1 Ağustos 2014 Cuma

DOSTLARIN ARASINDAYIZ


                “Ne sırıtıyon la?” dedi gülerek; daha önce grev çadırında sabahladığımız, sinema ve tiyatroya meraklı olduğu kadar iyi müzikten de anlayan; yakışıklı, karizmatik, güler yüzlü, insan halinden anlayan, kafa dengi olması da cabası olan; herkesin yapamayacağı şeyleri yapabilecek yaratıcı potansiyele ve fikirlere sahip ve bunun izlerini de zaman zaman bizimle paylaşmasıyla birlikte, -benim asla gösteremeyeceğim bir özveriyle- herkesin yapabileceği şeylere de sorumluluk duygusuyla ve en iyisini hep beraber yapabilmek için soyunmuş olan Tayfun.
                Tek o değil ki, ordaki herkes pırıl pırıl gençlerdi, alev alev insanlardı, ‘tanırım, iyi çocuklar’dı. Onlarla birlikte olmaktan, onların arasında, bir parçası olmaktan o kadar gururlu ve sevinçliydim ki anlatamam; bayram coşkusunu iliklerine kadar yaşıyordum, ‘dostların arasında’ idim, mutluydum, oradaydım, gülümsüyordum; yani yavşak gibi sırıtıyordum kısaca.
                “Gelmeden önce hap attım da,” dedim ki doğruydu da, etkisini ‘nasıl yadsıyayım?’

                Meseleyi tamamiyle kişiselleştirmiştim, biliyorum yanlıştı ama asla böyle bi şeyi kabul edemezdim. Afrika’daki açlığa, emek sömürüsüne, dışlanmaya, yok sayılmaya, ezilmeye, yalanlara, adaletsizliğe ve haksızlığa karşı mantıken kayıtsız olmamakla beraber; bir üzüntü hissetmezdim, yani bu yüzden hiç yataklara düşmedim veya uykusuz kalmamıştım ancak; şu son bir senedir artık bu olan bitene duygusal olarak da tepki vermeye başlamış, başbakan kadar olmasa da kendi çapımda çıldırmıştım. Gezi olaylarında ölenlerin hepsi kardeşimmiş gibi, benmişim gibi, anneleri annemmiş gibi gelmeye başlamıştı, elimde değildi. Bu kadar utanmaz, acımasız, fütursuz, gözü dönmüş ve bütün bunlara porno izleyip mastürbasyon yapıyormuş tepkisi veren insanlara; inandıklarını iddia ettikleri ve kutsal saydıkları her neyse ondan bir bok anlamamış gibi ‘kahraman’, ‘destan yazan’, sanki onların içinde bulundukları koşulların sorumlusu on beş yirmi yaşlarındaki o güzel insanlarmış gibi, sanki tek dertleri ‘türbanlı bacıları’ imiş gibi, biriken bütün öfkelerini, dışlanmışlıklarını, ezilmişliklerini, asla özgür düşünememiş, kendi değerlerini yaratamayıp birey olamamış oldukları, ‘az gelişmişlik içinde geri bırakılmışlık’larıyla birleştirip, bir intikam duygusuyla, güzel olan her şeye yöneltmişlerdi. Ağaçların altında içki içip sohbet eden birbirini seven insanların sevişmesinden neden bu kadar rahatsız oluyorlardı ki, bu insanlar bu zamana kadar ne yapmıştı onlara? Ezan okunurken müziği mi kısmadılar, bacaklarını mı indirmediler, Ramazan’da sigara mı içtiler, bayram namazına mı gelmediler, ‘camiye ayyakkabıyla’ mı girdiler, ‘türbanlı bacılarınızı’ mı ellediler, sizin desteklediğiniz partiye mi oy vermediler, sizin tuttuğunuz takımı mı tutmadılar, tarihin, anlıların, şehirlerin, doğanın, insanlığa dair güzel olan her şeyin içine edip, burdan servet sahibi olurken ağızları açık hayranlıkla ‘ama adamlar çalışıyo yea’ mı demediler, kendinden olmayan kimseye bir faydan yok ve hizmet zaten senin görevin ayrıca; ‘demokrasi çoğunluğun diktatörlüğü değildir’, bu doğa, bu çevre, bu tarih, bu insanlar senin babanın malı değil, öyle kafana göre takılamazsın mı dediler? Bu veya benzeri şeyler yüzünden mi ölmeyi hakettiler, dayağı, baskıyı, korkuyu, tehditi, şantajı, acıyı?
                Tek kişiyi bile yalnız bıraksam asla vicdanım rahat etmeyecekti, olmam yereken yere gitmeli, kaderim ‘asla yalnız yürümeyeceksin’ demek istediğim ve tanımadığım binlerce güzel insanla aynı olmalıyldı. Bunun için öncesinde günlerce okuldaki muhratlığımda insanlarla konuştum, onlara kendimi ifade etmeye çalıştım, onları dinledim anlamaya çalıştım ve gelmeleri için davet ettim. İnsanların korkularına saygı duyuyordum, bu insani bir durumdur ve bakınca gerçekten de geçerli sebepleri vardı; benim gibi düşünmeyen insanlara da saygı duyuyordum ama onların saygısızlığı, düşüncesizliği ve bencilliği bizim için ölümcül sonuçlar doğuruyordu ve işin kötüsü bundan zevk alıyorlardı, anlayamıyordum; biz hangi ara bu kadar yabancı, hatta daha kötüsü düşman olmuştuk, her gün yüz yüze bakan aynı sıralarda bekleyen, aynı arabalara binen, aynı okullara, işlere ve mekânlara giden birbirine komşu olan insanlardık. Selamımız, sabahımız, yemiş içmişliğimiz; o kadar mesaimiz vardı, aşk olsundu.
                Her neyse, sonunda işte o gün gelip çatmıştı, ustam Obi Van Şefim, padavanı Anakin Yancı beni evden almıştı ve arkadaşlarımızla birlikte Serhat Abi’nin öğüdünü tutup yola koyulmuştuk.
                Ben yeni tanıştığım daha genç bi yoldaşla oturmuştum, -bilen bilir- hazır yakalamışken rehin almak veya rehin olmak pahasına iki lafını belini kırmak isterdim lâkin, hareket halindeki bir arabanın içinde uzun süre uyanık kalamam; şehiriçi belediye otobüsleri de buna dahildir.
