi uyu.” diyerek beni kandırmaya çalışırlardı, yemezdim. Ufakken uyanıktım, kül yutmazdım; her şey sokağa çıkıp insanlara karışıp okula başladığımda boka sardı. İlk günden beri okulu sevmedim, gitmek istemezdim. Beni bıraktıklarında ağlayıp peşlerinden koşardım, öğlen uykusuna kadar beklemek zorunda kalırlardı çoğu zaman. İlkokula başladığımdaysa babam senelik iznini okulda kaçmayayım diye beni bekleyip alıştırmaya çalışarak geçirmişti. Sokağımızdaki uyuz köpeğe merhamet duyardım, çok severdim onu; geçen yaşlı dedeleri severdim, benim de dedem vardı çünkü ve beni çok severdi, ben de onu. Kırılan dalları cebindeki mendille sarıp tutturan insanlar vardı, onlardan biri bakıcımın kocasıydı; onları da severdim. Asker bizi korur, polisler güvenliğimizi sağlar, öğretmenler bize her şeyi öğreten yüce insanlar sanırdım, bütün çocuklar arkadaşımdı. Tabi sonra öyle olmadığını keşfettim. Allah baba vardı; yağmur yağınca işer, kar yağınca sıçmış olurdu; Ay dede vardı, demek ki o daha büyüktü, Allah’ın babasıydı. Sonra yanıma uzanıp kitap okurlardı bana veya masal anlatırlardı, çoğunlukla gölge oyunlarıyla hem de; genelde babam. Bahsettikleri insanları ve hayvanları hiç baştan hiç tanımazdım ama tanıdıkça sever, onlarla sevinir, onlara üzülür, heyecan ve mutluluklarını paylaşır ve onlarla rüyalanırdım. Sonunda beni kandırıp uyutmanın yolunu bulmuşlardı, uyuyamazsam kucaklarına alıp gezdirirlerdi beni; tünediğim koyunlarında mayışıp sızardım; o zamanlar içki içmez, annemin sütüyle idare ederdim. Parmaklarını minik ellerimle sıkıca tutar, gitmesinler diye uyurken bile bırakmazdım, karanlıktan korkardım. Her gece aynı oyunu oynardık; ben yatakta annemin yanında örtünün altına saklanır, annem babamdan bana su ister, ben kahkaha krizine girip yerimi belli edene kadar bütün evi arayıp beni bir türlü bulamazdı.
Emekleyerek üstüne tırmandığım annemin memelerini açıp babama “Bunlar benim memelerim,” diye posta koyduğum Oedipik günler geride kalmıştı; anasıfına başlamıştım, bana sataşan çocukları dövüyorum diye öğretmenler bana kızardı, haklı olduğum için çıldırır ben de onlara kızıp bağırırdım, eğer vururlarsa ben de onlara patlatırdım, kendimi ezdirmezdim. Önce okulumu değiştirdiler, sonra onu da bıraktım; birinci sınıfa geldiğimdeyse beni kulaklarımdan tavana asmakla tehdit edip kulağımı çekerken; koca elli, sarkık bıyıklı adi müdür; duvardaki “Eğitim çocuğu sevmekle başlar” K. Atatürk yazısını okuyordum. ‘Öğretmenler! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır.’ yaptıklarınızla gurur duyun; ülke değil açık hava tımarhanesi, cezaevi; para bükücü hırsız kimselerin babalarının çiftliği, küresel sermayenin arka bahçesi; medeniyetin değil yobazlığın, nefretin düşmanlığın, kinin yalancılığın, aldatmanın, haksızlığın, üç kağıdın beşiği. ‘Bat dünya, bat’, ‘Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.’ Önce annemin bana ait olmadığını ama bir zamanlar; benim onun bir parçası olduğumu, bedenimin kendinden başka bir uzantısı olmadığını; evrenin merkezinde bulunmadığımı; yalnızca hareketi kestirilemeyen sarhoş bir atomaltı parçacığı olduğumu; dünyanın yüz bin türlü hali olduğunu, insanın aklına gelmeyenin başına gelebildiğini, ‘Ellerin attığı taş değil, dostun bir gülü yaralar beni’ sözünün ne anlama geldiğini ve gerekli gereksiz pek çok şeyi öğrendim ve gün geçmiyor ki ummadık bir taş baş yarmasın; şapkalardan tavşanlar, yırtık dondan pipiler çıkmasın. Devam ediyorum görmeye, öğrenmeye ve her defasında aynı saflıkla şaşarak bakarım’, ben göründüğümden ve düşündüğümden biraz daha salağım ve karın doyurmadığı gibi üstüne üstlük bir de başıma iş açan, beni ma’feden sevgim çoktan biraz daha fazla.
