“Ne
sırıtıyon la?” dedi gülerek; daha önce grev çadırında sabahladığımız, sinema ve
tiyatroya meraklı olduğu kadar iyi müzikten de anlayan; yakışıklı, karizmatik,
güler yüzlü, insan halinden anlayan, kafa dengi olması da cabası olan; herkesin
yapamayacağı şeyleri yapabilecek yaratıcı potansiyele ve fikirlere sahip ve
bunun izlerini de zaman zaman bizimle paylaşmasıyla birlikte, -benim asla
gösteremeyeceğim bir özveriyle- herkesin yapabileceği şeylere de sorumluluk
duygusuyla ve en iyisini hep beraber yapabilmek için soyunmuş olan Tayfun.
Tek
o değil ki, ordaki herkes pırıl pırıl gençlerdi, alev alev insanlardı, ‘tanırım,
iyi çocuklar’dı. Onlarla birlikte olmaktan, onların arasında, bir parçası
olmaktan o kadar gururlu ve sevinçliydim ki anlatamam; bayram coşkusunu
iliklerine kadar yaşıyordum, ‘dostların arasında’ idim, mutluydum, oradaydım,
gülümsüyordum; yani yavşak gibi sırıtıyordum kısaca.
“Gelmeden
önce hap attım da,” dedim ki doğruydu da, etkisini ‘nasıl yadsıyayım?’
Meseleyi
tamamiyle kişiselleştirmiştim, biliyorum yanlıştı ama asla böyle bi şeyi kabul
edemezdim. Afrika’daki açlığa, emek sömürüsüne, dışlanmaya, yok sayılmaya,
ezilmeye, yalanlara, adaletsizliğe ve haksızlığa karşı mantıken kayıtsız
olmamakla beraber; bir üzüntü hissetmezdim, yani bu yüzden hiç yataklara
düşmedim veya uykusuz kalmamıştım ancak; şu son bir senedir artık bu olan
bitene duygusal olarak da tepki vermeye başlamış, başbakan kadar olmasa da
kendi çapımda çıldırmıştım. Gezi olaylarında ölenlerin hepsi kardeşimmiş gibi,
benmişim gibi, anneleri annemmiş gibi gelmeye başlamıştı, elimde değildi. Bu
kadar utanmaz, acımasız, fütursuz, gözü dönmüş ve bütün bunlara porno izleyip
mastürbasyon yapıyormuş tepkisi veren insanlara; inandıklarını iddia ettikleri
ve kutsal saydıkları her neyse ondan bir bok anlamamış gibi ‘kahraman’, ‘destan
yazan’, sanki onların içinde bulundukları koşulların sorumlusu on beş yirmi
yaşlarındaki o güzel insanlarmış gibi, sanki tek dertleri ‘türbanlı bacıları’
imiş gibi, biriken bütün öfkelerini, dışlanmışlıklarını, ezilmişliklerini, asla
özgür düşünememiş, kendi değerlerini yaratamayıp birey olamamış oldukları, ‘az
gelişmişlik içinde geri bırakılmışlık’larıyla birleştirip, bir intikam
duygusuyla, güzel olan her şeye yöneltmişlerdi. Ağaçların altında içki içip
sohbet eden birbirini seven insanların sevişmesinden neden bu kadar rahatsız
oluyorlardı ki, bu insanlar bu zamana kadar ne yapmıştı onlara? Ezan okunurken
müziği mi kısmadılar, bacaklarını mı indirmediler, Ramazan’da sigara mı
içtiler, bayram namazına mı gelmediler, ‘camiye ayyakkabıyla’ mı girdiler,
‘türbanlı bacılarınızı’ mı ellediler, sizin desteklediğiniz partiye mi oy
vermediler, sizin tuttuğunuz takımı mı tutmadılar, tarihin, anlıların,
şehirlerin, doğanın, insanlığa dair güzel olan her şeyin içine edip, burdan
servet sahibi olurken ağızları açık hayranlıkla ‘ama adamlar çalışıyo yea’ mı
demediler, kendinden olmayan kimseye bir faydan yok ve hizmet zaten senin
görevin ayrıca; ‘demokrasi çoğunluğun diktatörlüğü değildir’, bu doğa, bu
çevre, bu tarih, bu insanlar senin babanın malı değil, öyle kafana göre
takılamazsın mı dediler? Bu veya benzeri şeyler yüzünden mi ölmeyi hakettiler,
dayağı, baskıyı, korkuyu, tehditi, şantajı, acıyı?
Tek
kişiyi bile yalnız bıraksam asla vicdanım rahat etmeyecekti, olmam yereken yere
gitmeli, kaderim ‘asla yalnız yürümeyeceksin’ demek istediğim ve tanımadığım
binlerce güzel insanla aynı olmalıyldı. Bunun için öncesinde günlerce okuldaki
muhratlığımda insanlarla konuştum, onlara kendimi ifade etmeye çalıştım, onları
dinledim anlamaya çalıştım ve gelmeleri için davet ettim. İnsanların
korkularına saygı duyuyordum, bu insani bir durumdur ve bakınca gerçekten de
geçerli sebepleri vardı; benim gibi düşünmeyen insanlara da saygı duyuyordum
ama onların saygısızlığı, düşüncesizliği ve bencilliği bizim için ölümcül
sonuçlar doğuruyordu ve işin kötüsü bundan zevk alıyorlardı, anlayamıyordum;
biz hangi ara bu kadar yabancı, hatta daha kötüsü düşman olmuştuk, her gün yüz
yüze bakan aynı sıralarda bekleyen, aynı arabalara binen, aynı okullara, işlere
ve mekânlara giden birbirine komşu olan insanlardık. Selamımız, sabahımız,
yemiş içmişliğimiz; o kadar mesaimiz vardı, aşk olsundu.
Her
neyse, sonunda işte o gün gelip çatmıştı, ustam Obi Van Şefim, padavanı Anakin
Yancı beni evden almıştı ve arkadaşlarımızla birlikte Serhat Abi’nin öğüdünü
tutup yola koyulmuştuk.
Ben
yeni tanıştığım daha genç bi yoldaşla oturmuştum, -bilen bilir- hazır
yakalamışken rehin almak veya rehin olmak pahasına iki lafını belini kırmak
isterdim lâkin, hareket halindeki bir arabanın içinde uzun süre uyanık kalamam;
şehiriçi belediye otobüsleri de buna dahildir.
Takılmaktan
hoşlandığım, okul arkadaşlarımın yanı sıra; eylemden eyleme görüşebildiğim
dostlarım ve ilk defa gördüğüm birkaç arkadaşla daha gelmiştik otogara. Servise
bindik, bu defa hemşerim sayılır; Malkaralı Volkan’la oturmuş servisin hareket
saatini bekliyorduk ancak; sabırsız yolculardan biri halinden hoşnutsuz bir
şekilde “Hadi nerde bu şoför? Ne zaman gidicek bu araba? Doldu araba, neyi
bekliyoruz?” sorularını art arda sıralayıp bizi güldürüyordu; belli ki acelesi
vardı, ayıp olmasın diye kendimizi sıkıyorduk, bir yandan da tavırları ve
konuşmasından çıkarımımız olarak birbirimize “Kesin Trakyalı bu adam” diyorduk.