                Takılmaktan hoşlandığım, okul arkadaşlarımın yanı sıra; eylemden eyleme görüşebildiğim dostlarım ve ilk defa gördüğüm birkaç arkadaşla daha gelmiştik otogara. Servise bindik, bu defa hemşerim sayılır; Malkaralı Volkan’la oturmuş servisin hareket saatini bekliyorduk ancak; sabırsız yolculardan biri halinden hoşnutsuz bir şekilde “Hadi nerde bu şoför? Ne zaman gidicek bu araba? Doldu araba, neyi bekliyoruz?” sorularını art arda sıralayıp bizi güldürüyordu; belli ki acelesi vardı, ayıp olmasın diye kendimizi sıkıyorduk, bir yandan da tavırları ve konuşmasından çıkarımımız olarak birbirimize “Kesin Trakyalı bu adam” diyorduk. Volkan’ın da vakti zamanında bizim liseliyken bir meyhaneyi kapattırmamız gibi, bir kahveyi kapattırma hikayesi vardı ki, tadından yenmez. “Bastım imzayı,” demişti “polisler gelince.” on sekiz yaşından küçük olduğunu beyan eden tutanağa  ve bayram coşkusunu birlikte yaşayacağım için heyecanımın bir kat daha arttığı Eren’le bizi histerik çığlıklara boğup, saatlerce kahkahalarla güldürmüş, gözlerimizi yaşartmış, karnımıza ağrılar sokmuştu. Yolculardan biri “Bas kornaya gelsin şoför” deyince, bu fikir kafasına yattı ve birkaç sefer kornaya bastı, arada durup bakınıyor, söylenmeye ve korna çalmaya devam ediyordu. Bir süre sonra saatiyle birlikte şoför gelmişti.
                Taksim Metro İstasyonu’nda bizimkilerden ayrıldım. Çok önceden bayram için sözleştiğimiz Ağa’yla buluşmak için. Çocuklar Ortaköy’de bir eve doğru devam ettiler, ertesi sabah otobüs tutup gelecek ekibin dışında bir gece öncesinden gelen herkes orda toplanacakmış. Seneler önce de yine kutlamalara Nisan’ın otuzunda başlamıştık onunla. Hey yavrum hey, bir zamanlar Keşan’da...
                Tanışmamızı düşündüm, lise birdeydim, On Kasım etkinliği için dünyalar tatlısı Özlem Hoca benim de görev almamı istiyordu ama ben hem böyle şeyleri pek sevmediğimden ve özel olarak bir ilgi duymadığımdan oralı olmuyordum. Sonda herkes sahneye çıkıp ilkeleri sayıyordu, orda bana “Biz devrimciyiz” demeyi teklif etmişti, bu teklife ve canım hocamın ısrarlarına daha fazla dayanamayarak; “Benim daha çok hoşuma gider”diyerek kabul etmiştim. Provalar başlamıştı, o da ekipteydi, tanışmıyorduk ama daha çok ülkücü reisleri andıran; ağır abi, bitirim hallerini yadırgamış, kendi kendime “Özlem Hoca’nın elbette bir bildiği vardır ama ne işi var lan bunun burda?” diyor, istemsizce gözüm kayıyor, takılıyor, onu kesiyordum, gayri ihtiyari. O da beni fark etmişti, hapishane kuralları devreye girmişti artık, gözlerimizi kırpmaksızın dik dik bakmaya başlamıştık birbirimize, irade sınavıydı,iktidar meselesiydi, gözlerini ilk kaçıran ezik, kaybederdi; sonunda kafasıyla selam verdi, aynı şekilde karşılık verdim,
                “Bi durum mu var, ne bakıyosun?” dedi.
                “Yok,” dedim, “öylesine. Sen niye bakıyosun, bi şey mi oldu?”
                “Yok.”
                “İyi.”
                “İyi. Tanışalım mı?”
                “Tanışırız.”
                “Ben Gürkan.”
                “Memnun oldum, Murat Can.”
                “Ben de memnun oldum.”
                Kısa ve ve sert tonda, biraz kendinden emin, biraz da karşısındakini tartan şekilde ilerleyen ilk konuşmamız provaya başlamak için bakışlarımızı mecburen ama sanki sözleşmiş gibi aynı anda duraksamadan çevirmemizle sona ermişti. Birbirimiz hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu, bu yüzden bir dostluğumuz olmadığı gibi düşmanlığımız da olamazdı ama nerden çıkmıştık birbirimizin karşısına, ikimizin de kafası karışıktı, çözemiyorduk, ne ayaktı karşımızdaki? Bu durum Ağa’nın, “Hocam, ‘biz devrimciyiz’i ben söyleyebilir miyim?” demesine kadar devam etti. Şaşkınlıkla ona bakıyordum, öğretmenimiz; malesef, beni orasıyla kandırdığını ona söyleyince şaşkınlık ona da geçti, bana baktı, o zaman gülümseyerek kafa selamını tekrarladık, arada birbirimizin yanına gelip yılların yetmeyeceği sohbete başladık. Bu arada o son kısmı da beraber söyledik.
                Bir keresinde de mesaimizin büyük bölümünü öldürdüğümüz kafede otururken ‘Fight Club’ yapmayı teklif etmişti, birer defa birbirimize vuracaktık ama ilk yumruğa ikimiz de yanaşamıyorduk, her ne kadar gönüllü de olsak gönlümüz el vermiyordu işte, “O zaman yazı, tura atalım” dedi, kabul ettim ve “Tura” dedim, yazı geldi ve sol gözümün altına bir sağ direk oturttu, bekliyordum ama sendeledim, hatta bir iki adım geriye gittim, gözlerim yaşardı, hâlâ yüzümdedir hatırası. Ben de ona bir sol çaktım sonra, bu kadardı ve rahatlamıştık da.
                Onun dediği durakta metrodan indim, onun dediği duraktan dolmuşa bindim ve dediği yerde inip, söylediği sokaktan girip, söylediği yerlerden dönüp yoluma devam ettim, sonunda beni karşıladı ve dedi ki:
                “Hiç merak etme, şimdi misafiriz. Abiler güzel abiler, sonra bize gidicez.”
                “Tamam” diyerek peşine takıldım. Beyaz yaka olmuştu, okulunu bitirip ve beni de iki dirhem bir çekirdek karşılamıştı ve kıyafetleri gerçekten yakışmıştı, resmen yakıyordu ortalığı. İki katlı bir binaya girdik, birinci kattaki daire kapısından geçerken alarm çaldı ama umursamaksızın devam ettik, çatı katına geldik. Kapı oda kapısıydı, şu tahta olup kilidi uyduruk olanlardan, Ağa’ya bakıp ben de botlarımı çıkardım, içeri girdik. Giriş, ışığı yanık mutfağa açılıyordu ve içerdeki karanlık odada oturuyordu insanlar. Televizyon kapının solundaydı, hemen önümdeki çekyatta biri, karşımdaki tekli koltuğun yanında başka biri ortada çaydanlığın olduğu sehpanın öteki köşesindeki teklide bir başkası vardı, boş koltuğa yöneldim selam vererek. Televizyon açıktı ve Muhteşem Yüzyıl vardı, bu absürd ortamı yadırgadım görünce, solumdaki televizyonun aydınlattığı çekyatın arkasındaki duvardaysa Birgün küpürleri vardı.