İçkileri aldık, bana geldik. Mutfaktan başka iki oda daha vardı; benim odam aynı zamanda salondu; onca zahmet taşınıp getirilen, -varolsun yoldaşların verdiği- bir türlü temizlemediğimiz bir köşede duran ve genelde kullanılmayan koltuklara oturdular. Odanın öteki yarısında yatağım, eve gelince cebimden çıkarıp üzerine koyduğum cep viskisini ve bilgisayarımı taşıyan katlanır masam, benim oturduğum sandalye, çalmadığım gitarım, yerde onlarca kitap, dergi ve boş şişe.
Kadın bütün manyaktı; milleti kılıçtan geçiriyor, herkese atar gider yapıp posta koyuyor, durduk yere terör yapıyordu; bizimle gelip içkiyi beleşe getiren arkadaşı bu bipoların suyuna gidip “evet ablacım, tamam ablacım, doğru ablacım, haklısın ablacım... ablacım, ablacım, ablacım...” diye diye yancılık görevini icra ediyor; benim Abi deliyle deli olup kadınla münakaşaya giriyordu; şair baktı olacak gibi değil, ortam boka sardı; birasını çekip kaçtı. Ben de kaçabilseydim keşke; bazen eve gelen arkadaşlarımı bırakıp çıktığım olur ama bu kadnın sağı sollu belli olmazdı. Bir telefon geldi ve içeri gitti, ben başımı önüme eğmiş kara kara düşünüyor ve içmeye devam ediyordum; beni böyle solgun gören Abi arada bana pas atıp canlandırmaya çalışıyordu; ben de kafamı kaldırıp cevap verip şişe kaldırdıktan sonra tekrar gömülüyordum kendi karanlığıma. Konuşması bitti, içeri geldi, bana:
“Bi on beş dakka bi işimiz var, sen benim kuzenim olacaksın, hemen halledip gelicez, olur mu?” dedi.
Göte giren şemsiye açılmaz şiarıyla “Tabi.” dedim.
Kaşla göz arasında abi çaktırmadan,
“Çabuk gelin hey, karı manyak. Beni bu ibneyle yalnız bırakma.”
“Eyvallah abi” deyip, Bipolar’ın ardından merdivenlerden indim. Taksi çevirdi, atladık, otogara doğru gittik. Bir adam bizi karşıladı, siyahtı. Baştan kim olduğunu çıkaramadım ama sonra sarışın siyahi arkadaşını görünce bunların bizim saatçiler olduğunu anladım.
“Niye taksi yollamadın ulan? Parasını ver taksinin.”
Adamımız önde biz arkamızda elimden tutarak takip ettik. Daha çok devlet yurduna benzeyen bir otele girdik; odada ikişerli iki ranza ve sarışın siyahiyle öteki saatçi vardı. Adamlarla İngilizce konuştu; kuzeni olduğumu, bugün geldiğimi, o yüzden bu gece onlarla ilgilenemeyeceğini ama yarın gece telafi edebileceklerini söyledi. Saatçilerden biri yanına oturdu, kolunu atıp arada okşayıp öpüyordu. Sarışın olan dışarı gidip bira ve yemek getirdi. Bira içtim, yemekten yemedim. İster istemez gerilmiştim; üç tane Afrika Aslanı, söylediğine göre benim yüzümden onlara bu gece seks hizmeti sunamayacağı bir kaçık, götiçi kadar bir oda, ranzalar; yaşasın bira! Sırayla mı yoksa ‘ya hep beraber ya hiçbirimiz!’ mi diyeceklerdi; kafamda deli sorular? Çat pat benle de laflamaya çalıştılar, gerçekten çok nazik ve anlayışlıydılar. İngilizce cevaplayınca sohbet koyulaştı; Bob Marley’den bahsedince bir tanesi lap topunu çıkarıp bir şarkısını açtı, Nelson Mandela, Festus Okey ve bunun gibi şeylerden bahsettik. On beş dakikayı epey geçirmiştik; benim dışımda herkesin keyfi yerindeydi. Sonra birden bir adam geldi, işletmeciymiş;
“Misafir kabul etmiyoruz, biliyorsunuz. Kusura bakmayın gitmenizi isticem.”
“Tamam lan kes, siktirtme misafirini, taksi çağır gidicez!”
