18 Nisan 2014 Cuma

ŞEREFE

                Erkenden kalkıp, kahvaltı etmeden, üniformamı giyip; okul yerine, yol üstündeki  Rasim Abi’nin kahvesine gittim,
bakkaldan bi Cumhuriyet bi de Birgün alıp. Sabah serininde yürümek de iyi gelmişti, biraz olsun açılmıştım; ders zamanı ders, oyun zamanı oyun yerine; çay, sigara yapıyordum ve Erdal Eren’le birlikte; isimleri Kenan ile Evren olan Türkiye’nin ilk tüp ikizleriyle yaşıt olduğumu öğrenmiştim, Cumhuriyet’ten. Liseliydim ve ben o zamanlar hep on yedi yaşındaydım. Rasim Abi sonra orayı internet kafe yaptı, yıllardır gitmediğimden uzun zamandır göremedim de, bilemem orayı şimdi ne yaptığını ama eksik olmasın hala facebooktan fotoğraflarımı beğenir.
                Şimdi “ölümsüz gençliğin şövalyesi”, “delikanlım”ların yaşına geldim ve görünüşe bakılırsa öleceğim de yok, böyle bi niyetim olmamakla beraber. Gerçi bi ara düşündüm, kim düşünmez ki? Önüme gelene soruyordum, kendimden yola çıkarak: şu rock starlar iyi kötü bu kadar sene idare etmiş bi şekilde, eyvallah ama üç sene daha nasıl sabretmişler? Bir yandan kendimi inandırmaya çalışıyor, öte yandan intihar planı yapıyordum, benim fantezim; traş makinesiyle ayak bileklerimi kesmek. Bu belki öldürmez ama süründürür, peki ya öteki türlüsü? İşte o gerçekten çok canımı acıtırdı ve hiç tarzım değildir. Sonunda liseden arkadaşım Tanju’nun “Sayılı gün çabuk geçer be.” şeklindeki, bu zamana kadar bu konuya ilişkin duyduğum en mantıklı cevapla ikna oldum.
                Bi aksilik olmazsa, bu gidişle bizim Morrisonları, Hendrixleri, Cobainleri ve diğerlerini de gömeceğim ve öyle görünüyor ki; kaybedenlerin peygamberi olduğu için içlerinde kendime en yakın hissettiğim İsa’yı bile geçeceğim.
                Turgut, Selim’in intiharıyla sarsılmış ve onun “Işık”ı, “Özben”ine  “Ne yapıyoruz biz ki, biz ne yapıyoruz ki?” diyerek hapsolduğu küçük burjuva dünyasını ve riyakarlıklarını terk edip “O kilitler açılsın lütfen.” dedirtmişti; napalım yani, biz de mi ölelim? Selim ise, daha öncesinde diğer her şey ve meyhanede olanlardan ötürü kendini suçlamış, ne yaptıysa olmamış, en sonunda İsa’ya kısa, samimi ve açık bi mektup yazarak onu davet etmişti. “İsa gelmedi.” Hikmet de onlara aynı meyhanede iki defa içilemeyeceğini söylemişti.
                Dört sezondur büyük bi hayranlıkla takip ettiğim Bizimkiler’den bu yana hissettiğim o büyük boşluğu dolduran; sıcacık aile dizisi Shameless’in sezon finali bölümünün adı Lazarus’tu. İsmi cüzzamlı anlamına gelen Lazarus veya Lazar, İsa’nın en son dirilttiği; cehennemde İbrahim’e yalvaran bi zenginin kapısında onun artıklarından çöplenen, köpeklerin yaralarını yaladığı bi garibandı ve bi rivayete göre; Fısıh Bayramı’nda adet üzerine halkın yoğun isteğiyle vali tarafından İsa yerine serbest bırakılan haydut Barraba tarafından ikinci ve sonuncuya öldürülmüştü.
                Mesela ıssız bi mağarada birine peygamber olduğunun bildirilmesi gibi; bazı insanlar tarafından ciddi ciddi bir aziz, hatta peygamber olduğuna inanılan; Ernesto’nun Che olması da sembolik olarak, doğum gününde izole edilen, dışlanmış cüzzamlıların adasına yüzerek onların yanına gitmesiydi. Can Yücel’e göreyse “Lazarus, rus değil lazdı.” Tarihte İsa’yla birebir aynı biyografiye sahip pek çok karakterlerden biri de hemşerimiz olan şarap tanrısı Diyonisos’tu. Onların tayfadan, tanrılardan ateşi çalıp insanlara ulaştırdığı için; bir kayaya zincirlenip, her gün karaciğeri kartallar tarafından yeniden yeniden yenen; olimpiyat meşalesiyle anılan büyük başgan Prometheus ve karaciğer meselesine ilişkinse “Belki de ilk sirozdu” der Can Baba.
                Bize sunulanı beğenmedik ve hiçbir şey de talep etmedik. Hayatlarımızı kazanmak ve kaybetmek prensipleri üzerine kurmadığımızdan, büyük bi ihtirasla kavrulup ne çekilen çileyi kutsadık ne de kazanmak için her yol mübahtır dedik. Mülkiyet ve tahakküme zerre ilgi duymadığımız gibi bilakis tiksindik gerçek insanlar ve onların burjuva ikiyüzlülüğünden; karşı durduk ve kendi çapımızda mücadele ettik ama gerçek insanların anlayacağı cinsten bi kazanma, sahip olma veya iktidar istenciyle değil, bütün bunları; toplumsal ilişkilerden, ikili ilişkilere ve bireyin kendiyle olan ilişkisine “annelerin ninnilerinden, radyodaki spikerin okuduğu habere kadar” ortadan kaldırmak için.
                Evet sarhoşuz, evet sik sik konuşuyoruz.
                İçki içmek güzeldir ve
                Karaciğerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok!

                Ölümün anlamlı kılamayacağı bu saçmalığı daha da saçmalaştırmaktan başka bir işe yaramayacak beyhude bir çabaya girişerek bir anlam veya amaç yüklemiyoruz ve aynı şekilde ölümü de yüceltip kutsamıyoruz ve son tahlilde ciddiyete de prensip olarak karşıyız o yüzden: “Selam olsun Ernesto gibi ölenlere!” değil,  yaşayanlara!