Yaz sonuydu, vefasız dostum Tayfun gelmiş ve duygulanıp ağlamaya başlayınca şaşkınlıkla gülmüş; “oğlum sakin ol, zaten burdayken de arayıp sorduğun yoktu, hem belki böylelikle daha sık görüşürüz.” diyerek teselli edip boşalan dairemizin önüne çıktığımızda Veli’yle karşılaştık, hâlâ biraz zamanımız olduğundan derneğe gidip birer bira yapalım yolluk dedik; annem beklenmedik bir anda, pat diye erkenden, “gidiyoruz” dediğinde; hiç adetim olmadığı halde, iki birayı on beş dakika içinde içmek zorunda kalmıştım, sonra çocuklar bizi uğurladı, yola çıktık. O günkü koşturmacanın içinde bir ara aylardır bi türlü görmediğim sevgili dostum Tolga’yla da ayak üstü tesadüf edip vedalaşmıştık; burda akrabaları olduğundan, onla görüşme olasılığımız da artıyordu aslında; ama nerden baksan bir sene oldu, ‘hasretinden prangalar eskittim’ yine de bir türlü bir araya gelemedik. Zaten liseden sonra bir daha asla tam kadro sahaya çıkamadık.
Bir gece öncesinde ilköğretimimi tamamladığım okul bahçesinde içerken ‘parla be çılgın elmas’ Murat, ertesi gün otostopla güneye gitmeyi teklif etmiş; bunun, taşınıyor olduğumuz için mümkün olmadığını söylemiştim. Sonrasında o gece; Cem’in de alzeihmer hastalığından iyice elden ayaktan düşen, huysuz ihtiyar dedesi vefat etmiş; onun kadar olmasa da bizleri üzmüştü. Ölüme sevinemiyorduk; hatta öncesinde, o gece ötenazinin bi hak olduğu kararına varmıştık; yine de ölüme değil aslında işleri oraya getiren hayata karşı tepkiliydik; ölümle bi problemi olmayan bizi üzen her ne kadar bu şekilde yaşamak da olsa; o şekilde ölmeye, o şekilde yaşamakla birlikte karşıydık.Sevgililer Günü’nde dönmüştüm, turistik gezi için memlekete, Murat’ı bi günle kaçırmıştım. ‘Gönül Adamı’ Mahmut, Cem, Veli, Tayfun ve ben kısa sürede bizim evin oralarda toplanıp, bizim bakkaldan şarabımızı alıp Sağlık Meslek’in bahçesine gittik; rüzgarın yakıcı soğuğundan korunmak için Atatürk Büstü’nün arkasına geçtik. Orda eşcinselli bi hikaye yazmak istediğimi söyleyince bi arkadaş, senelerce önce başından geçmiş bi hatırasını anlattı: O yaz denizin içinde tanışmışlar; bizimki gerçekten beğenip, etkilenmiş; taş gibiymiş, baştan anlamamış ve durumu çakması sevgili olmalarına engel olmamış. İşte böyle romantik adamlarla takılıyorum.
Şarabımız bitince, -bilen bilir- ‘ucuz bira’ almak için yine bizim bakkalın yolunu tuttuk, sevdiğim sloganları atıyorduk. Biraları alıp bizim ilkokulun bahçesine gittik. Çağrı aradı, dernekteymiş, bekliyormuş; mecbur fazla bekletmemek için hızlıdan çekip derneğe gittik ama yolda rakıyı nerde ve nasıl içeceğimizin tartışmasını veriyorduk, bir karara varamadan geldik. Çok geçmeden Şafak ve Ankara’dan ayağının tozuyla bize katılan sevgili Taner de aramızdaydı. Yine tam kadro olamamıştık ama ekip ve sohbet sağlamdı, canlarım benim, çok özlemişim onları; oy birliği sağlayamasak da oy çokluğuyla karşıdaki MHP ilçe teşkilatının üst katındaki pavyona gitme kararı aldık. Çağrı dernekte kalmış, Taner de “Çağrı’nın yanına dönüyorum ben” demiş, Şafak ise “gelirim ben kanka ya” diyerek bizi biletlemişti. Sonra biz daha adımımızı atmadan Taner aramıza dönmüştü, nasıl sevindim anlatamam.