                Hoşbeş edip kendimi tanıttıktan sonra, Ağa
                “Sen nereliydin be?” dedi.
                “Keşan.” dedim.
                “Yok, aslen?”
                “Giresun, Erzincan ortak yapımı.”
                Ağa’nın yanına oturduğu çekyattaki kır saçlı abi:
                “Giresun mu, neresinden?” diye sordu.
                “Yağlıdere” diye yanıtladım.
                “Vay amına koyim,” dedi, akraba çıkmışız gibi şaşkınlık ve heyecanla ve “hiç gitmedim, hiç bilmem.” diye ekledi, hoşuma gitmişti, kanım kaynadı, sonra devam etti:
                “Senin bu arkadaşın senin için; bu gerizekâlı, bulamaz, buraların da yabancısı dedi ama benim dediğim gibi evi çok kolay buldun.”
                “Doğru,” dedim, “hem buraların yabancısıyım, hem de göründüğümden daha salağım, beni yanlış tanımanızı istemem.”
                Ağa, “bizi birbirimize düşüremezsin abi” diyerek araya girdi.
                O esnada ben de  sırt çantamdan tütün torbamı çıkarıp sarmaya yeltenmiştim ki, Ağa:
                “Duman alıyo musun?” diye sordu.
                “Tabi,” dedim “denk gelirse neden olmasın?”
                “Yok,” dedi, kafasıyla yanımı işaret ederek “şimdi?”
                Baktım sağımdaki teklideki abi sarmış cigarayı yakmaya hazırlanıyordu.
                “Asla böyle bi şeyi kabul edemem,” dedim, “benim daha çok hoşuma gider.”
                “Yalnız dikkat et,” dedi Ağa, “örgüt cigarası bu Kuzey Irak’tan, ona göre.”
                Dışımdan bir şey demedim ama içimden, “Bana bunlarla geliniz” dedim.
                Katıksız bir ateistim ama tüm enayiliklerimi, saflıklarımı ve aptallıklarımı çıkarırsanız şanslı da bir adam sayılabilirim, belki biraz zorlasanız; iyi olacak hastanın, doktor ayağına gelirdi ve benim güneş girmeyen evime resmen doktor girmişti. İnkâr edemem, her ne kadar Ağa sağlam adam olsa ve belli ki bu tekkede sürekli takılır olsa da bir nebze tedirgin olmuştum, örgüt evi gibiydi ve televizyonda Muhteşem Yüzyıl oynuyordu, sanki her şey; ‘Tebrik değildir, tevkiftir o.’ demek için hazırdı ve tarih 30 Nisan’dı.
                İlk nefesle birlikte, üzerimdeki gerginlik yerini gömüldüğüm kolktuğa yayılmamla gevşeyip rahatlamaya bırakmıştı, gülümsüyordum. Dostum, bu mal gerçekten bir harikaydı. Sağdan sola devrederken, devraldığım abi sakin bir tonla, yumuşak ve yavaşça: “Küllükle birlikte uzat.” dedi, “Pardon,” diyerek küllüğü de ilettim.
                “Ne kızıyosun lan çocuğa? Ne var yani küllüğü uzatmadıysa? Boşver sen önemli değil, bakma buna, rahat ol, kafana göre takıl.”
                Sağımdaki abinin bana kızdığı yoktu elbette, solumdaki abinin de sert görünen tavrının, aslında –bazı adamlar gerçekten böyledir- ‘on numara’ sohbeti olduğuna delalet ettiğini ve belki de Tiroid hastası olabileceğini düşündüm; alakalı, alakasız başka şeyler de düşündüm tabii. Önce bacağımın sol tarafında bi hareketlenme hissettim gibime geldi birkaç defa ama itibar etmedim, “Olur öyle bazen” dedim, kendi kendime. Daha sonra bacağımdaki titreşimler uzamaya ve sıklaşmaya başladı, “Hayırdır inşallah” dedikten sonra birden telefonumu hatırladım. Onlarca arama ve yüzlerce saldırgan, tehdit ve düşmanlık dolu mesajla karşılaştım, okumadım tabii hepsini ama içeriğini anlamak için şöyle bir gözünün değmesi yeterdi. Akşam akşam nerden çıkmıştı şimdi yırtık dondan çıkar gibi bu arsız bencillik. Ben buraya 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkabilmek için gelmişim, işi gücü bırakıp senle mi uğraşacaktım. Heyecanlıydım, mutluydum, rahattım ve kaliteli ot içiyordum. Sanki benim gibi kendi halinde, gariban insanlara dünyayı dar etmek için gizli bir örgüt kurulmuştu da, üyeleri her yerdeydi; bu koşullar altında başka türlü düşünmek düpedüz paranoyaklık olurdu. Ben onlarla hem başa çıkamazdım hem de kim uğraşacak onla? Yakalarına yapışıp, “Sizi ve gizli amacınızı biliyorum. Hepinizin ipliğini pazara çıkarıcam. Ne istiyosunuz ulan bizden?” diyemiyordum ama bazen gerçekten çıldırıyordum. Kendilerinden başka hiçbir şeyi umursamayan, sevemeyen, empati yeteneğinden yoksun, kendi doyum ve çıkarları için bütün dünyayı en çirkin yalanlar ve en ucuz numaralarla seferber edip, insanları teyakkuza geçirmekten çekinmeyen, hasta ruhlu, bencil pisliklerdi. Gerçek insandılar, istediklerini elde etmeden bırakmaz kazanmak için ellerinden geleni artlarına koymaz, utanmaz, tereddüt bile etmez; sesleri titremeyen, gözlerini kaçırmayan, serin kanlı gerçek insanlar. Mebus olabilir, vekil olabilir; hatta reisicumhur olabilirlerdi ama tahta bir kukla olamazlardı. Onlar Pinokyo’nun yalancı tarafıydı, bense hayatımı kazanmak ve kaybetmek prensipleri üzerine kurmamıştım ve gerçek insanlardan ziyade insan gerçekleriyle ilgiliydim.
                Telefonun titreşimini de kapatıp cebime koydum. Uzun zamandır görüşmemiş de olsak, konuşmadan anlaşabilecek kadar yakındık hâlâ Ağa’yla. “Ne oldu?” der gibi baktı bana ya da ben öyle zannettim. Mimiklerimle “Siktir et” der gibi yapmaya çalışırken anlatmaya başladım:
                “Geçenlerde sevgilimin sevgilisiyle tanıştım, ben değilmişim, şaşırdım.”
                Kısa bir sessizlik oldu sonra Ağa bir anlam veremediğini belirten küçük jestler ve şaşkınlık bildiren bir şekilde “Nası be?” diyerek sessizliği bozdu.