Volkan’ın da vakti zamanında bizim liseliyken bir meyhaneyi kapattırmamız gibi,
bir kahveyi kapattırma hikayesi vardı ki, tadından yenmez. “Bastım imzayı,”
demişti “polisler gelince.” on sekiz yaşından küçük olduğunu beyan eden
tutanağa ve bayram coşkusunu birlikte
yaşayacağım için heyecanımın bir kat daha arttığı Eren’le bizi histerik
çığlıklara boğup, saatlerce kahkahalarla güldürmüş, gözlerimizi yaşartmış,
karnımıza ağrılar sokmuştu. Yolculardan biri “Bas kornaya gelsin şoför”
deyince, bu fikir kafasına yattı ve birkaç sefer kornaya bastı, arada durup
bakınıyor, söylenmeye ve korna çalmaya devam ediyordu. Bir süre sonra saatiyle
birlikte şoför gelmişti.
Taksim
Metro İstasyonu’nda bizimkilerden ayrıldım. Çok önceden bayram için
sözleştiğimiz Ağa’yla buluşmak için. Çocuklar Ortaköy’de bir eve doğru devam
ettiler, ertesi sabah otobüs tutup gelecek ekibin dışında bir gece öncesinden
gelen herkes orda toplanacakmış. Seneler önce de yine kutlamalara Nisan’ın otuzunda
başlamıştık onunla. Hey yavrum hey, bir zamanlar Keşan’da...
Tanışmamızı
düşündüm, lise birdeydim, On Kasım etkinliği için dünyalar tatlısı Özlem Hoca
benim de görev almamı istiyordu ama ben hem böyle şeyleri pek sevmediğimden ve
özel olarak bir ilgi duymadığımdan oralı olmuyordum. Sonda herkes sahneye çıkıp
ilkeleri sayıyordu, orda bana “Biz devrimciyiz” demeyi teklif etmişti, bu
teklife ve canım hocamın ısrarlarına daha fazla dayanamayarak; “Benim daha çok
hoşuma gider”diyerek kabul etmiştim. Provalar başlamıştı, o da ekipteydi,
tanışmıyorduk ama daha çok ülkücü reisleri andıran; ağır abi, bitirim hallerini
yadırgamış, kendi kendime “Özlem Hoca’nın elbette bir bildiği vardır ama ne işi
var lan bunun burda?” diyor, istemsizce gözüm kayıyor, takılıyor, onu
kesiyordum, gayri ihtiyari. O da beni fark etmişti, hapishane kuralları devreye
girmişti artık, gözlerimizi kırpmaksızın dik dik bakmaya başlamıştık
birbirimize, irade sınavıydı,iktidar meselesiydi, gözlerini ilk kaçıran ezik,
kaybederdi; sonunda kafasıyla selam verdi, aynı şekilde karşılık verdim,
“Bi
durum mu var, ne bakıyosun?” dedi.
“Yok,”
dedim, “öylesine. Sen niye bakıyosun, bi şey mi oldu?”
“Yok.”
“İyi.”
“İyi.
Tanışalım mı?”
“Tanışırız.”
“Ben
Gürkan.”
“Memnun
oldum, Murat Can.”
“Ben
de memnun oldum.”
Kısa
ve ve sert tonda, biraz kendinden emin, biraz da karşısındakini tartan şekilde
ilerleyen ilk konuşmamız provaya başlamak için bakışlarımızı mecburen ama sanki
sözleşmiş gibi aynı anda duraksamadan çevirmemizle sona ermişti. Birbirimiz
hakkında en ufak bir fikrimiz yoktu, bu yüzden bir dostluğumuz olmadığı gibi düşmanlığımız
da olamazdı ama nerden çıkmıştık birbirimizin karşısına, ikimizin de kafası
karışıktı, çözemiyorduk, ne ayaktı karşımızdaki? Bu durum Ağa’nın, “Hocam, ‘biz
devrimciyiz’i ben söyleyebilir miyim?” demesine kadar devam etti. Şaşkınlıkla
ona bakıyordum, öğretmenimiz; malesef, beni orasıyla kandırdığını ona
söyleyince şaşkınlık ona da geçti, bana baktı, o zaman gülümseyerek kafa
selamını tekrarladık, arada birbirimizin yanına gelip yılların yetmeyeceği
sohbete başladık. Bu arada o son kısmı da beraber söyledik.
Bir
keresinde de mesaimizin büyük bölümünü öldürdüğümüz kafede otururken ‘Fight
Club’ yapmayı teklif etmişti, birer defa birbirimize vuracaktık ama ilk yumruğa
ikimiz de yanaşamıyorduk, her ne kadar gönüllü de olsak gönlümüz el vermiyordu
işte, “O zaman yazı, tura atalım” dedi, kabul ettim ve “Tura” dedim, yazı geldi
ve sol gözümün altına bir sağ direk oturttu, bekliyordum ama sendeledim, hatta
bir iki adım geriye gittim, gözlerim yaşardı, hâlâ yüzümdedir hatırası. Ben de
ona bir sol çaktım sonra, bu kadardı ve rahatlamıştık da.
Onun
dediği durakta metrodan indim, onun dediği duraktan dolmuşa bindim ve dediği
yerde inip, söylediği sokaktan girip, söylediği yerlerden dönüp yoluma devam
ettim, sonunda beni karşıladı ve dedi ki:
“Hiç
merak etme, şimdi misafiriz. Abiler güzel abiler, sonra bize gidicez.”
“Tamam”
diyerek peşine takıldım. Beyaz yaka olmuştu, okulunu bitirip ve beni de iki
dirhem bir çekirdek karşılamıştı ve kıyafetleri gerçekten yakışmıştı, resmen
yakıyordu ortalığı. İki katlı bir binaya girdik, birinci kattaki daire
kapısından geçerken alarm çaldı ama umursamaksızın devam ettik, çatı katına
geldik. Kapı oda kapısıydı, şu tahta olup kilidi uyduruk olanlardan, Ağa’ya
bakıp ben de botlarımı çıkardım, içeri girdik. Giriş, ışığı yanık mutfağa
açılıyordu ve içerdeki karanlık odada oturuyordu insanlar. Televizyon kapının
solundaydı, hemen önümdeki çekyatta biri, karşımdaki tekli koltuğun yanında
başka biri ortada çaydanlığın olduğu sehpanın öteki köşesindeki teklide bir
başkası vardı, boş koltuğa yöneldim selam vererek. Televizyon açıktı ve
Muhteşem Yüzyıl vardı, bu absürd ortamı yadırgadım görünce, solumdaki
televizyonun aydınlattığı çekyatın arkasındaki duvardaysa Birgün küpürleri
vardı.