Mekâna girdik, hemen bir abi bizimle alakadar olup; içerde, köşedeki bir masaya yerleştirdi bizi, bira söyledik. Pek kalabalık değildi, iyi. Yalnız ortam; o Yeşilçam’daki veya kitaplardaki gibi değil; saz ekibi yok, dijital teknoloji; boktan pop ve hit oyun havaları çaldırıp sersemletiyor ve ablalar masaların arasında ve ortadaki pistte dans ediyor, karanlık fonun üzerinde sürekli hareket halindeki baş dündüren renkli ışıkların altında; bazıları da bir masaya oturmuş dinleniyordu.
Veli’nin söylediğine göre ben, çılgın diktatörler gibi yanımdakileri yumruklayıp, dürterek, ite kaka garsona seslenmelerini söylüyormuşum. Bizimkiler pek bir tutuktu baştan, neyse ki sonra açıldılar. Baktım bizimkilerde iş yok ayağa kalkıp garsona işaret ettim; onlar kenarda ben ortadaydım, daha müsait olmalarına rağmen naparsın, iş başa düşmüştü. Abi geldi, bi ablanın masaya kaça geldiğini sordum, uygundu, çağırdım. Elma suyu alıp gelmiş, bizim masamızda oynurdu, çok geçmeden ilk önce Veli, sonra Cem ve Tayfun arkalarından onların ısrar ve çekelemeleriyle ben kalkarak ablayla oynamaya başladık. Tayfun ayaküstü bayağı muhabbet etmişti, ben oynamayı bilmediğimden Şener Şenvari figürler yaparken, Mahmut da bizi videoya çekiyordu, hepimizin yüzü gülüyor, yalnız ne var ki Taner somurtuyordu, çok ciddiydi, oynamasını bilmesine rağmen kalkmamıştı, oturup birasını içip bize pis pis bakışlar atıyordu, bense ona bakarak kâh gülümsüyor, kâh şen bir kahkaha koyveriyordum. İçimizde en iyi oynayan Veli’ydi, hiç beklemediğim iki metrelik ‘uzun adam’ Cem bile bir harikaydı, inanılmaz derecede esnek ve kıvraktı, takdir ettim. Tayfun’un dediğine göre esmer abla da bizi çok beğenmiş, hepimiz turiste benziyormuş, memurluğundan mütevellit aramızdaki tek takım elbiseli Mahmut hariç; sanırım sırf bu yüzden o Türk’müş.
Esmer abla gitti, biz de masaya dönüp içmeye devam ettik lakin, uzaklardaki şarışın bir başka abla dikkatimizi çekti; masanın halkla ilişkileri bende olduğundan, garson abiye rica ettim o da geldi; bize dostane davranan “fazla içmeyin, sonra sizi burda hesapta sikerler” diyen dost canlısı, genç ve hoş sohbet ablanın tam tersi olarak; soğuk, suratsız, son derece profesyonel ve biraz da geçkinceydi ve ben malesef ki cebimdeki son parayı ona, yani yanlış kadına takmıştım. Büyük bir pişmanlık ve ağır bir suçluluk duygusu içinde esmer ablayı tekrar çağırmamız gerektiğini her ne kadar söylesem de masadakilere dinletemedim; onlarda da paralar suyunu çekmeye başlamıştı, o kadar ısrar etmeme rağmen, “şimdi gidelim, yarın yine geliriz” dediler. Kapıdan pasaja çıkarken, Cem: “Ulan bu şarkıda çıkılır mı be?” deyince hemen geri dönmeye başlamıştım ki, tayfanın yarısı çoktan merdivenlerden aşağı inmeye başlamıştı. Düğündeki alır almaz patlayacak ucuz balonu, annesinin parası olmadığı için alamayan çocuk hayal kırıklığı ve öfkesiyle sırt çantama davrandım ve çantamdaki bir buçuk litrelik şarap şişesini çıkararak: “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” dedim.