                “Adam dedi ki,” dedim, “’benim sevgilimi neden arıyosun?’ ben de ona kardeşim ben senin sevgilini niye ariyim, kendi sevgilimi arıyorum dedim. Sonra geldi tanıştık, içtik. Dönebileceği bi saat değildi, kalacak bi yeri de yoktu; eve de götüremezdim, annemlere ne diyecektim, sokakta bırakacak halim de yoktu. Sonra sizden iyi olmasın bi arkadaşlara gittik (Bün), ben içkinin biraz fazla bokunu çıkarmışım, üstüme başıma filan kustum -hatta, sabah annem gösterdi, ekmek almak için gidecektim, ıslak mendille sildim, öyle giydim pantulu- duramıyorum bi de; ben eve gidiyorum diyerek çıktım, eve gittim.”
                O gece Tayfun da o mekana gelmiş, arkadaşlarıyla alt kattaymış, beni o halde görünce şefkatle yanıma gelip yardımcı olmaya çalışmış, hal hatır sormuş, “Her zamankinden.” demiştim ona, hatta koluma girmişti de gerek olmadığını böyle hiç yürüyemeyeceğimi söylemiştim. O da beni ve gerçekten yardımına ihtiyaç duysam ondan çekinmeyeceğimi bildiğinden, biraz beni oturtup, karşıma oturduktan sonra rahat bırakmıştı beni.
                “Boşver” dedi, Ağa’yla aramızdaki hemşeri çıkmayan sert mizaçlı abi, “hiç böyle bi şey olmamış gibi yap, sen terk etmişsin gibi düşün.” Ağa’nın sorusu üzerine sonradan söylediği ve benim de öğrendiğime göre; bilmem kaç tane ayrıldığı karısı ve bilmem kaç tane görüşmediği çocuğu varmış, kendi bildiği. Sayıları anımsayamadım ama beşten fazla olduklarına eminim.
                Dedim, “İkiyüzlülük bir burjuva alışkanlığıdır, asla böyle bi şeyi kabul edemem. Böyle insanlar da varmış işte, hepsi mecliste değil, büyük bi kısmı da aramızda. Baştan üzüldüm tabi ama abartılacak bi tarafı yok; tarih, sıradan insanların trajedileriyle dolu ama resmi kitaplarda yazmaz; uzunca bi süre kesintisiz alkol tedavisi yaptım, hatta evlere gidip içki var mı diye filan sordum. Şimdi iyiyim, saygı Ercümen Çözer için neyse dürüstlük de benim için odur. Buraya bunları konuşmak için gelmedim, 1 Mayıs’ta Taksim’e yürümek için geldim.”
                “Altı ay ömrüm kalmış” dedi, “bugün doktordan geldim amına koyim, doktor da arkadaşım; dedim ne yap et beni bayrama hazırla.” ‘İğneyle oynayacaktı’ yani, ertesi gün Adanademir formasını giymiş olduğunu görmem ona olan saygımı bir kat daha arttırmıştı.
                Sağımdaki:
                “Sigara sende miydi, bende mi?”
                Baktım küllükte duruyordu, ortamızdaydı.
                “Sendedir abi o zaman” dedim.
                “Oo, sıralar karışmaya başladıysa iyidir” dedi Ağa, gülerek.
                Adanademirli: “Hiç Bukowski okudun mu?” dedi,
                “Ben tanrıya değil, Bukowski’ye inanırım.”
                “Ben bütün kitaplarını okudum, eski evde kaldı ama kitaplar. Bi de Olric vardı bi aralar, o nerdeydi?”
                “Oğuz Atay,” dedim, “Tutunamayanlar.”
                “Evet,” dedi sağdaki “Oğuz Atay, Tutunamayanlar.”
                Birinciyi bitirip ikinciye geçtik, Adanademirli Abi, “Size bi sürprizim var.” dedi, “bundan sonra.”
                Sol serçe parmağım özerkliğini ilan edip, kendi kendine açılıp titremeye başlayınca bunun gerçekten ‘örgüt cigarası’ olduğunu anladım, kendi kendime halaylara karışıyordum az daha. Neyse ki bu faslı halay çekmeden tamamlayabilmiştim lâkin parmağım “mücadeleye devam” diyordu. Doktor; “iyi beslen, ne bulursan ye, sigara içme” demiş bizimkine, o da manda yoğurdu ve reçel almış; sürpriz buymuş. Nevaleyi almak için Ağa gitmişti içeri; ilk önce reçel diye ne zamandan kaldığı belirsiz kâseye kırılıp katılaşmış yumurtayı getirmiş sonra onu götürüp reçeli bulup getirmişti. Sofra kuruldu, onlar yumuldu, bana da “ye” dediler ama ben yemek değil halay çekmek istediğimden; “Teşekkür ederim” dedim, “istersem alırım merak etmeyin.”
                Sofra toplanıp, bulaşıklar da yıkandıktan sonra, hem hasta abiyi fazla rahatsız etmemek hem de sabah erkenden kalkacağımız için sağdaki abi ile Ağa, Adanademirli’nin “kalın” ısrarlarına rağmen ordan ayrıldık. Kapıda öteki köşede oturup, hiç konuşmayan bizi geçiren abiye alarmı sordu Ağa,
                “Valla,” dedi, “buraya elektrik bağladığımızdan beri inip çıkarken ötüyo hep.”
                Abi, Ağa’nın özel isteği üzerine; son ses Azer Bülbül’den Bu Gece Karakolluk Olabilirim parçası eşliğinde arabasıyla bizi eve bıraktı. Evi güzeldi; giriş katı, geniş bir salon, ve yine yataklar bulunan iki odadan oluşuyordu, daha güzeli mutfak bahçeye açılıyordu, yeşil sayılabilecek bir muhitte tutmuştu evi, çok beğenmiştim. “İşte böyle” dedi,’ Behzat Ç sehpası’ bile vardı adamın daha ne olsundu?
                “İçki var mı?” dedim.
                “Du bakalım,” dedi, “senin kısmetine ne zamandan bi dublelik Ouzo kalmış olabilir.”
                İçeri gitti ve yaşasın ki eli boş dönmedi.
                “Al,” dedi, “uykuluk olur sana.”
                “Eyvallah.”
                Bir cigara daha sardı, onu da ikimiz döndük Ouzo’yu çektim, yataklara çekildik. Sonra bizim ordan buraya bisikletle gelme fikri olan; hayatımda tanıdığım en kafası güzel barmen, gerçek bir rock’n roll savaşçısı, uzun gecelerin bitmeyen sohbetleri, bazı maceraları ve en çok da gülüşyle bilinen şu çılgın adamı yani Tayyar’ı bir aradım, merak etmiştim, çünkü bana hiç de akıl kârı gelmeyen bu işi yapacağından zerre şüphem yoktu.