Hoşbeş
edip kendimi tanıttıktan sonra, Ağa
“Sen
nereliydin be?” dedi.
“Keşan.”
dedim.
“Yok,
aslen?”
“Giresun,
Erzincan ortak yapımı.”
Ağa’nın
yanına oturduğu çekyattaki kır saçlı abi:
“Giresun
mu, neresinden?” diye sordu.
“Yağlıdere”
diye yanıtladım.
“Vay
amına koyim,” dedi, akraba çıkmışız gibi şaşkınlık ve heyecanla ve “hiç
gitmedim, hiç bilmem.” diye ekledi, hoşuma gitmişti, kanım kaynadı, sonra devam
etti:
“Senin
bu arkadaşın senin için; bu gerizekâlı, bulamaz, buraların da yabancısı dedi
ama benim dediğim gibi evi çok kolay buldun.”
“Doğru,”
dedim, “hem buraların yabancısıyım, hem de göründüğümden daha salağım, beni
yanlış tanımanızı istemem.”
Ağa,
“bizi birbirimize düşüremezsin abi” diyerek araya girdi.
O
esnada ben de sırt çantamdan tütün
torbamı çıkarıp sarmaya yeltenmiştim ki, Ağa:
“Duman
alıyo musun?” diye sordu.
“Tabi,”
dedim “denk gelirse neden olmasın?”
“Yok,”
dedi, kafasıyla yanımı işaret ederek “şimdi?”
Baktım
sağımdaki teklideki abi sarmış cigarayı yakmaya hazırlanıyordu.
“Asla
böyle bi şeyi kabul edemem,” dedim, “benim daha çok hoşuma gider.”
“Yalnız
dikkat et,” dedi Ağa, “örgüt cigarası bu Kuzey Irak’tan, ona göre.”
Dışımdan
bir şey demedim ama içimden, “Bana bunlarla geliniz” dedim.
Katıksız
bir ateistim ama tüm enayiliklerimi, saflıklarımı ve aptallıklarımı çıkarırsanız
şanslı da bir adam sayılabilirim, belki biraz zorlasanız; iyi olacak hastanın,
doktor ayağına gelirdi ve benim güneş girmeyen evime resmen doktor girmişti. İnkâr
edemem, her ne kadar Ağa sağlam adam olsa ve belli ki bu tekkede sürekli
takılır olsa da bir nebze tedirgin olmuştum, örgüt evi gibiydi ve televizyonda
Muhteşem Yüzyıl oynuyordu, sanki her şey; ‘Tebrik değildir, tevkiftir o.’ demek
için hazırdı ve tarih 30 Nisan’dı.
İlk
nefesle birlikte, üzerimdeki gerginlik yerini gömüldüğüm kolktuğa yayılmamla
gevşeyip rahatlamaya bırakmıştı, gülümsüyordum. Dostum, bu mal gerçekten bir
harikaydı. Sağdan sola devrederken, devraldığım abi sakin bir tonla, yumuşak ve
yavaşça: “Küllükle birlikte uzat.” dedi, “Pardon,” diyerek küllüğü de ilettim.
“Ne
kızıyosun lan çocuğa? Ne var yani küllüğü uzatmadıysa? Boşver sen önemli değil,
bakma buna, rahat ol, kafana göre takıl.”
Sağımdaki
abinin bana kızdığı yoktu elbette, solumdaki abinin de sert görünen tavrının,
aslında –bazı adamlar gerçekten böyledir- ‘on numara’ sohbeti olduğuna delalet
ettiğini ve belki de Tiroid hastası olabileceğini düşündüm; alakalı, alakasız
başka şeyler de düşündüm tabii. Önce bacağımın sol tarafında bi hareketlenme
hissettim gibime geldi birkaç defa ama itibar etmedim, “Olur öyle bazen” dedim,
kendi kendime. Daha sonra bacağımdaki titreşimler uzamaya ve sıklaşmaya
başladı, “Hayırdır inşallah” dedikten sonra birden telefonumu hatırladım.
Onlarca arama ve yüzlerce saldırgan, tehdit ve düşmanlık dolu mesajla
karşılaştım, okumadım tabii hepsini ama içeriğini anlamak için şöyle bir
gözünün değmesi yeterdi. Akşam akşam nerden çıkmıştı şimdi yırtık dondan çıkar
gibi bu arsız bencillik. Ben buraya 1 Mayıs’ta Taksim’e çıkabilmek için
gelmişim, işi gücü bırakıp senle mi uğraşacaktım. Heyecanlıydım, mutluydum,
rahattım ve kaliteli ot içiyordum. Sanki benim gibi kendi halinde, gariban
insanlara dünyayı dar etmek için gizli bir örgüt kurulmuştu da, üyeleri her
yerdeydi; bu koşullar altında başka türlü düşünmek düpedüz paranoyaklık olurdu.
Ben onlarla hem başa çıkamazdım hem de kim uğraşacak onla? Yakalarına yapışıp,
“Sizi ve gizli amacınızı biliyorum. Hepinizin ipliğini pazara çıkarıcam. Ne
istiyosunuz ulan bizden?” diyemiyordum ama bazen gerçekten çıldırıyordum. Kendilerinden
başka hiçbir şeyi umursamayan, sevemeyen, empati yeteneğinden yoksun, kendi
doyum ve çıkarları için bütün dünyayı en çirkin yalanlar ve en ucuz numaralarla
seferber edip, insanları teyakkuza geçirmekten çekinmeyen, hasta ruhlu, bencil
pisliklerdi. Gerçek insandılar, istediklerini elde etmeden bırakmaz kazanmak
için ellerinden geleni artlarına koymaz, utanmaz, tereddüt bile etmez; sesleri
titremeyen, gözlerini kaçırmayan, serin kanlı gerçek insanlar. Mebus olabilir,
vekil olabilir; hatta reisicumhur olabilirlerdi ama tahta bir kukla olamazlardı.
Onlar Pinokyo’nun yalancı tarafıydı, bense hayatımı kazanmak ve kaybetmek
prensipleri üzerine kurmamıştım ve gerçek insanlardan ziyade insan
gerçekleriyle ilgiliydim.
Telefonun
titreşimini de kapatıp cebime koydum. Uzun zamandır görüşmemiş de olsak,
konuşmadan anlaşabilecek kadar yakındık hâlâ Ağa’yla. “Ne oldu?” der gibi baktı
bana ya da ben öyle zannettim. Mimiklerimle “Siktir et” der gibi yapmaya
çalışırken anlatmaya başladım:
“Geçenlerde
sevgilimin sevgilisiyle tanıştım, ben değilmişim, şaşırdım.”
Kısa
bir sessizlik oldu sonra Ağa bir anlam veremediğini belirten küçük jestler ve
şaşkınlık bildiren bir şekilde “Nası be?” diyerek sessizliği bozdu.