Bu çıkışıyla sonunda demiştim, nihayet gidiyoruz. Yolda taksiciyle de kavga etti, küfür edip bira kutusunu da taksiye fırlatarak indi, adam sinirlendi ama kadın çirkefti; avazı çıktığı kadar bağırarak sövmeye devam etti, bereket taksici uymadı ve haliyle utandı ve gazladı. Elimi tutuyordu, daha doğrusu hiç bırakmıyordu, sakinleştirmeye çalıştım ama ben de sabrımın sınırlarındaydım. Abi ve yancı evde bizi bekliyorlardı.
“On beş dakka deyip gittiniz, nerde kaldınız? Telefonu da açmıyosunuz, bu çocuk benim kardeşim.”
“Bi şey olmadı işte sapasağlam getirdim kardeşini, bi hava aldık, geldik.”
Telefonuma baktım hakikaten yüzlerce kere aranmıştım sadece o da değil, çocuklar da bekliyordu beni ama telefonum sessizdeydi. Bipolar’la baş edemeyen Abi katil olmamak için gittiğini söyledi.
“Eyvallah abi” dedim kapıda.
“Kardeşim kusura bakma, bu karı deli. Artık siker misin yoksa sabaha mı bırakırsın bilmem?”
“Sen beni ma’fettin, eyvallah abi” dedim ama sinirlerim bozulmuştu, gülüyordum. Böyle durumlarda ben hep gülerim; doğrudur ‘izahı olmayan şeyin mizahı olur.’
Hemen ardından yancı da
“Geç oldu, hadi kalkalım biz de abla” dedi.
“Sen git, biz daha içicez” demesiyle birlikte; bir anlık yeşeren umudumu öldürerek görünmez kollar boğazımı daha sıkı kavradı. Yancı da gitti, kapının önünde baş başa kaldık, işte o zaman demişti:
“Üff, ben çok gerildim ya, hadi yatalım!”
“Yanlış anlama, sen çok hoş bi kadınsın, gurur duydum ama benim bi sevgilim var ve onu çok seviyorum, yapamam.”
“Siktir git, evlen o zaman.”
“Ben evliliğe prensip olarak karşıyım.”
Bir şey demedi, içeri gidip bir bira alıp oturdu, ben de öyle yaptım. Sonra bilgisayarın başına geldi yatağa oturup bilmediğim bir şarkı açtı, sonra gelip kucağıma oturdu. Eser miktarda dahi olsa ereksiyon göstermedim, elimdeki şişeyi sallayıp;
“Ama bu şekilde oturursak içemeyiz” dedim, kalktı. Ne olursa olsun kadınlara taparım; belli işte hastaydı, incitmek kalbini kırmak istemezdim. Ayrıca sevgilime hep “Mecbur kalırsam yatarım” derdim gülerdik ama elbette o kadar da değildi.
Baktı bende iş yok, biralar da bitti, sonunda gitmeye karar verdi. Anne ve babasını aradı, evi tarif etti; sonra biz indik, gelmişlerdi; işleri gerçekten zordu, aslına bakarsan hangimizin kolaydı ki annemin dediği gibi “Her insanın ayrı bir trajedisi vardır.” utandım insanlardan, yüzlerine bakamadım. Yolculadıktan sonra eve dönmek istemedim, aslında o eve bir daha adımı dahi atmak istemedim; Bün’ü aradım.
“Olm nerdesin lan sabahtan beri.”
“Rakı kaldı mı, gelince anlatırım.”
“Hadi bakalım gel, sana kadar rakı da kaldı, bira da var.”
“Sor bakalım Arjantin’e bi şey lâzım mı?”
“Lan, bi şey lâzım mı?”
Arkadan sesi geldi:
“Yok, her şey tamam, bi sen eksiksin dava. Hadi çabuk gel.”
“Duydun mu?”
“Duydum, eyvallah; ‘takarak aşkın kanadını yakında geleceğim.’”
Anlattım her şeyi içerken; iyi gelmişti üstüne içmek, rahatlamıştım; hem şaşkın gözler ve şok olmuş bir ifadeyle suratıma bakıp hem güldüler. “Ucuz yırtmışsın”, “geçmiş olsun” dediler.
Dedim “Tabi.”
Gece orda kaldım, sabah okula gidip derse girdim ancak hiç havamda değildim. Öte yandan da hocamızın davranışları tahmin edilemiyordu; dünyanın en nazik, en cana yakın en samimi insanıyken bir anda kafası atıp ağzınıza sıçabilirdi.