                “Silivri’ye geldim moruk, yalnız hava çok soğuk.” dedi. Tekrar haberleşmek üzere birkaç saat sonra tekrar arayacağımı söyledim ama sızmışım; telaşla uyandım, saate baktım; iyi denk gelmişti, tam zamanı, aradım tekrar. Soğuğa dayanamamış ve geceleyecek bir yer bulamamış olduğundan geri dönmüş.
                “Olsun,” dedim, “önemli olan varmak değil, yolun kendisidir. Zaten saatlerce pedal çevirdikten sonra o kargaşa da çok zor olurdu senin için, bence iyi oldu, biz buralardayız, aklın kalmasın, merak etme.”
                Sabah odama gelip beni uyandırdı, dün gece sözleştiğimizden bir saat erkendi, işemek ve elimi yüzümü yıkamak için banyoya gittim, döndüğümde salonda oturmuş bir tane daha sarıyordu, bana:
                “N’olur, n’olmaz dayı; bi şey olur, kapsül, mapsül gelir; ben son cigaramı, içmeden gitmem.”
                O güne özel botlarımı bağladım, pratik olmaz diye tütünü evde bıraktım; dün geceki akciğer hastası, bu yüzden sayılı günleri kalmış ve sigarayı bırakmış abi ve dev flamasını yanında getirmiş, bir başka eski tüfek abiyle minibüse atlayıp “gittiği yere kadar” diyerek, sigaradan daha zararlı biber gazına doğru yola koyulduk. Adanademirli abi, minibüste küçük çapta bir nefret ve düşmanlıkla dolu konuşmasını yapan birine ağzının payını verdi, herif dolmuştan indi.
                Aynasızlar girişi tutmuş, insanlara çantalarını açtırıp; flama, pankart, maske vb. şeyleri  topluyordu, Bayraklı abi, “Ben burdan geçemem” dedi ve EMO’ya doğru saptı, biz elimizi kolumuzu sallaya sallaya ve aynasızlarla kesişerek girdik, Hüseyin Aygün de yanında birkaç kişiyle hemen arkamızdan girdi, biz sonra geri döndük Bayraklı’nın yanına. EMO’nun önünde maskelerini takıp Beşiktaş’a girmeye niyetlenen Spartalılar’ın arasından geçerek çarşıya indik. Bangır bangır Eyvallah çalıyordu Duman’dan; sakin ve sessiz sokaklarda ve insanlar birikiyordu, son hazırlıklarını yapıyorlardı, acayip gaza gelmiştim, dün geceyi hatırlayarak sol elimin serçe parmağına baktım; onun da içi içine sığmıyor, kasılarak titriyordu.
                Bir kahvaltıcıya girdik, “İşte,” dedi Adanademirli, “sana bahsettiğim, seni tanıştıracağım adam bu, hiç takılmıyosun ki bizle.”
                “Abi biliyosun, sizden kimseyle takılmıyorum ben,” dedi Ağa.
                Bahsettiği adam dükkanın sahibiymiş, birkaç yıl bankacılık yaptıktan sonra ayrılıp ikramiyesinin yarısıyla eşiyle birlikte dünya turuna çıkıp, diğer yarısıyla da bu dükkanı açmış, partililerden hesap almaz ayrıca partinin masraflarının da bir bölümünü kendi karşılarmış. “Bi şey olursa buraya gelirsiniz, arkadaşlarınıza da söyleyin, burası buluşma noktanız olsun.” dedi. Bir masaya oturduk, kesinlikle açlık hissettiğim şeyler arasında değildi, ben de iki bardak çay içtim. Kartal’a gittik, ufak ufak gruplar toplanıyordu, kalabalığın artmasına rağmen gürültü yoktu, işi olmayan tek bir kişi bile dışarda değildi, bir grup tek tip giyinmiş Cepheli taş kırmaya başlamıştı bile, ‘şarapnel parçaları’ saplanmasın diye ‘ciğerimize’ kenara çekildik, o sırada Ağa yanındaki ottan bahsetti abiye. Abi bizi bir ara sokağa çekti, orda oturduk, ben içmedim. Şakayla karışık, “Dikkat et, cepheliler görmesin,” dedi.
                Çarşı toplanmış, alkışlar ve marşlar eşliğinde kutlamalara başlamıştı, daha kalabalık olmalarını isterdim ama adamlar yine de harikaydı. Kara bayraklılar da ordaydı, Ağa’ya:
                “Anarşik bunlar Ağa, kedi kesiyolarmış ” dedim.
                “Birbirini sikiyomuş dayı bunlar, bizi de sikmesinler, kaçalım.” dedi, güldük, keyfimiz yerindeydi ve ortam gerçekten güzeldi.
                 Bizim çocukları bulmak üzere Ağalar’dan ayrıldım.En az daha önce bahsettiğim kadar sevdiğim bizim bölümden olan diğer Tayfun’u gördüm önce, bizimkilerin yerini tarif etti, yanlarına gittim. Abbasağa Parkı’nın kenarındaydılar; bizim okulu bırakıp başkasına giden uzun zamandır görmediğim -her şeyden önce Adanalı- Mete’yi gördüğüme o kadar sevindim ki; ayaküstü biraz da olsa laflamak, bayramlaşmak keyifliydi, neşeli görünüyordu, ben zaten iki gündür devam ediyordum sırıtmaya. İşte Canan; Şefim’in sevgilisi, o da gelmişti, yanlarına gittim. Olması gereken herkes oradaydı işte, isteyip de gelemeyenler için üzüldüm, bizim Eren yoktu yalnız piyasada; gitar çalışınaına ve sesine en az şaka anlayışı ve zekası kadar hayranlık duyduğum, harika yazılar yazan Yağız’ı yakaladım, ona sordum. Hastalanmış, “Bırak şimdi,” dedim gülerek, “olur be, kesin öyledir.”, o da güldü. Gerçekten hastalanmamış olsa geleceğinden zerre şüphe duymuyordum ama muhabbet çıkmıştı bize de.