“Adam
dedi ki,” dedim, “’benim sevgilimi neden arıyosun?’ ben de ona kardeşim ben
senin sevgilini niye ariyim, kendi sevgilimi arıyorum dedim. Sonra geldi
tanıştık, içtik. Dönebileceği bi saat değildi, kalacak bi yeri de yoktu; eve de
götüremezdim, annemlere ne diyecektim, sokakta bırakacak halim de yoktu. Sonra
sizden iyi olmasın bi arkadaşlara gittik (Bün), ben içkinin biraz fazla bokunu
çıkarmışım, üstüme başıma filan kustum -hatta, sabah annem gösterdi, ekmek
almak için gidecektim, ıslak mendille sildim, öyle giydim pantulu- duramıyorum
bi de; ben eve gidiyorum diyerek çıktım, eve gittim.”
O
gece Tayfun da o mekana gelmiş, arkadaşlarıyla alt kattaymış, beni o halde
görünce şefkatle yanıma gelip yardımcı olmaya çalışmış, hal hatır sormuş, “Her
zamankinden.” demiştim ona, hatta koluma girmişti de gerek olmadığını böyle hiç
yürüyemeyeceğimi söylemiştim. O da beni ve gerçekten yardımına ihtiyaç duysam
ondan çekinmeyeceğimi bildiğinden, biraz beni oturtup, karşıma oturduktan sonra
rahat bırakmıştı beni.
“Boşver”
dedi, Ağa’yla aramızdaki hemşeri çıkmayan sert mizaçlı abi, “hiç böyle bi şey
olmamış gibi yap, sen terk etmişsin gibi düşün.” Ağa’nın sorusu üzerine
sonradan söylediği ve benim de öğrendiğime göre; bilmem kaç tane ayrıldığı
karısı ve bilmem kaç tane görüşmediği çocuğu varmış, kendi bildiği. Sayıları
anımsayamadım ama beşten fazla olduklarına eminim.
Dedim,
“İkiyüzlülük bir burjuva alışkanlığıdır, asla böyle bi şeyi kabul edemem. Böyle
insanlar da varmış işte, hepsi mecliste değil, büyük bi kısmı da aramızda.
Baştan üzüldüm tabi ama abartılacak bi tarafı yok; tarih, sıradan insanların
trajedileriyle dolu ama resmi kitaplarda yazmaz; uzunca bi süre kesintisiz
alkol tedavisi yaptım, hatta evlere gidip içki var mı diye filan sordum. Şimdi
iyiyim, saygı Ercümen Çözer için neyse dürüstlük de benim için odur. Buraya
bunları konuşmak için gelmedim, 1 Mayıs’ta Taksim’e yürümek için geldim.”
“Altı
ay ömrüm kalmış” dedi, “bugün doktordan geldim amına koyim, doktor da
arkadaşım; dedim ne yap et beni bayrama hazırla.” ‘İğneyle oynayacaktı’ yani,
ertesi gün Adanademir formasını giymiş olduğunu görmem ona olan saygımı bir kat
daha arttırmıştı.
Sağımdaki:
“Sigara
sende miydi, bende mi?”
Baktım
küllükte duruyordu, ortamızdaydı.
“Sendedir
abi o zaman” dedim.
“Oo,
sıralar karışmaya başladıysa iyidir” dedi Ağa, gülerek.
Adanademirli:
“Hiç Bukowski okudun mu?” dedi,
“Ben
tanrıya değil, Bukowski’ye inanırım.”
“Ben
bütün kitaplarını okudum, eski evde kaldı ama kitaplar. Bi de Olric vardı bi
aralar, o nerdeydi?”
“Oğuz
Atay,” dedim, “Tutunamayanlar.”
“Evet,”
dedi sağdaki “Oğuz Atay, Tutunamayanlar.”
Birinciyi bitirip ikinciye
geçtik, Adanademirli Abi, “Size bi sürprizim var.” dedi, “bundan sonra.”
Sol
serçe parmağım özerkliğini ilan edip, kendi kendine açılıp titremeye başlayınca
bunun gerçekten ‘örgüt cigarası’ olduğunu anladım, kendi kendime halaylara
karışıyordum az daha. Neyse ki bu faslı halay çekmeden tamamlayabilmiştim lâkin
parmağım “mücadeleye devam” diyordu. Doktor; “iyi beslen, ne bulursan ye,
sigara içme” demiş bizimkine, o da manda yoğurdu ve reçel almış; sürpriz
buymuş. Nevaleyi almak için Ağa gitmişti içeri; ilk önce reçel diye ne zamandan
kaldığı belirsiz kâseye kırılıp katılaşmış yumurtayı getirmiş sonra onu götürüp
reçeli bulup getirmişti. Sofra kuruldu, onlar yumuldu, bana da “ye” dediler ama
ben yemek değil halay çekmek istediğimden; “Teşekkür ederim” dedim, “istersem
alırım merak etmeyin.”
Sofra
toplanıp, bulaşıklar da yıkandıktan sonra, hem hasta abiyi fazla rahatsız
etmemek hem de sabah erkenden kalkacağımız için sağdaki abi ile Ağa,
Adanademirli’nin “kalın” ısrarlarına rağmen ordan ayrıldık. Kapıda öteki köşede
oturup, hiç konuşmayan bizi geçiren abiye alarmı sordu Ağa,
“Valla,”
dedi, “buraya elektrik bağladığımızdan beri inip çıkarken ötüyo hep.”
Abi,
Ağa’nın özel isteği üzerine; son ses Azer Bülbül’den Bu Gece Karakolluk Olabilirim
parçası eşliğinde arabasıyla bizi eve bıraktı. Evi güzeldi; giriş katı, geniş
bir salon, ve yine yataklar bulunan iki odadan oluşuyordu, daha güzeli mutfak
bahçeye açılıyordu, yeşil sayılabilecek bir muhitte tutmuştu evi, çok
beğenmiştim. “İşte böyle” dedi,’ Behzat Ç sehpası’ bile vardı adamın daha ne
olsundu?
“İçki
var mı?” dedim.
“Du
bakalım,” dedi, “senin kısmetine ne zamandan bi dublelik Ouzo kalmış olabilir.”
İçeri
gitti ve yaşasın ki eli boş dönmedi.
“Al,”
dedi, “uykuluk olur sana.”
“Eyvallah.”
Bir
cigara daha sardı, onu da ikimiz döndük Ouzo’yu çektim, yataklara çekildik.
Sonra bizim ordan buraya bisikletle gelme fikri olan; hayatımda tanıdığım en
kafası güzel barmen, gerçek bir rock’n roll savaşçısı, uzun gecelerin bitmeyen
sohbetleri, bazı maceraları ve en çok da gülüşyle bilinen şu çılgın adamı yani
Tayyar’ı bir aradım, merak etmiştim, çünkü bana hiç de akıl kârı gelmeyen bu
işi yapacağından zerre şüphem yoktu.