Rakı muhabbetini kaynatmışlar, pavyonda da yeterince durmamışlardı ama yine de ‘kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!’ diyerek, tekrar Sağlık Meslek’in bahçesine yollandık. Gitmeden bi börek yiyelim dedik, yolu biraz daha uzatıp börekçiye gittiğimizdeyse kapalı olduğunu gördük. Sağlık olsundu, daha içkimiz vardı. Bahçede şişeyi açmaları için çantamı Cem’e verirken bir an için elimden kaydı, hafifçe yere çarptı. Sonra Tayfun, onlarda içmeyi önerdi, ‘olur’ dedik, çantayı tekrar sırtıma taktım ve yola koyulduk. Yürürken; götümde baştan anlamlandıramadığım bir ıslaklık hissettim, ‘ulan, yoksa?’ diyerek kendi kendime çantayı açtım. Malesef şişe kırılmış, beni al şaraba boyamıştı. Sırtımda parkam olduğundan içeri geçmemiş, aşağı inenene kadar fark edememiştim. Bizim fanzinin ilk iki sayısının son kopyaları ve Oğuz Atay’ın Günlük’ü ayvayı yemişti, teselli ikramiyesi ise diş fırçamın da şaraba bulanmış olması ve bir şişe de cep viskisi almış olmamdı. Çantamdan bir tek ‘Nutuk’ çıkmadı; fanzinleriyse, rastlarsam babama veririm diye almıştım ancak artık olanaksızdı.
Taner’le Mahmut da bizden koptu, Tayfun’a gittik. Veli tuvalete girdi ve biz de kendi aramızda benim son paramı yanlış kadına takmam konusunda hararetli bir sohbete tutuştuk; isyan ediyor, pişmanlık duyuyorduk lakin; olan olmuştu artık, yapacak bir şey yoktu ve benim dönüş param da kalmamıştı. Tuvaletten çıkınca Veli de sohbeetimize katıldı, viskileri içtikten sonra o kalktı, Cem’le ben orda kaldık. Salondaydık ve ben üçlü koltuğa geçip uzandım, bilmiyorum onlar nerde yattılar, uyandığımda uyanmışlardı çoktan. ‘Kaslı, sporcu’ Tayfun bize kendi şampiyonların kahvaltısından hazırlıyordu; kendine altı, bize ikişer yumurtalı, yulaflı besleyici omlet.
Kahvaltıdan sonra, Sevil Teyzeler’euğramadan önce biraz ‘pantalık’ yapayım, sokakları turlayım dedim. Yolda babamla karşılaştım, iki kişi daha vardı yanında tanımadığım, arkadaşları herhalde. Ayaküstü sohbet: her zamankinden. Dersler, filan, cart, curt, “çok içme” vesaire... Para vermek istedi, almak istemedim; tamam belki param yoktu ama ondan para almak istemiyordum, ısrar etti, yandaki adamların içinde rencide etmeyeyim, ayıp olmasın diye mecbur hissettim, aldım; sanki haberi varmış gibi gülerek: “kadınlara takmayasın yalnız parayı” dedi, şaşırdım.
Ailecek çok samimi ve sağlam bir dostluğumuz vardır Sevil Teyzeler’le, hiç çekinmem, kendimi çok rahat hissederim yanında; zaten aksi olsa darılır, gönül koyar, kızar bana. Çok da güzel kahve falı bakar, bana da bakmıştı. Ağzından bal damlıyordu, kendi gibi güzel şeyler söylemişti yine; canım benim. Yeni yemiş ve henüz acıkmaya fırsatım olmamış olmasına rağmen ısrarlarını kırmayıp onlarla sofraya oturup, eşlik de ettim; kalkıp mesaiye dönmeden önce.
Bu gece dünkü çoğunluğu sağlayamamıştık, eksiklerimiz vardı, Tayfun da eski günlerdeki gibi “kanka ben gelicem” deyip bizi biletledi, gelmeyeceğini biliyorduk ama Cem: “Sen burdasın ya, gelir” dedi. Tayfun gelmedi. Veli deri ceketini giyip gelmişti, üçümüzdük. Doğruca şarapları ve biraları alıp Sağlık Meslek’e. İçtik, bitirdik, güldük, eğlendik, güzel vakit geçirdik ama benim dişimin kovuğuna gitmemişti; hem aklım pavyondaki iyi yürekli esmer abladaydı, belki dedim içtikten sonra bizimkileri ikna etmem daha kolay olur, şansımı zorladım. Sonuç olumluydu yalnız işin kötüsü o kadar paramız yoktu. Bu arada saat on buçuğu çoktan geçmişti. Bizimkiler ‘bar filozofu’ Serhat Abi’nin bir süredir ikamet ettiği oteli biliyorlarmış; Veli, “Hadi Serhat Abi’ye gidelim” dedi. Der demez hemen düştük yola. Kendisi muhteşem bir insan ve benim de idolümdür. Eğer Jim Morrison olamayacaksam, elbette Serhat Abi olmak isterim.