                Beklemekten sıkılmaya başlamıştık ufaktan, ‘ee oturmağa mı geldik’ sonuçta? Parkın içine doğru yürümeye başladık Yağız’la; Canan’ın verdiği Vicks’ten biraz sürmüştüm burnuma, ordaki seyyar tezgahtan da baret almıştım ama henüz takmamıştım, elimdeydi. Parkta ilerledikçe gözlerimiz tatlı tatlı yanmaya başlamıştı, “Gel dönelim,” dedim, “Nasıl olsa hepimize yetecek kadar gaz var, haybeye ağlamayalım burda.” Bizi araya alacaklardı, hareket yoktu, kitlenin gerçekten sıkıştırılma ihtimali vardı, bana öyle geliyordu ama durduk yere ortalığı velveleye vermenin de bir alemi yoktu derken; parkın içinden  yola doğru yardırmaya başladık; barikat için yolda bırakılan tahta, kalas lavabo, koltuk benzeri şeylerden alıp yola indik, biraz ilerledik de hatta, “Ulan,” dedim, “yoksa?” Yağız’ın verdiği Talcid’i emip yavaş yavaş ilerlerken birden buram buram gaz tütmeye başladı; yağmurlu demişti meteoroloji ama malesef günlük güneşlik, tam bir bayram havası vardı, bu da bizim işimize gelmiyordu. Önce daha da yavaşlamaya, duraklamaya, daha sonra yerimizi korumaya çalışarak ufak ufak gerilemeye başlamıştık ama yolu bırakmamıştık. Gaz acayip yoğunlaştı, elimdeki sigaradan bir şey anlamaz olmuş öksürüğe tutulmuş ve iki gözüm iki çeşme bir vaziyetteyken imdadıma Talcidman Feyzo yetişti. Kırklareli’yi kazanmıştı, çok istediğimiz halde oturup iki duble bir şey içmek henüz kısmet olmamıştı ama sözümüz sözdü; ölmeden önce dünya gözüyle yapılacaklar listesi diye bir şey yapsaydım, kesinlikle üst sıralarda olurdu.
                “Sağ gözüme biraz daha sık,” dedim, ama ikisini de açamıyordum, o biraz daha fazla yanıyordu, sonra körlemesine ilerlemeye başladım bir yandan da bağırarak küfürler saydırıyordum, sonra biri beni durdurup gözlerime biraz daha Talcid sıktı, iyi gelmişti, gözlerimi açabiliyordum artık; hatuna teşekkür ettim, “önemli değil” dedi gülümseyerek ve yoluna devam etti, ben de bizimkilerin yanına döndüm.Betül, “olm daha önce gaz yemedin mi?” dedi, bir sigara daha yaktım, her ihtimale karşı iki paket almıştım, büyük bir ihmalkârlıkla cep viskimi unuttuğuma üzüldüm. Daha sonra önlü arkalı iki taraftan TOMA, zarbolar ve gazları bize doğru ilerlemeye başladı, geri dönmek zorunda kaldık, tek tük hafif yaralananlar vardı ama gerçeği isterseniz hafifi bile bildiğiniz hafif yaralanmalarla kıyaslanamazdı; başından, bacağından ve kasığından yaralanan insanlar gördüm; parka çıktığımızda aramıza düşen bir iki kapsül de. Geldiğimiz yere dönmüştük ama aynasızlar da peşimizdeydi, çarşıya yönelmek zorundaydık, bizi kıstırmışlardı, o ara Ağa’yla tekrar buluştuk, yanımdaki Yağız ve Volkan’la tanıştılar, tam bir tanışma olmasa da. Çarşıya inerken epeydir görmediğim tanıdık birkaç yüzle daha selamlaşma imkanım olmuştu. Biz soğuk kanlı bir şekilde geri çekilirken önümdeki bir kız tökezledi, hemen birkaç kişi tutup düşmesine mani olduk, teşekkür edip uzaklaştı, o kadar hızlıydı ki her şey; ne kızı ne yardım eden diğer insanları bir daha görsek anımsayacak halde değildik. “Arkadaşlar, telaş yok; ağır ağır” derken bir baktık en arkadayız. Orda Yağız, bizim bölümdeki ‘Güney’li Tayfun, Volkan ve malesef henüz tanışma imkanı bulamadığım bizim okuldan bir kız; bir grup insanla birlikte ayrı tarafa dönmüştük Ağalar’la. Ara sokaklarda ilerlemeye başladık, sonra Selim’i gördük. Selim; gözü kara, Kürtlük’ünden utanmadığı gibi bu koşullar altında bence haklı olarak bundan gurur duyan ama ulusal mücadeleyi inkâr etmeksizin sınıf mücadelesini tercih etmiş, güler yüzlü, bir o kadar da yakışıklı ve benim de çok sevdiğim bir çocuktu, bizim okuldan geçen sene mezun olmuştu.
                Bir baktık Nişantaşı’ndayız, Tayfun bizimkilerle irtibat kurdu, sonra sora sora bizim çocuklarla toplanmak üzere, Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nin karşısındaki parkı bulduk. Elif’e Eren için “Geçmiş olsun” dedim, o da benim gibi kalacaktı, bizimkiler geri döneceklerdi, bir taksi durdu ben de onunla binecektim ama yer olmadığından binmedim, bizimle gelen Tayfun da atladı; duran, tanımadığı bir hatunun arabasına; bizimkiler dörder, dörder taksilere binip ayrıldı; ben de onlara: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” dedim. Biraz oturup dinlendikten sonra hiç bilmediğim halde ara sokaklardan çarşıya girmeyi zorladım ama polisler kapatmıştı, giremeyip geri dönüyordum. Arada Işıl ve Ağa’yla haberleşiyorduk, sonunda bir aralık bulup kendimi çarşıya atabilmiştim.
                Ağa, kahvaltıcının sokağında içtiklerini söylemişti, ben Işıl’la Kartal’ın önünde buluşacaktım. Beni görünce kollarını açarak gülümsedi, ben de öyle, birbirimize doğru yürüyüp sarıldık; “Kaç yıl oldu saymadım?” dedim. Gerçekten yıllar olmuştu, Tolga’yı bile bir senedir doğru düzgün görmediysem onu görmemem normal sayılabilirdi lâkin kabul edilemezdi. Çok hoş bir kızdı Işıl, adı gibi. Canım benim, hem düzgün ve orantılı vücudu hem de sıcacık gülümsemesiyle daha da güzelleşen yüzü; o kadar fazla muhabbet etme imkanımız olmamıştı ama emin olacak kadar tanıyordum; muhteşem bir insandı, davranışları bütün o lanet olası ikiyüzlü yapmacıklıklardan uzak ve cana yakındı. Yani erkek tarafında olan biri; kolaylıkla taraf değiştirip, kız tarafına geçebilirdi ama söz konusu Tolga ise kız tarafına geçmek benim için olanaksızdı. Liseden beri birlikteydiler, birbirlerine gerçekten yakışan, internette onların paylaştığı resimleri görünce gerçekten beğendiğim ve yüzümü güldüren insanlardı bunlar. Bunca yıl insanların birbirine tahammül edip geçinebilmesi zordur, iç işlerini bilmemekle birlikte bu insanları ayrı ayrı ve birlikte çok beğenip, onlara hayranlık duyardım, hâlâ da öyledir benim için. Birini görünce diğerini anımsamamak imkansızdır benim için ve ondan bahsetmemek. Ben böyle güzel insanların; birbirlerinin hayatlarını zenginleştirdiği gönüllü birlikteliklere inanırım, bu iki kişilik örgütler bana “başka bir dünya mümkün” der ve sonra da ekler, “artık kendini kandırma.” Ben de onlara, “Doğru kadın yoktur, az votka vardır.” derim, “Alkol sizin dostunuzdur.” derim, “Ben gerçek dünyaya ve sahibi olan gerçek insanlarla uyumlu değilim, gerçek kadınlara uygun değilim, sorun sizde değil bende.” derim, sonra da “Saçmalıyorsunuz, sanırım sizin içkiniz bitmiş.”