“Silivri’ye
geldim moruk, yalnız hava çok soğuk.” dedi. Tekrar haberleşmek üzere birkaç
saat sonra tekrar arayacağımı söyledim ama sızmışım; telaşla uyandım, saate
baktım; iyi denk gelmişti, tam zamanı, aradım tekrar. Soğuğa dayanamamış ve
geceleyecek bir yer bulamamış olduğundan geri dönmüş.
“Olsun,”
dedim, “önemli olan varmak değil, yolun kendisidir. Zaten saatlerce pedal
çevirdikten sonra o kargaşa da çok zor olurdu senin için, bence iyi oldu, biz
buralardayız, aklın kalmasın, merak etme.”
Sabah
odama gelip beni uyandırdı, dün gece sözleştiğimizden bir saat erkendi, işemek
ve elimi yüzümü yıkamak için banyoya gittim, döndüğümde salonda oturmuş bir
tane daha sarıyordu, bana:
“N’olur,
n’olmaz dayı; bi şey olur, kapsül, mapsül gelir; ben son cigaramı, içmeden
gitmem.”
O
güne özel botlarımı bağladım, pratik olmaz diye tütünü evde bıraktım; dün
geceki akciğer hastası, bu yüzden sayılı günleri kalmış ve sigarayı bırakmış
abi ve dev flamasını yanında getirmiş, bir başka eski tüfek abiyle minibüse
atlayıp “gittiği yere kadar” diyerek, sigaradan daha zararlı biber gazına doğru
yola koyulduk. Adanademirli abi, minibüste küçük çapta bir nefret ve
düşmanlıkla dolu konuşmasını yapan birine ağzının payını verdi, herif dolmuştan
indi.
Aynasızlar
girişi tutmuş, insanlara çantalarını açtırıp; flama, pankart, maske vb.
şeyleri topluyordu, Bayraklı abi, “Ben
burdan geçemem” dedi ve EMO’ya doğru saptı, biz elimizi kolumuzu sallaya
sallaya ve aynasızlarla kesişerek girdik, Hüseyin Aygün de yanında birkaç
kişiyle hemen arkamızdan girdi, biz sonra geri döndük Bayraklı’nın yanına.
EMO’nun önünde maskelerini takıp Beşiktaş’a girmeye niyetlenen Spartalılar’ın
arasından geçerek çarşıya indik. Bangır bangır Eyvallah çalıyordu Duman’dan;
sakin ve sessiz sokaklarda ve insanlar birikiyordu, son hazırlıklarını
yapıyorlardı, acayip gaza gelmiştim, dün geceyi hatırlayarak sol elimin serçe
parmağına baktım; onun da içi içine sığmıyor, kasılarak titriyordu.
Bir
kahvaltıcıya girdik, “İşte,” dedi Adanademirli, “sana bahsettiğim, seni
tanıştıracağım adam bu, hiç takılmıyosun ki bizle.”
“Abi
biliyosun, sizden kimseyle takılmıyorum ben,” dedi Ağa.
Bahsettiği
adam dükkanın sahibiymiş, birkaç yıl bankacılık yaptıktan sonra ayrılıp
ikramiyesinin yarısıyla eşiyle birlikte dünya turuna çıkıp, diğer yarısıyla da
bu dükkanı açmış, partililerden hesap almaz ayrıca partinin masraflarının da
bir bölümünü kendi karşılarmış. “Bi şey olursa buraya gelirsiniz,
arkadaşlarınıza da söyleyin, burası buluşma noktanız olsun.” dedi. Bir masaya
oturduk, kesinlikle açlık hissettiğim şeyler arasında değildi, ben de iki
bardak çay içtim. Kartal’a gittik, ufak ufak gruplar toplanıyordu, kalabalığın
artmasına rağmen gürültü yoktu, işi olmayan tek bir kişi bile dışarda değildi,
bir grup tek tip giyinmiş Cepheli taş kırmaya başlamıştı bile, ‘şarapnel
parçaları’ saplanmasın diye ‘ciğerimize’ kenara çekildik, o sırada Ağa
yanındaki ottan bahsetti abiye. Abi bizi bir ara sokağa çekti, orda oturduk,
ben içmedim. Şakayla karışık, “Dikkat et, cepheliler görmesin,” dedi.
Çarşı
toplanmış, alkışlar ve marşlar eşliğinde kutlamalara başlamıştı, daha kalabalık
olmalarını isterdim ama adamlar yine de harikaydı. Kara bayraklılar da ordaydı,
Ağa’ya:
“Anarşik
bunlar Ağa, kedi kesiyolarmış ” dedim.
“Birbirini
sikiyomuş dayı bunlar, bizi de sikmesinler, kaçalım.” dedi, güldük, keyfimiz
yerindeydi ve ortam gerçekten güzeldi.
Bizim çocukları bulmak üzere Ağalar’dan
ayrıldım.En az daha önce bahsettiğim kadar sevdiğim bizim bölümden olan diğer
Tayfun’u gördüm önce, bizimkilerin yerini tarif etti, yanlarına gittim. Abbasağa
Parkı’nın kenarındaydılar; bizim okulu bırakıp başkasına giden uzun zamandır
görmediğim -her şeyden önce Adanalı- Mete’yi gördüğüme o kadar sevindim ki;
ayaküstü biraz da olsa laflamak, bayramlaşmak keyifliydi, neşeli görünüyordu,
ben zaten iki gündür devam ediyordum sırıtmaya. İşte Canan; Şefim’in sevgilisi,
o da gelmişti, yanlarına gittim. Olması gereken herkes oradaydı işte, isteyip
de gelemeyenler için üzüldüm, bizim Eren yoktu yalnız piyasada; gitar çalışınaına
ve sesine en az şaka anlayışı ve zekası kadar hayranlık duyduğum, harika
yazılar yazan Yağız’ı yakaladım, ona sordum. Hastalanmış, “Bırak şimdi,” dedim
gülerek, “olur be, kesin öyledir.”, o da güldü. Gerçekten hastalanmamış olsa
geleceğinden zerre şüphe duymuyordum ama muhabbet çıkmıştı bize de.
Beklemekten
sıkılmaya başlamıştık ufaktan, ‘ee oturmağa mı geldik’ sonuçta? Parkın içine doğru
yürümeye başladık Yağız’la; Canan’ın verdiği Vicks’ten biraz sürmüştüm burnuma,
ordaki seyyar tezgahtan da baret almıştım ama henüz takmamıştım, elimdeydi.
Parkta ilerledikçe gözlerimiz tatlı tatlı yanmaya başlamıştı, “Gel dönelim,”
dedim, “Nasıl olsa hepimize yetecek kadar gaz var, haybeye ağlamayalım burda.”