“Takıldığınız, anlamadığınız bi yer olursa çekinmeyin sorun, öğrenmeye bakın; bilmeden geçmeyin” derken; soru soranı “Bana soru sormayın, her şeyi benden beklemeyin, gidin araştırın bulun, öğrenin Allah Allah!” diyerek azarlayabilirdi. Bir seferlik dersine geç kalmış kapıyı çalma gafletinde bulunmuştum hatta daha ileri gidip kapıyı açmış ve kafamla selam vermiştim.
“Çık dışarı, girme.” diye kovmuştu beni, ben de arkadaşlarıma dönüp el sallayarak:
“Kolay gelsin” deyip Muhtarlık’a dönmüştüm, daha da dersine girmek kısmet olmadı ondan sonra.
Bilen bilir; sabahki derslere yetişemez, sonraki dersleri de okumaya veya sohbete daldığım için kaçırır ve bazen de vaktim olduğu halde tenezzül edip girmediğimden; sınavların çoğunu boykot ettiğimden ve dolayısıyla mesaimin büyük bir çoğunluğunu kantindeki aynı masada sürdürdüğümden ve okulda yıllanmaya başladığımdan ötürü muhtarlığımı ilan etmiş; özel günlerde anma, etkinlik ve eylem gibi işler için kullandığımız o masayı da makamım yapmıştım.
“Dostum, sen bakarken işeyemem ama.” dedikten sonra telaşla havalandırmayı gösterip, sessiz olmamı işaret ederek beni rahat bırakan adam gittiğinde gönül rahatlığıyla işerken bir film şeridi gibi geçivermişti bunlar; klozete bakarken gözlerimin önünden; işim bitince sifonu çektim, kayboluverdiler.
Ortak arkadaşlarımız vasıtasıyla tanışmıştık; diğer arkadaşları gibi neşeli, sevgi pıtırcığı değil; daha gerçekçi, tepkili ve aynı zamanda espriliydi. O da arkadaşları gibi görmüş geçirmiş ve her şeye rağmen yaşama sevincini yitirmemişti; onlardan bu anlamda ayrılan bir bakış açısı kazanmıştı sadece. Beni arayıp sohbet etmek için evine davet etti, seve seve kabul ettim.
Yalnız yaşıyordu ama suyu bulanmaya başlamış büyük bir akvaryumu vardı, ilginçtir büyük ekran televizyonunda yine o dizi: Muhteşem Yüzyıl vardı. Ne zaman yeni bir ortama girsem bu diziyi görünce bir acayiplik olduğuna dair bir işaretti ve öğrendiğime göre artık bitmişti; bu demek oluyordu ki hayat benim için eskisi kadar kolay olmayacaktı; yeni işaretlerle gelen yeni sürprizlere hazırlanmam biraz zaman alacaktı.
Yanımda getirdiğim bir buçuk litrelik ucuz şarapla kadehleri doldururken ben de sigara sarıyordum.
“Ot filan denedin mi hiç?”
“Tütün bu canım, satıcıya göre halis Adıyaman; ama tütün mü içiyorum yoksa at boku mu ben anlamam? Geçenlerde sokakta yürüyorum, uykulu ve dalgınım, acelem de var; herifin biri beni çevirip İngilizce bilip bilmediğimi sordu, ‘çat pat’ dedim ben de İngilizce olarak. ‘Dostum,’ dedi, ‘berbat bi haldeyim, bikaç yıl önce burda çalışıyodum, Hollanda’dan geldim ve tanıdığım kimse kalmamış. Tüttürmek istiyorum, Bob Marley tarzı, anlarsın ya?’, ‘Anlıyorum ama elimden bi şey gelmez, bol şans, kusura bakma.’ böyle dedim, bok vardı sanki; herif o kalabalığın içinden beni seçmiş, kendine yakın bulmuş, derdini açmış; ben ona ‘Bulamam ama birlikte arayabiliriz’ demek yerine yardımcı olamayacağımı söyledim. Belki kılık değiştirmiş bi melekti, belki hayatımın aşkıydı, bambaşka bi hayatım olabilirdi, elimin tersiyle ittim.”
“Belki de yoklama çeken bi sivildi.”
“Zannetmem, böyle iyi bi İngilizcesi olan kızıl saçlı bi herifin hiç işi yok da burda polislik mi yapacak?”