İlk zamanlarda, her seferinde baştan tanışıyor ve her zaman farklı şeylerden konuşuyorduk. “Kusura bakma, alkol yüzünden isimleri unutuyorum ama simalar aklımda.” derdi, önemsemezdim; son zamanlardaysa gülerek, “Meşhur yapıcam seni.” demeye başlamıştı bana. O bizim abimiz biz onun ‘kuzucukları’ idik. Sayısal Loto satıp, meyhaneleri dolaşıp, kendine içki ısmarlatarak sürdürürdü hayatını. Bizim paramızla içmek istemez, ısrarlarımıza dayanamaz, bizle sohbet etmek için kabul ederdi. Sokakta kaldığı dönemde bir gece; bütün parasıyla bize içki ısmarlamıştı, gökkubbenin altındaki hurdaya çıkmış çekyatta birlikte içmiştik. Resepsiyon görevlisi arayıp, haber vereyim dedi, telefonda konuşurken “Devrimciler geldi!” diye bağırdım arkadan, çok geçmeden terliklerle indi. Bizi görünce hem şaşırdı, hem sevindi. Telaşlanmış adam “devrimcileri” duyunca, bir parça da heyecanlanmış haliyle.
Dedik, “Serhat Abi biz senle içmek istiyoruz, tüm paramız bu, nasıl yapıcaz?”
Dedi, “Hiç korkmayın, gelin benle.”
Takılıp gittik Serhat Abi’nin peşine, en son sanırım lisenin başlarındayken rakı içmeye gittiğimiz, aslında sevdiğimiz ama nedendir bilinmez birkaç defadan sonra gitmediğimiz bir meyhaneye. Kalabalıktı, Serhat Abi barmenle konuşup sipariş verdi, içerde oturanlardan da bir adam bize selam verdi, elini uzattı. Sırayı bozmadım, ben de tokalaştım, “Aferin, iyi sıkıyo” dedi, sanırım parkalı, postallı kılığım ve tipimden olsa gerek,
“Ben faşistim kardeşim” dedi.
“İyi,” dedim, “Napalım?”
“Vay geri vites yok, helal. Şaka yaptım sana, kusura bakma. Mekan bizim, rahat ol.”
“Memnun oldum” dedim “tanıştığımıza.”
Yanlarındaki boş masaya oturduk. Bir buçuk litre beyaz şarap geldi. Serhat Abi:
“Kuzucuklar,” dedi, “ben günde on beş, yirmi litre şarap içen adamım ama kırmızı içmem; katkı maddesi var kanserojen, en iyisi beyaz.”
Yan masadaki az evvel tanıştığım abi de haliyle hem Serhat Abi’yi hem de bizim Cem’i tanıyormuş, bir şişe de o söyledi bize. Onların masa dağılınca da yanımıza gelip, sohbete katıldı. İçkiler bitti, dükkan kapanacaktı, aşağı indik lakin, benim hâlâ içesim vardı. Serhat Abi’nin koluna girip, çekiştirip slogan atmaya, marş söylemeye başladım, o da eşlik etti, diğerleri de; masada kartını Cem’e verip, “bizim dükkanı biliyorsun” diyen yeni tanıştığım abi motoruna atlayıp; evrenin derinliklerinde kayan bir yıldız gibi karanlığın içinde kayboldu. Ben “daha içicez” diye tutturmuş ve laftan anlamıyordum, bunca yılın tam zamanlı alkoliği Serhat Abi bile: “Yalnız böyle yaparsan, ben bi daha senle içmem, terliklerle çıktım zaten telaştan. Benim gitmem lâzım.” dedi. O sırada karanlığın ortasında bizim ‘Ghost Rider’ yine belirdi. Durumu ona izah ettim, hak verdi: “Gel, bizim dükkanda içelim” dedi. Atladım motorunun arkasına, Cem nasıl olsa dükkanı biliyordu, Veli’yle gelirlerdi peşimizden; ancak ne var ki Cem bilmiyormuş ve hesapta o gece ben onlarda kalacaktım, üstüne bir de bizimkinin şarjı bitmesin mi? Her neyse...
Dükkana geldik, “Şimdi seni çocuğumla tanıştırıcam,” dedi, “önden git, kapıyı çal, kesin açar.” dediğini yaptım, evladı da adamın dediğini yaptı, sonra çocuğu şarap almaya yolladı. Aslında köpekten korkarım, ama hiç çaktırmam, mecbur kalırsam hele severim bile; Dog Argentina cinsi, dünyalar tatlısı ve uzun süre kaybolduktan sonra yeni bulunduğunu ve de sara hastası olduğunu öğrendiğim köpeğe inanılmaz yakınlık hissettim -o da bana karşı boş değildi, hadi yine iyiydim- ve bildiğin seviştim, canım benim.