                Ağalar’ın yanına gittik, kahvaltıcıda Bandista çalıyor ve “Suçludur her aynasız, her günahkâr bir aziz” diyordu, Rolling Stones’un Symphaty For The Devil’inin uyarlamasında ki; bu arada, kendileri en sevdiğim gruplardan biridir ve doğrudur da A.C.A.B.! Biz de bira alıp içmeye başladık, herkes Keşanlı’ymış, zaten barizdi bakınca. Bizim sokağa dumanlar gelmeye başladı, yavaştan kahvaltıcıya doğru hareketlenmeye başlamıştık ki birisi: “Keşanlılar dönsün!” deyince ellerinde şişelerle yirmi kişi gülerek durduk, gitmedik; Işıl çantasından bana bir şal verdi ağzımı kapattım; sonra da unuttum bende kaldı ama yıkadık, bekliyorum geri vermeyi çünkü ben; maddeye mana yükleme taraftarı değilim, hatıralarımı hafızamda taşırım ve nereye gitsem benimledir onlar; eğer olur da unutursam, bu; onların ya o kadar da abartılacak bir şey olmadığını ya da beynimde kalan birkaç hücremin de ölmeye başladığını gösterir. Arkadan da gazlanınca dükkanın içine üst kata çıktık, camları kapatıp beklerken dükkanın sahibini gözaltına almışlar. Daha sonra Işıl, ben ve Ağa içmeye gitmek üzere hemşerilerimizden ayrıldık.
                Çarşıdan çıktık, bir dolmuşa binip Taksim’e gitmeye karar vermiştik ancak, bize; Taksim’in hâlâ kapalı olduğunu söylediler. Zarbolar yanımızdan geçip bir sokağı kesmek için ilerliyorlardı, ortalıkta bizden çok onlar vardı; geçenlerden birinin bana baktığını fark ettim; tüysüz, yürüyor ama gözlerini dikmiş benden ayırmıyor, ben de ona baktım ama suratı tanıdık gelmedi, bilemedim neden bu denli uzun baktığını; Işıl da fark etmiş, “Amma kesiştiniz ha” demişti. Tekrar içeri girmeye karar verdik biz de, kapatmakta oldukları sokaktan, “Abim, orası kapalı!” diye arkamızdan gülerek seslendi Işıl, ona diyen polisi taklit ediyordu, biz de güldük, başka bir sokaktan girdik, bir mekâna oturup biralarımızı söyledik. Çok geçmeden Ağa’nın telefonu çaldı, bir sakıncası olup olmadığını sorduktan sonra olduğumuz yeri söyledi, az evvel ayrıldığımız hemşerilerimize. Sanırım ikinci biraya geçerken bir anda beş masa Keşanlı olmuştuk mekânda; bağırarak konuşuyor, yüksek sesle gülüyor ve yan masalara salça olup laf atarak memleketimizin şanına yaraşır bir şekilde doğal davranıyorduk. Işıl’ın diksiyonu acayip düzgündü, o bizim gibi konuşamıyordu; ilk zamanlarda ben de kötü bir karikatürü gibi konuşabiliyordum Keşanlılar’ın ama zamanla işin felsefesini kapmış, konuşmayı sökmüştüm. Adanademirli abi de bizleydi, tuvalet sırasında önümde beklerken ona:
                “Dün gece sorduğunda kafayı toparlayıp cevap veremedim abi kusura bakma ama şimdi söyleyim; bana kalırsa solun zaman zaman denediği ve bir türlü hayata geçiremediği cephe muhabbetleri fikir olarak çok doğru ve gerekli olmakla birlikte uygulanabilirlik açısından o iş malesef yaş, oluru yok.” dedim.
                “Bence yanlış düşünüyorsun, neden olmasın? Bak şimdi böyleyken böyle...” derken, tuvalet sırası gelmişti ve “sonra konuşuruz” dedi, hem biz sıkışmıştık hem de arkamızda bir dünya insan vardı, lafı biraz uzatsak bize “Siktirtmeyin cephenizi, altımıza işiycez ulan!” demek için hazırlanan.
                Işıl da yanımızdaki kuyruktaymış, gülerek, bana: “Çok cahilsin Murat Can, abi göt etti seni, hiç konuşma daha.” dedi.
                Masanın yarısı biraz geçince kalktı, biraz daha oturduktan sonra biz de kalktık, bizim de bir kısmımız dağıldı, biz yine birkaç kişi başka bir yere içmeye gidelim dedik; önce biraları Tekel’den alıp Kartal’ın önüne oturduk, onları da bitirince Külüstür’e girdik, orda da biraz içtikten ve gürültü yaptıktan sonra sokak pilavcısında pilav yedik, tadını gerçekten hatırlamıyorum ama Işıl’ın dediğine göre güzelmiş. Abisiyle kalıyordu, beni de davet etti, elbette çok isterdim, eminim çok rahat ederdim ama Ağa’yı biletleyemezdim, Ağa’ya gittik. İçki belki ama onun yerine iki cigara sardı Ağa, onları içip sohbet ettik;
                “Nerde kalmıştık?” dedi, gülümseyerek, baştan anlayamadım ama çok geçmeden jeton düştü:
                “Gemide,” dedim, “Ağa ben Zeki Demirkubuzcu’yum. Kader. Bağışla hemen idrak edemedim. ‘O zamanlar efendi çocuğum tabi’” dedim.
                “Benim adamım Serdar Akar, filmim Gemde” dedi.
                “’Samsun canavar.’”
                “’O zaman bu gece de ben bi hikâye anlatayım size.’”
                “’Ee, totoculuk var, topçuluk var... ulan sen gelin arabasını mı kullanıcaksın, bok arabasını mı?’”
                Böyle biraz konuşup, gülüştük; sonra o yattı, sabah mesai vardı; kendime bir tane daha sarıp içtikten sonra ben de gidip yattım. Sabah Ağa beni uyandıramadı, ben uyandığımda öğle zamanlarıydı, aradım açamadı, ben de “uyandım, her şey için teşekkür ederim, kapıyı çekip gidiyorum” yazıp gönderdikten sonra biraz bekleyip dışarı çıktım. Sahilde biraz yürüdüm, oturdum, balık tutan insanları seyrettim, İsmail Abi’nin el salladığı yere gittim ve Işıl’ı aradım; bana muhteşem bir kahvaltıyı kaçırdığımı söyledi, “Yapma be dava,” diyerek ona gideceğimi, eğer müsaitse gitmeden bana yolluk iki bira ısmarlayabilecek mi olduğunu sordum. “Olur” dedi, “Asla böyle bir şeyi kabul edemem” diyerek minibüse atladım.