Bizi araya alacaklardı, hareket yoktu, kitlenin gerçekten sıkıştırılma ihtimali
vardı, bana öyle geliyordu ama durduk yere ortalığı velveleye vermenin de bir
alemi yoktu derken; parkın içinden yola
doğru yardırmaya başladık; barikat için yolda bırakılan tahta, kalas lavabo, koltuk
benzeri şeylerden alıp yola indik, biraz ilerledik de hatta, “Ulan,” dedim,
“yoksa?” Yağız’ın verdiği Talcid’i emip yavaş yavaş ilerlerken birden buram
buram gaz tütmeye başladı; yağmurlu demişti meteoroloji ama malesef günlük
güneşlik, tam bir bayram havası vardı, bu da bizim işimize gelmiyordu. Önce
daha da yavaşlamaya, duraklamaya, daha sonra yerimizi korumaya çalışarak ufak
ufak gerilemeye başlamıştık ama yolu bırakmamıştık. Gaz acayip yoğunlaştı,
elimdeki sigaradan bir şey anlamaz olmuş öksürüğe tutulmuş ve iki gözüm iki
çeşme bir vaziyetteyken imdadıma Talcidman Feyzo yetişti. Kırklareli’yi
kazanmıştı, çok istediğimiz halde oturup iki duble bir şey içmek henüz kısmet
olmamıştı ama sözümüz sözdü; ölmeden önce dünya gözüyle yapılacaklar listesi diye
bir şey yapsaydım, kesinlikle üst sıralarda olurdu.
“Sağ
gözüme biraz daha sık,” dedim, ama ikisini de açamıyordum, o biraz daha fazla
yanıyordu, sonra körlemesine ilerlemeye başladım bir yandan da bağırarak
küfürler saydırıyordum, sonra biri beni durdurup gözlerime biraz daha Talcid
sıktı, iyi gelmişti, gözlerimi açabiliyordum artık; hatuna teşekkür ettim,
“önemli değil” dedi gülümseyerek ve yoluna devam etti, ben de bizimkilerin
yanına döndüm.Betül, “olm daha önce gaz yemedin mi?” dedi, bir sigara daha yaktım,
her ihtimale karşı iki paket almıştım, büyük bir ihmalkârlıkla cep viskimi
unuttuğuma üzüldüm. Daha sonra önlü arkalı iki taraftan TOMA, zarbolar ve
gazları bize doğru ilerlemeye başladı, geri dönmek zorunda kaldık, tek tük
hafif yaralananlar vardı ama gerçeği isterseniz hafifi bile bildiğiniz hafif
yaralanmalarla kıyaslanamazdı; başından, bacağından ve kasığından yaralanan
insanlar gördüm; parka çıktığımızda aramıza düşen bir iki kapsül de. Geldiğimiz
yere dönmüştük ama aynasızlar da peşimizdeydi, çarşıya yönelmek zorundaydık,
bizi kıstırmışlardı, o ara Ağa’yla tekrar buluştuk, yanımdaki Yağız ve
Volkan’la tanıştılar, tam bir tanışma olmasa da. Çarşıya inerken epeydir
görmediğim tanıdık birkaç yüzle daha selamlaşma imkanım olmuştu. Biz soğuk
kanlı bir şekilde geri çekilirken önümdeki bir kız tökezledi, hemen birkaç kişi
tutup düşmesine mani olduk, teşekkür edip uzaklaştı, o kadar hızlıydı ki her
şey; ne kızı ne yardım eden diğer insanları bir daha görsek anımsayacak halde
değildik. “Arkadaşlar, telaş yok; ağır ağır” derken bir baktık en arkadayız.
Orda Yağız, bizim bölümdeki ‘Güney’li Tayfun, Volkan ve malesef henüz tanışma
imkanı bulamadığım bizim okuldan bir kız; bir grup insanla birlikte ayrı tarafa
dönmüştük Ağalar’la. Ara sokaklarda ilerlemeye başladık, sonra Selim’i gördük.
Selim; gözü kara, Kürtlük’ünden utanmadığı gibi bu koşullar altında bence haklı
olarak bundan gurur duyan ama ulusal mücadeleyi inkâr etmeksizin sınıf
mücadelesini tercih etmiş, güler yüzlü, bir o kadar da yakışıklı ve benim de
çok sevdiğim bir çocuktu, bizim okuldan geçen sene mezun olmuştu.
Bir
baktık Nişantaşı’ndayız, Tayfun bizimkilerle irtibat kurdu, sonra sora sora
bizim çocuklarla toplanmak üzere, Beşiktaş Evlendirme Dairesi’nin karşısındaki
parkı bulduk. Elif’e Eren için “Geçmiş olsun” dedim, o da benim gibi kalacaktı,
bizimkiler geri döneceklerdi, bir taksi durdu ben de onunla binecektim ama yer
olmadığından binmedim, bizimle gelen Tayfun da atladı; duran, tanımadığı bir
hatunun arabasına; bizimkiler dörder, dörder taksilere binip ayrıldı; ben de
onlara: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” dedim. Biraz oturup dinlendikten
sonra hiç bilmediğim halde ara sokaklardan çarşıya girmeyi zorladım ama
polisler kapatmıştı, giremeyip geri dönüyordum. Arada Işıl ve Ağa’yla haberleşiyorduk,
sonunda bir aralık bulup kendimi çarşıya atabilmiştim.
Ağa,
kahvaltıcının sokağında içtiklerini söylemişti, ben Işıl’la Kartal’ın önünde
buluşacaktım. Beni görünce kollarını açarak gülümsedi, ben de öyle, birbirimize
doğru yürüyüp sarıldık; “Kaç yıl oldu saymadım?” dedim. Gerçekten yıllar
olmuştu, Tolga’yı bile bir senedir doğru düzgün görmediysem onu görmemem normal
sayılabilirdi lâkin kabul edilemezdi. Çok hoş bir kızdı Işıl, adı gibi. Canım
benim, hem düzgün ve orantılı vücudu hem de sıcacık gülümsemesiyle daha da
güzelleşen yüzü; o kadar fazla muhabbet etme imkanımız olmamıştı ama emin
olacak kadar tanıyordum; muhteşem bir insandı, davranışları bütün o lanet olası
ikiyüzlü yapmacıklıklardan uzak ve cana yakındı. Yani erkek tarafında olan biri;
kolaylıkla taraf değiştirip, kız tarafına geçebilirdi ama söz konusu Tolga ise
kız tarafına geçmek benim için olanaksızdı. Liseden beri birlikteydiler,
birbirlerine gerçekten yakışan, internette onların paylaştığı resimleri görünce
gerçekten beğendiğim ve yüzümü güldüren insanlardı bunlar. Bunca yıl insanların
birbirine tahammül edip geçinebilmesi zordur, iç işlerini bilmemekle birlikte
bu insanları ayrı ayrı ve birlikte çok beğenip, onlara hayranlık duyardım, hâlâ
da öyledir benim için. Birini görünce diğerini anımsamamak imkansızdır benim
için ve ondan bahsetmemek. Ben böyle güzel insanların; birbirlerinin
hayatlarını zenginleştirdiği gönüllü birlikteliklere inanırım, bu iki kişilik
örgütler bana “başka bir dünya mümkün” der ve sonra da ekler, “artık kendini
kandırma.” Ben de onlara, “Doğru kadın yoktur, az votka vardır.” derim, “Alkol
sizin dostunuzdur.” derim, “Ben gerçek dünyaya ve sahibi olan gerçek insanlarla
uyumlu değilim, gerçek kadınlara uygun değilim, sorun sizde değil bende.”
derim, sonra da “Saçmalıyorsunuz, sanırım sizin içkiniz bitmiş.”
