Erkenden
kalkıp, kahvaltı etmeden, üniformamı giyip; okul yerine, yol üstündeki Rasim Abi’nin kahvesine gittim,
bakkaldan bi
Cumhuriyet bi de Birgün alıp. Sabah serininde yürümek de iyi gelmişti, biraz
olsun açılmıştım; ders zamanı ders, oyun zamanı oyun yerine; çay, sigara
yapıyordum ve Erdal Eren’le birlikte; isimleri Kenan ile Evren olan Türkiye’nin
ilk tüp ikizleriyle yaşıt olduğumu öğrenmiştim, Cumhuriyet’ten. Liseliydim ve
ben o zamanlar hep on yedi yaşındaydım. Rasim Abi sonra orayı internet kafe
yaptı, yıllardır gitmediğimden uzun zamandır göremedim de, bilemem orayı şimdi
ne yaptığını ama eksik olmasın hala facebooktan fotoğraflarımı beğenir.
Şimdi
“ölümsüz gençliğin şövalyesi”, “delikanlım”ların yaşına geldim ve görünüşe
bakılırsa öleceğim de yok, böyle bi niyetim olmamakla beraber. Gerçi bi ara
düşündüm, kim düşünmez ki? Önüme gelene soruyordum, kendimden yola çıkarak: şu
rock starlar iyi kötü bu kadar sene idare etmiş bi şekilde, eyvallah ama üç
sene daha nasıl sabretmişler? Bir yandan kendimi inandırmaya çalışıyor, öte
yandan intihar planı yapıyordum, benim fantezim; traş makinesiyle ayak
bileklerimi kesmek. Bu belki öldürmez ama süründürür, peki ya öteki türlüsü?
İşte o gerçekten çok canımı acıtırdı ve hiç tarzım değildir. Sonunda liseden
arkadaşım Tanju’nun “Sayılı gün çabuk geçer be.” şeklindeki, bu zamana kadar bu
konuya ilişkin duyduğum en mantıklı cevapla ikna oldum.
Bi
aksilik olmazsa, bu gidişle bizim Morrisonları, Hendrixleri, Cobainleri ve
diğerlerini de gömeceğim ve öyle görünüyor ki; kaybedenlerin peygamberi olduğu
için içlerinde kendime en yakın hissettiğim İsa’yı bile geçeceğim.
Turgut,
Selim’in intiharıyla sarsılmış ve onun “Işık”ı, “Özben”ine “Ne yapıyoruz biz ki, biz ne yapıyoruz ki?”
diyerek hapsolduğu küçük burjuva dünyasını ve riyakarlıklarını terk edip “O
kilitler açılsın lütfen.” dedirtmişti; napalım yani, biz de mi ölelim? Selim
ise, daha öncesinde diğer her şey ve meyhanede olanlardan ötürü kendini suçlamış,
ne yaptıysa olmamış, en sonunda İsa’ya kısa, samimi ve açık bi mektup yazarak
onu davet etmişti. “İsa gelmedi.” Hikmet de onlara aynı meyhanede iki defa
içilemeyeceğini söylemişti.
Dört
sezondur büyük bi hayranlıkla takip ettiğim Bizimkiler’den bu yana hissettiğim
o büyük boşluğu dolduran; sıcacık aile dizisi Shameless’in sezon finali
bölümünün adı Lazarus’tu. İsmi cüzzamlı anlamına gelen Lazarus veya Lazar,
İsa’nın en son dirilttiği; cehennemde İbrahim’e yalvaran bi zenginin kapısında
onun artıklarından çöplenen, köpeklerin yaralarını yaladığı bi garibandı ve bi
rivayete göre; Fısıh Bayramı’nda adet üzerine halkın yoğun isteğiyle vali
tarafından İsa yerine serbest bırakılan haydut Barraba tarafından ikinci ve
sonuncuya öldürülmüştü.
Mesela
ıssız bi mağarada birine peygamber olduğunun bildirilmesi gibi; bazı insanlar
tarafından ciddi ciddi bir aziz, hatta peygamber olduğuna inanılan; Ernesto’nun
Che olması da sembolik olarak, doğum gününde izole edilen, dışlanmış
cüzzamlıların adasına yüzerek onların yanına gitmesiydi. Can Yücel’e göreyse
“Lazarus, rus değil lazdı.” Tarihte İsa’yla birebir aynı biyografiye sahip pek
çok karakterlerden biri de hemşerimiz olan şarap tanrısı Diyonisos’tu. Onların
tayfadan, tanrılardan ateşi çalıp insanlara ulaştırdığı için; bir kayaya
zincirlenip, her gün karaciğeri kartallar tarafından yeniden yeniden yenen;
olimpiyat meşalesiyle anılan büyük başgan Prometheus ve karaciğer meselesine ilişkinse
“Belki de ilk sirozdu” der Can Baba.
Bize
sunulanı beğenmedik ve hiçbir şey de talep etmedik. Hayatlarımızı kazanmak ve
kaybetmek prensipleri üzerine kurmadığımızdan, büyük bi ihtirasla kavrulup ne
çekilen çileyi kutsadık ne de kazanmak için her yol mübahtır dedik. Mülkiyet ve
tahakküme zerre ilgi duymadığımız gibi bilakis tiksindik gerçek insanlar ve
onların burjuva ikiyüzlülüğünden; karşı durduk ve kendi çapımızda mücadele
ettik ama gerçek insanların anlayacağı cinsten bi kazanma, sahip olma veya
iktidar istenciyle değil, bütün bunları; toplumsal ilişkilerden, ikili
ilişkilere ve bireyin kendiyle olan ilişkisine “annelerin ninnilerinden,
radyodaki spikerin okuduğu habere kadar” ortadan kaldırmak için.
Evet
sarhoşuz, evet sik sik konuşuyoruz.
İçki
içmek güzeldir ve
Karaciğerimizden
başka kaybedecek bir şeyimiz yok!
Ölümün
anlamlı kılamayacağı bu saçmalığı daha da saçmalaştırmaktan başka bir işe
yaramayacak beyhude bir çabaya girişerek bir anlam veya amaç yüklemiyoruz ve
aynı şekilde ölümü de yüceltip kutsamıyoruz ve son tahlilde ciddiyete de
prensip olarak karşıyız o yüzden: “Selam olsun Ernesto gibi ölenlere!” değil, yaşayanlara!