O yavaş içiyordu, kolayla karıştırmaya başlamış, kendine az bana ağzına kadar dolduruyordu, ben de götürüyordum; büyük bir baskı altında yaşayan özgürlüğü kısıtlanan müslümanlar gibi kapalı kapılar ardında her türlü sapıklığı yapması kadar doğaldı onun da sapıklık yapması ama yine de onlardan ayrışan tarafı; o baskıyı kendi üzerinde uygulamıyor; toplumun baskısını göğüslemeye çalışıyordu; demek istediğim yani, sarhoş edip benle sevişecek hali yoktu. Hem homofobi ‘ulan bunlar bizi sikmesin’ değil, ‘ya ben de istersem’ düşüncesinden ileri geliyordu; bütün bu baskıların ve nefretin aslında kendini inkâr etme yöntemi olarak çevreye yöneltilmesinden başka bir şey değildi.
“İşte böyleyiz, genelde yalnız yaşarız, sokağa bile çıkamayan tecrit edilmiş bir şekilde evine hapsolmuş arkadaşlarımız var. Çiçeklerimiz, hayvan dostlarımız var. Gizlenerek yaşamak zorunda olduğumuzdan toplumda çoğumuzu tanıyamazsınız ama kapalı kapılar ardında çok rahatız. Bambaşkayız.”
“Beni yanlış anlamanı istemem, ahkâm kesmek, böyle hariçten gazel okumak da ama söylemeden edemicem; lütfen bağışla; biliyorum çok büyük bi baskı altındasınız; şiddet, tecavüz, ölüm, şantaj daha neler neler?.. Ancak bu böyle gitmez, asla böyle bi şeyi kabul edemem. Siz ışık açıldığında dolabın altına saklanan hamamböcekleri gibi gizlenir, mücadele etmez ve kaçarsanız hiçbi şey değişmez; bedel ödemeden kazanamazsınız, öteki türlü de kaybediyorsunuz, ucuza gitmeyin bari, örgütlenin, mücadele edin.”
“Antalya’dayken bi ara takıldım bazı gruplarla, ama mücadeleye inanmıyorum. Hepimiz o tüfeği elimize alıp askere gittik ‘her şey vatan için’ diyerek. Ne baskılar, kötü muamelelere maruz kaldık, evde ayrı, sokakta ayrı. Ben yine şanslı olanlardanım, dediğim gibi sokağa çıkamayanlar, devam edemeyenler, intihar edenler var.”
“Devrimci bi dinamik olmadığınız düşünülüyor, kimin umrunda? Tek önemsediğim ve ciddiye aldığım ve bana göre diğerleri gibi sûni olmayan tek gerçek kimlik mücadelesi sizinki. Bu arada siz diyorum ama bu zamana kadar hiçbi kadına; kadın olduğu için aşık olmadım ve bundan sonra bir erkeğe olmayacağımı da kim bilebilir?”
“Her insan biseksüel doğar, bence denemelisin. Farklı olduğumuzu biliyorduk, televizyonda Zeki Müren’i görene kadar dünyada yalnız olduğumuzu sanıyorduk pek çoğumuz. Resimlerimi görmek ister misin?”
“Tabi.”
“Yanıma gel o zaman.”
Bilgisayarı kucağındaydı ve bana siyah bir gecelik ve sarı peruklu fotoğraflarını gösteriyordu.
“Nasıl, güzel mi götüm?”
“Evet, gayet biçimli.”
“Görmek ister misin?”
“Yanlış anlama, sen çok hoş birisin, gurur duydum ama benim bi sevgilim var ve onu çok seviyorum, yapamam.”
“İşte biz kızları bitiren de senin bu hallerin, keşke birlikte uyusaydık bu gece.”
“Olmaz, gitmem lâzım.”
“O zaman bi gece mutlaka gel, bi şey yapmicaz sadece uyuycaz.”
“Yapamam, bağışla.”
“Çok kötüyüm di mi?”
“Yoo, ne alakası var; benim aklımdan sevişmek geçmeden yattığım kadınlar da var, hatta çoğu sevişmeden daha keyifli ve eğlenceli sohbetler yaptığım. Bak dostum, sorun sende değil bende.”
“Bari bi sakso yapsaydım sana, ağzımla boşaltsaydım seni gitmeden.”
“Gerçekten teşekkür ederim, eksik olma, tuvalete gidebilir miyim, işemem lâzım da?”
“Tabi.”
Bana tuvaleti gösterdi, kapıyı kapadım ama gitmedi, açıp beni dikizlemeye başladı.
“Dostum, sen bakarken işeyemem ama.”
İçeri dönüp kalan şarabı da Pink Floyd’dan Echoes eşliğinde içtikten sonra eve döndüm. Giderken bana,
“Bu olanlar aramızda kalsın, kimseye anlatma” demişti,
“Merak etme,” dedim, “biliyorum, anlamazlar.”