Ağalar’ın
yanına gittik, kahvaltıcıda Bandista çalıyor ve “Suçludur her aynasız, her
günahkâr bir aziz” diyordu, Rolling Stones’un Symphaty For The Devil’inin
uyarlamasında ki; bu arada, kendileri en sevdiğim gruplardan biridir ve
doğrudur da A.C.A.B.! Biz de bira alıp içmeye başladık, herkes Keşanlı’ymış,
zaten barizdi bakınca. Bizim sokağa dumanlar gelmeye başladı, yavaştan
kahvaltıcıya doğru hareketlenmeye başlamıştık ki birisi: “Keşanlılar dönsün!”
deyince ellerinde şişelerle yirmi kişi gülerek durduk, gitmedik; Işıl
çantasından bana bir şal verdi ağzımı kapattım; sonra da unuttum bende kaldı
ama yıkadık, bekliyorum geri vermeyi çünkü ben; maddeye mana yükleme taraftarı
değilim, hatıralarımı hafızamda taşırım ve nereye gitsem benimledir onlar; eğer
olur da unutursam, bu; onların ya o kadar da abartılacak bir şey olmadığını ya
da beynimde kalan birkaç hücremin de ölmeye başladığını gösterir. Arkadan da
gazlanınca dükkanın içine üst kata çıktık, camları kapatıp beklerken dükkanın
sahibini gözaltına almışlar. Daha sonra Işıl, ben ve Ağa içmeye gitmek üzere
hemşerilerimizden ayrıldık.
Çarşıdan
çıktık, bir dolmuşa binip Taksim’e gitmeye karar vermiştik ancak, bize;
Taksim’in hâlâ kapalı olduğunu söylediler. Zarbolar yanımızdan geçip bir sokağı
kesmek için ilerliyorlardı, ortalıkta bizden çok onlar vardı; geçenlerden
birinin bana baktığını fark ettim; tüysüz, yürüyor ama gözlerini dikmiş benden
ayırmıyor, ben de ona baktım ama suratı tanıdık gelmedi, bilemedim neden bu
denli uzun baktığını; Işıl da fark etmiş, “Amma kesiştiniz ha” demişti. Tekrar
içeri girmeye karar verdik biz de, kapatmakta oldukları sokaktan, “Abim, orası
kapalı!” diye arkamızdan gülerek seslendi Işıl, ona diyen polisi taklit
ediyordu, biz de güldük, başka bir sokaktan girdik, bir mekâna oturup
biralarımızı söyledik. Çok geçmeden Ağa’nın telefonu çaldı, bir sakıncası olup
olmadığını sorduktan sonra olduğumuz yeri söyledi, az evvel ayrıldığımız
hemşerilerimize. Sanırım ikinci biraya geçerken bir anda beş masa Keşanlı
olmuştuk mekânda; bağırarak konuşuyor, yüksek sesle gülüyor ve yan masalara
salça olup laf atarak memleketimizin şanına yaraşır bir şekilde doğal
davranıyorduk. Işıl’ın diksiyonu acayip düzgündü, o bizim gibi konuşamıyordu;
ilk zamanlarda ben de kötü bir karikatürü gibi konuşabiliyordum Keşanlılar’ın
ama zamanla işin felsefesini kapmış, konuşmayı sökmüştüm. Adanademirli abi de
bizleydi, tuvalet sırasında önümde beklerken ona:
“Dün
gece sorduğunda kafayı toparlayıp cevap veremedim abi kusura bakma ama şimdi
söyleyim; bana kalırsa solun zaman zaman denediği ve bir türlü hayata
geçiremediği cephe muhabbetleri fikir olarak çok doğru ve gerekli olmakla
birlikte uygulanabilirlik açısından o iş malesef yaş, oluru yok.” dedim.
“Bence
yanlış düşünüyorsun, neden olmasın? Bak şimdi böyleyken böyle...” derken,
tuvalet sırası gelmişti ve “sonra konuşuruz” dedi, hem biz sıkışmıştık hem de
arkamızda bir dünya insan vardı, lafı biraz uzatsak bize “Siktirtmeyin
cephenizi, altımıza işiycez ulan!” demek için hazırlanan.
Işıl
da yanımızdaki kuyruktaymış, gülerek, bana: “Çok cahilsin Murat Can, abi göt
etti seni, hiç konuşma daha.” dedi.
Masanın
yarısı biraz geçince kalktı, biraz daha oturduktan sonra biz de kalktık, bizim
de bir kısmımız dağıldı, biz yine birkaç kişi başka bir yere içmeye gidelim
dedik; önce biraları Tekel’den alıp Kartal’ın önüne oturduk, onları da
bitirince Külüstür’e girdik, orda da biraz içtikten ve gürültü yaptıktan sonra
sokak pilavcısında pilav yedik, tadını gerçekten hatırlamıyorum ama Işıl’ın
dediğine göre güzelmiş. Abisiyle kalıyordu, beni de davet etti, elbette çok
isterdim, eminim çok rahat ederdim ama Ağa’yı biletleyemezdim, Ağa’ya gittik.
İçki belki ama onun yerine iki cigara sardı Ağa, onları içip sohbet ettik;
“Nerde
kalmıştık?” dedi, gülümseyerek, baştan anlayamadım ama çok geçmeden jeton
düştü:
“Gemide,”
dedim, “Ağa ben Zeki Demirkubuzcu’yum. Kader. Bağışla hemen idrak edemedim. ‘O
zamanlar efendi çocuğum tabi’” dedim.
“Benim
adamım Serdar Akar, filmim Gemde” dedi.
“’Samsun
canavar.’”
“’O
zaman bu gece de ben bi hikâye anlatayım size.’”
“’Ee,
totoculuk var, topçuluk var... ulan sen gelin arabasını mı kullanıcaksın, bok
arabasını mı?’”
Böyle biraz konuşup, gülüştük; sonra
o yattı, sabah mesai vardı; kendime bir tane daha sarıp içtikten sonra ben de
gidip yattım. Sabah Ağa beni uyandıramadı, ben uyandığımda öğle zamanlarıydı,
aradım açamadı, ben de “uyandım, her şey için teşekkür ederim, kapıyı çekip
gidiyorum” yazıp gönderdikten sonra biraz bekleyip dışarı çıktım. Sahilde biraz
yürüdüm, oturdum, balık tutan insanları seyrettim, İsmail Abi’nin el salladığı
yere gittim ve Işıl’ı aradım; bana muhteşem bir kahvaltıyı kaçırdığımı söyledi,
“Yapma be dava,” diyerek ona gideceğimi, eğer müsaitse gitmeden bana yolluk iki
bira ısmarlayabilecek mi olduğunu sordum. “Olur” dedi, “Asla böyle bir şeyi
kabul edemem” diyerek minibüse atladım.