Ben Cem’i arıyordum ama şarjı bittiğinden telefonu kapalıydı, sonra birden babam aradı; merak etmiş. Atarlandım, “ulan,” dedim, “ne sikime arıyosun beni, bugün tesadüf edip rastlaştık, cebime para koydun diye mi babam olduğunu hatırladın? Benim hakkımda en ufak bi fikrin yok, hiçbi şeyden haberin yok, şimdi görünce mi aklına geldi; görmesen, ölsem haberin olmicak, içiyoruz biz, geliyo musun?” dedim, “geç oldu, hayır.” Dedi. “O zaman siktir git.” diyerek telefonu kapadım.
“Ben sizi yalnız bırakayım da biraz konuşun” diyerek yanımızdan ayrıldı beni getiren abi. Çocukla biraz lafladık, dövme sanatçısıymış, liseden atılmış, kendi dövmelerine baktım, güzel işlerdi gerçekten; benim de çok istediğimi yalnız sırf yaptırmış olmak için yaptırılacak bir şey olmadığı için yaptırmadığımı ama bir gün netleşirsem onu bulacağımı filan söyledim ve biraz da havadan sudan, güncel politikadan, üniversiteden filan bahsettik. Veli aradı, eve gelmiş, merak etmiş, arabayla beni almaya geleceğini söyledi, kabul ettim, dükkanı tarif ettim, çok geçmeden geldi.
Şarabı bitirip, dostlarımızla vedalaştık, arabaya giderken tutturdum ‘mahalleye’ gidip ot alalım diye. Bindik Veli arabayı çalıştırdı, baktım mahalleye doğru gitmiyor, yeni hareket ettik, pek hızlı da sayılmayız, sonra aksiyon filmleriyle büyüdük. Kapıyı açıp atladım arabadan, biraz yuvarlandıktan sonra, hemen toparlanıp ayağa kalktım ve “Ben mahalleye gidiyorum kardeşim, gelmezsen gelme” dedim. Veli de yanaşıp durdu, “Tamam, gidicez.” diye beni kandırıp arabaya aldı, mahallleye gider gibi yapıp ilerden dönerek evine götürdü. Balkonda birer sigara içip salonda uyuduk. Sabah Cem aradı; merak etmiş ne yaptım diye, uyku sersemi doğru düzgün cevap veremeden kapadım. Veli uyanmıştı, Cartoon Network’te Regular Show izliyorduk ki annesi seslendi: “Kahvaltı hazır.” Kadınceğiz, canım benim o kadar da zahmet etmiş bir de oğlunun arkadaşı, misafiriyim diye ama tek lokma yiyecek halim yoktu, ayran vardı; biraz içtim. Yiyemediğimi ayıp olmasın diye kadına çaktırmak da istemiyordum, umarım müttefikim Veli beni anlamış, bari yiyemediğim için en azından umarım o alınmamıştır. Cemler’e gitmek üzere evden çıktık, sonra nedendir bilmem Veli yarı yolda yan çizdi; ‘götadam’, ‘biletçi’.
Cemler de beni yine bir kahvaltı sofrasıyla karşıladılar, annesi –kendisi bu arada benim çok beğendiğim muhteşem resimler yapar- “Biz seni geceden bekliyoduk ama aksilik olmuş, kaybetmişsiniz birbirinizi.” dedi. Gece babası “Nasıl adamsın lan sen, insan yanındaki arkadaşını kaybeder mi?” diye sitemde bulunmuş. Konuşma genelde soru cevap şeklinde gittiğinden daha da komik bir hal almış; benim al şaraba bulandığımı da bir araya sıkıştırıvermiş bizimki; adam da halden anlar bir tavır, içten bir üzüntüyle karışık ufak çapta bir isyanla : “Bu kadar olur, bi adamın işleri ters gitmeye başladı mı, hep öyle devam eder.” yorumunda bulunmuş ki hakkı var. Canım kahvaltılıkları yine yiyemediğim gibi tabağımdaki omleti de Cem’in marifetiyle çaktırmadan çöpe atmak zorunda kaldık, içim sızladı ama neylersin? Yemeğe davransam, ortalık karışacak, etraf kirlenmeye başlayacak, leş gibi kokacak ve bu iyi kalpli, misafirperver, sıcak insanlara karşı çok ayıp olacaktı.