                Bir gün gecikmeli de olsa sonunda Taksim’e çıkabilmiştik; yine her zamanki gibi çok şıktı, gerçekten bir tarzı vardı ve bunca türlü türlü giysinin olduğu tüketim çılgınlığının ortasında böyle karakteri olan, kişiliğini yansıtan ve onu ifade eden şeyleri bulup çıkarmak ve de giymek, yakıştırmak ve endüstriyel tek tip üretimin içinde böyle eşsiz olabilmek gerçekten takdiri hak ediyordu; biraları alıp beni Cihangir Merdivenleri’ne götürdü, kalabalıktı, bir yer bulup oturduk. Bira içip, sohbet eder ve denizi izlerken kadraja önümüzdeki bir elemanın düşük pantulu ve yukarı sıyrılmış tişörtünün arasından bizi selamlayan çatal manzarasını gösterdim ona, “Hayat bugün çok zor” dedi. Laf abisine geldi,
                 “Tanısan çok seversin aslında” dedi,
                 “Biliyorum,” dedim, “Tolga söylemişti, çok rahat bi adammış tam benim kafada.”
                “Öyle,” dedi, “çok iyidir abim, hiç sıkmaz hatta Tolga’ya göre aşırı rahat. Bazen sınırları zorlasam da bu iyiliğini suistimal etmemeye çalışıyorum.”
                “Asıl senin baban bombaymış, duyduğuma göre; bi gün misafirlere yüzlük rakı almış ama onlar gelene kadar içince, arayıp yeni bi tane almalarını söylemiş.”
                Güldü, “Doğru,” dedi, “ öyle bi şey vardı. O da iyidir çok, Gezi Parkı zamanlarında milletin anası babası ‘olaylara karışmayın’ derken; arayıp bana ‘göz altına alınırsan susma hakkımı kullanıyorum de ve asla hiçbi kağıt imzalama’ dedi.”
                Pek tabii haliyle, saygım bir kat daha arttı adama.
                “Biliyosun ben tek çocuğum, eskiden bi kardeşim olmasını çok isterdim, ama şimdi kuzenlerimin kızları var, çok tatlılar bayılıyorum onlara. Ben zaten feministim, kadınlara taparım, onlar için yaşarım, onların en büyük hayranıyım; farz edelim ki kazara filan illa bi çocuğum olacaksa kızım olmasını isterdim.”
                “Senden çok iyi bi baba olurdu.”
                Biliyordum, benden bir bok olmazdı ama bunu söylemesi acayip hoşuma gitti, teşekkür ettim.
                Boş şişeleri toplayan eleman bizimkileri es geçiyordu, bu turda boşları ona uzattım
                “Abi bunlar benim işime yaramaz.”
                “Sahi,” dedim, “çok afedersin, bunlar Bomonti.”
                Az önce yanımızda pet şişeden kubar çektiği halde, bıraktığını ve Gezi Parkı’nda başından geçen maceraları anlattı, mor halkaların arasındaki kırmızı gözleriyle bize bakıp gülümsüyor, iştahla anlatıyordu; sanırım burdaki insanların hiçbiri onunla arkadaşlık kurmamış tamamiyle profesyonel takılıyorlardı veya o gün onun arkadaşları gelmemişlerdi henüz.
                “Şimdi,” dedi Işıl, “seni genelde takıldığım mekânlardan birine götürücem, beğeneceğini düşünüyorum.”
                “Dizlerimin üstündeyim ahbap, ben içinde alkol olan her şeyi severim.”
                Gerçekten güzeldi, hoşuma gitmişti, kendimi rahat hissedebileceğim bir ortamı vardı ve güzel müzikler çalıyorlardı, üstüne Işıl bir de patlamış mısır aldı. Yine laf lafı açtı ve nasıl olduysa konu benim Dreamers’taki rolüyle Eva Green’e aşık olmama geldi. Muhteşem bir karakterdi; acayip cool, kendinden emin, biraz ukala, esprili ve çatlağın tekini oynuyordu.
                “Aynı kadını beğenmemize sevindim. Orda benim de çok hoşuma gitmişti.”
                “Hadi beni siktir et, Müslüm Baba: ‘Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?’. Çok sevdik be abi! İnsan, insana bunu yapar mı? Bunu yapan insan olamaz...” lafı burda kesip, Redd’e eşlik etmeye başladım çünkü, Mutlu Olmak İçin’i söylüyorlardı.
                Lafı biraz daha uzatırsak, geri dönemeyeceğimi, ona ve sohbetine doyum olmadığını ama ufak ufak kalksak fena olmayacağını söyledim, sanırım o da memnundu veya bana çaktırmıyordu ama kalksak iyi olacaktı.
                “Gidebilecek misin?”
                “Tabi. N’olcak, hem gidemezsem seni ararım, idare edicen beni artık, bi gece daha tahammül ediceksin bana.”
                “Olur mu öyle şey, biliyosun kalabilirsin istersen?”
                “Çok isterdim fakat biliyosun ‘okul mokul takılıyorum.’”
                “Tamam o zaman neyse, sen bilirsin, ama haber ver bana tamam mı?”
                “Hiç merak etme, başgan. Her şey için çok teşekkür ederim, görüşmek üzere, iyi bak kendine.”
                “Canım benim, sen de öyle.”
                “Hadi eyvallah.”
                Sarıldık ve ayrıldık, ben önce Aksaray’a ordan Metro’yla Otogar’a geçtim, ona ve Ağa’ya tekrar teşekkür ettikten sonra bilet almak üzere dükkana girdim, bilet fiyatını sordum; iki lira eksiğim vardı, ne kadar silkelensem de çıkışmadı; başka firmalara da baktım, zaten fazla seçeneğim yoktu, en ucuzu ilk sorduğumdu; durumu izah ettim, bana topu topu bir buçuk saatlik yol için beş saat beklemem gerektiğini o zaman gidebileceğimi -burası önemli: o da belki- söyledi, dedim “Abi naptın?”
                “Valla benim yapabileceğim bir şey yok, git arka tarafta şoförle konuş.”
                Arka tarafta şoförle konuşmanın birden ahlaksız bir teklif olabileceğini düşündüm ama işi oraya kadar götürmeden de gayet medeni bir şekilde, centilmen iki beyfendi gibi halledebileceğimizi umarak şoförü buldum, cebinden iki lira bozuk çıkardı bana verdi, mücadelemize iki lira da olsa bir katkısı olmuştu sonuçta. Yolda uyudum, varınca anneme; giderken Şefim’le ona yaptığımız gibi zafer işareti yaptım kapıda yine, o da bizi yolcularkenki gibi gene gülerek karşıladı. Yorulmuştum ama bir iki tane daha yorgunluk birası içsem çok daha rahat uyurdum.