Bir
gün gecikmeli de olsa sonunda Taksim’e çıkabilmiştik; yine her zamanki gibi çok
şıktı, gerçekten bir tarzı vardı ve bunca türlü türlü giysinin olduğu tüketim
çılgınlığının ortasında böyle karakteri olan, kişiliğini yansıtan ve onu ifade
eden şeyleri bulup çıkarmak ve de giymek, yakıştırmak ve endüstriyel tek tip
üretimin içinde böyle eşsiz olabilmek gerçekten takdiri hak ediyordu; biraları
alıp beni Cihangir Merdivenleri’ne götürdü, kalabalıktı, bir yer bulup oturduk.
Bira içip, sohbet eder ve denizi izlerken kadraja önümüzdeki bir elemanın düşük
pantulu ve yukarı sıyrılmış tişörtünün arasından bizi selamlayan çatal
manzarasını gösterdim ona, “Hayat bugün çok zor” dedi. Laf abisine geldi,
“Tanısan çok seversin aslında” dedi,
“Biliyorum,” dedim, “Tolga söylemişti, çok
rahat bi adammış tam benim kafada.”
“Öyle,”
dedi, “çok iyidir abim, hiç sıkmaz hatta Tolga’ya göre aşırı rahat. Bazen
sınırları zorlasam da bu iyiliğini suistimal etmemeye çalışıyorum.”
“Asıl
senin baban bombaymış, duyduğuma göre; bi gün misafirlere yüzlük rakı almış ama
onlar gelene kadar içince, arayıp yeni bi tane almalarını söylemiş.”
Güldü,
“Doğru,” dedi, “ öyle bi şey vardı. O da iyidir çok, Gezi Parkı zamanlarında
milletin anası babası ‘olaylara karışmayın’ derken; arayıp bana ‘göz altına
alınırsan susma hakkımı kullanıyorum de ve asla hiçbi kağıt imzalama’ dedi.”
Pek
tabii haliyle, saygım bir kat daha arttı adama.
“Biliyosun
ben tek çocuğum, eskiden bi kardeşim olmasını çok isterdim, ama şimdi
kuzenlerimin kızları var, çok tatlılar bayılıyorum onlara. Ben zaten
feministim, kadınlara taparım, onlar için yaşarım, onların en büyük hayranıyım;
farz edelim ki kazara filan illa bi çocuğum olacaksa kızım olmasını isterdim.”
“Senden
çok iyi bi baba olurdu.”
Biliyordum,
benden bir bok olmazdı ama bunu söylemesi acayip hoşuma gitti, teşekkür ettim.
Boş
şişeleri toplayan eleman bizimkileri es geçiyordu, bu turda boşları ona uzattım
“Abi
bunlar benim işime yaramaz.”
“Sahi,”
dedim, “çok afedersin, bunlar Bomonti.”
Az
önce yanımızda pet şişeden kubar çektiği halde, bıraktığını ve Gezi Parkı’nda
başından geçen maceraları anlattı, mor halkaların arasındaki kırmızı gözleriyle
bize bakıp gülümsüyor, iştahla anlatıyordu; sanırım burdaki insanların hiçbiri
onunla arkadaşlık kurmamış tamamiyle profesyonel takılıyorlardı veya o gün onun
arkadaşları gelmemişlerdi henüz.
“Şimdi,”
dedi Işıl, “seni genelde takıldığım mekânlardan birine götürücem, beğeneceğini
düşünüyorum.”
“Dizlerimin
üstündeyim ahbap, ben içinde alkol olan her şeyi severim.”
Gerçekten
güzeldi, hoşuma gitmişti, kendimi rahat hissedebileceğim bir ortamı vardı ve
güzel müzikler çalıyorlardı, üstüne Işıl bir de patlamış mısır aldı. Yine laf
lafı açtı ve nasıl olduysa konu benim Dreamers’taki rolüyle Eva Green’e aşık
olmama geldi. Muhteşem bir karakterdi; acayip cool, kendinden emin, biraz
ukala, esprili ve çatlağın tekini oynuyordu.
“Aynı
kadını beğenmemize sevindim. Orda benim de çok hoşuma gitmişti.”
“Hadi
beni siktir et, Müslüm Baba: ‘Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?’. Çok sevdik be
abi! İnsan, insana bunu yapar mı? Bunu yapan insan olamaz...” lafı burda kesip,
Redd’e eşlik etmeye başladım çünkü, Mutlu Olmak İçin’i söylüyorlardı.
Lafı
biraz daha uzatırsak, geri dönemeyeceğimi, ona ve sohbetine doyum olmadığını
ama ufak ufak kalksak fena olmayacağını söyledim, sanırım o da memnundu veya
bana çaktırmıyordu ama kalksak iyi olacaktı.
“Gidebilecek
misin?”
“Tabi.
N’olcak, hem gidemezsem seni ararım, idare edicen beni artık, bi gece daha
tahammül ediceksin bana.”
“Olur
mu öyle şey, biliyosun kalabilirsin istersen?”
“Çok
isterdim fakat biliyosun ‘okul mokul takılıyorum.’”
“Tamam
o zaman neyse, sen bilirsin, ama haber ver bana tamam mı?”
“Hiç
merak etme, başgan. Her şey için çok teşekkür ederim, görüşmek üzere, iyi bak
kendine.”
“Canım
benim, sen de öyle.”
“Hadi
eyvallah.”
Sarıldık
ve ayrıldık, ben önce Aksaray’a ordan Metro’yla Otogar’a geçtim, ona ve Ağa’ya
tekrar teşekkür ettikten sonra bilet almak üzere dükkana girdim, bilet fiyatını
sordum; iki lira eksiğim vardı, ne kadar silkelensem de çıkışmadı; başka
firmalara da baktım, zaten fazla seçeneğim yoktu, en ucuzu ilk sorduğumdu;
durumu izah ettim, bana topu topu bir buçuk saatlik yol için beş saat beklemem
gerektiğini o zaman gidebileceğimi -burası önemli: o da belki- söyledi, dedim
“Abi naptın?”
“Valla
benim yapabileceğim bir şey yok, git arka tarafta şoförle konuş.”
Arka
tarafta şoförle konuşmanın birden ahlaksız bir teklif olabileceğini düşündüm
ama işi oraya kadar götürmeden de gayet medeni bir şekilde, centilmen iki
beyfendi gibi halledebileceğimizi umarak şoförü buldum, cebinden iki lira bozuk
çıkardı bana verdi, mücadelemize iki lira da olsa bir katkısı olmuştu sonuçta.
Yolda uyudum, varınca anneme; giderken Şefim’le ona yaptığımız gibi zafer
işareti yaptım kapıda yine, o da bizi yolcularkenki gibi gene gülerek
karşıladı. Yorulmuştum ama bir iki tane daha yorgunluk birası içsem çok daha
rahat uyurdum.