Parayı bulmamız lazımdı, bayiiden bülten alıp; lisede mesailerimizi geçirdiğimiz kafeye gittik, baktık doğru düzgün maç yoktu, kupon yapamadık. Ben çılgınlar gibi Snickers yemeye başladım, kendimi durduramıyordum ta ki “ulan şimdi bu mideyle ishal olursak; bokunu tutamayan sarhoşa dönücez, yakışmaz” diye düşünerek vazgeçirene kadar kendimi. Gidişlerimizi bir gün daha erteleme kararı alarak ertesi güne Cem’e bilet aldık, benim için bilet sorunu yoktu, her türlü araba bulurdum.
Çoktandır olmayan ama bir aralar her akşam aynı saatlerde tekrarlanan ve içmeye başlayınca geçen elmacık kemiklerimin üstünün kızarıp şişmesiyle ilk kez karşılaşan Cem biraz şaşırdı; epeydir olmadığından benim de şaşırdığımı ama korkulacak bir şey olmadığını, her şeyin yolunda ve kontrol alıtnda olduğunu, sadece yüzümün biraz yandığnı ve hafiften sızladığını ama nasıl geçeceğini bildiğimi söyleyince fazla vakit kaybetmeksizin; biraları, şarapları alıp aynı yerin yolun tuttuk, yalnız hava çok daha sert ve serindi. Hale limon geldiğinden Veli de yoktu bu akşam, biz rahat rahat içelim diye mesai saatleri dışında solculuk yapan Mahmut da. Çağrı zaten binlerce yılda bir nadir olarak görülen bir doğa olayı gibi tek gecelik dışarı çıkmıştı. Taner sırf etkinlik için Ankara’dan atlayıp gelmişti, işi gücü vardı adamın; Şafak hala dönmemiş, Tayfun da hâlâ gelmemişti. Hiç gelemeyen Tanju’ylaysa telefonda konuşmuştuk, selamı var. İkimizdik, babama atarlanmam beni rahatsız etmişti; ölümlü dünyada hiçbir şeyin insanların birbirini kırmasını, kaba davranmasını gerektirmediğini düşünürüm; her ne kadar pratikte genelde çuvallıyor da olsam. “Yakışmaz dayı, sen bilirsin” deyince Cem, aradım babamı:
“Ya,” dedim, “geçen gece içmeye gelmedin diye seni azarladım, kusura bakma.”
“Önemli değil,” dedi, gayet sakin ve yumuşak bir sesle, “bana istediğini söyleyebilirsin.”
“Onun için aradım zaten, bunu söylemek için. Hadi eyvallah.”
‘Üşüyoruz reyiz’ diyerek ve başbaşa olduğumuzdan, şarap faslı bittikten sonra biraları Cemler’de içmeye karar verdik ve o gece de her gece olduğu gibi önceden bir araya topladığımız izmaritlerimizi ve boş şişelerimizi poşetlere doldurup çöpe attık. İşerken de duyarlı ve hassastık, bitki ve toprağa; bizi misafir eden ve orda yaşayan dostlarımıza zarar vermemek için hep beton duvarların köşelerine işedik.
Her şeyden önce bir defa prensip olarak ciddiyetsizdik; aklımıza gelen her şeyden bahsettik; örneğin, benim mahalleden bir at çalarak -beyaz olmasa da atlı bir prens olarak- sevdiğim kadını kaçırma planlarımdan; profesyonel olarak at hırsızlığı konusundaki kariyer ve gelecek planlarımdan söz ettik. Gülmekten ağlanacak yerlerin hakkını veremedik. Annesinin sabah erken kalkıp arabalara yetişeceğimizi hatırlatmasından kısa bir süre sonra kalan son biraları da çekip, kalan son birkaç saatlik uyku için yataklara geçtik.
Sabah Cem’i yolculamak için yazıhaneye gittik, ben ondan hemen sonra çıkacaktım yola. Serhat Abi geçiyordu; o zaman anlayamamıştım ama geçen 1 Mayıs’a giderken anımsadım ve o zaman anladım; bize:
“Çocuklar Taksim’in size ihtiyacı var, İstanbul’un size ihtiyacı var.” demişti.
x