12 Kasım 2013 Salı

BAYILIRIM BÖYLE GENÇLERLE İÇMEYE

                Bayılırım böyle gençlerle içmeye diyerek, telefona sarıldım.
                “Kusura bakma abi, yarın LYS var.” deyince,
                “Olur mu öyle şey canım, boşver? Canın sağolsun, sen değil ÖSYM utansın.” diyerek konuşmayı sonlandırdık.
                Tabi ben de hemen oturduğumuz apartmanın altındaki bakkalın yolunu tuttum.
Girmeden önce gazetelere bi göz atayım dedim, eski alışkanlık; artık insanlar gazetelere eskisi kadar ilgi göstermese bile basılmaya devam ediliyordu ve yine de azımsanamayacak bir gazete okur kitlesi vardı. Son okur da öldüğünde medya patronları artık, gazete basmaya  gerek kalmadığını anlayacaktı. O gün gelene kadar sahip oldukları televizyon kanallarıyla beraber işlerine geleni; istedikleri gibi örtüp, çarpıtıp, göstermeye devam edeceklerdi. Peki palavralarını bana satabilecekler miydi? Hayır, asla böyle bi şeyi kabul edemem. Bu benim dünyanın en akıllı insanı olduğum için, en çok, en doğru ben bildiğim veya en uzağa ben işediğim için değil. Evet, öncelikle inanmaya prensip olarak karşıyım ancak bu durum; ne benim saflık derecesinde kolay kandırılabilir ve istenildiği gibi rahatlıkla manipüle edilebilerek yanlış yönlendirilebilirliğime ne de aptallık derecesinde inançlar geliştirebilmeme ne de bunlara büyük bir sadakatle bağlanabilen bir salak olmama engeldir. Beni kandırmak çok daha kolaydır; o nedenle dolambaçlı yolllar, alengirli işler yerine doğrudan, ön kapıdan girmek yeterlidir. Hem sonra kim uğraşacak onla?
                Evlerde, berberlerde, kahvehanelerde, dişçilerde, barlarda; bazen yalnızlığını unutmak, bazen sohbetten kaçmak, bazen beklerken zaman öldürmek için, bazen alışkanlığın dürtüsüyle, bazen merak ve keyifle, bazen yolculukta, bazen yoklukta gideri var diye okunan; elden ele gezen, atılan, biriktirilen, yakılan, unutulan gazetelerin en kötüsünde bile okunmaya değer tek bir yazar, öğrenilmesi gereken tek bir haber, yeni bir söz, farklı bir bakış bulunmaz mıydı? Haksızlık etmeyelim. Peki bütün gazeteler mi berbattı, güzel bi şeyler yapmaya çalışanların toplandığı ve diğerlerinden farklı bir tavır sergileyen gazeteler? Ben her ne kadar kitapta eski usül de olsam gazetede genellikle yeni nesil takılırım ve geldiğim “Bulvar Ekolü” yüzünden diğer gazetelerin içinden acele ve kolaylıkla Şok’u gördüm, bir tanesini çekerek yurtta ve dünyadaki gelişmeler hakkındaki susuzluğumu dindirmek için göz gezdirmeye başladım. Ne her şey o kadar da kötü, ne de herkes ikiyüzlüydü. Evet bu gazetenin olayı farklıydı. Diğerlerinin yaptığının aynısını başka bi biçimde yapıyordu sadece ama daha dürüst ve samimiydi. O yüzden büyük gazetelerin kurmayı asla başaramadığı bağı kitlesiyle kurmayı başarabilmişti. Sadıktı kitlesi; ellerine başka gazeteler de geçse, başkalarını da alıp okusalar dahi gazetelerini okumadan geçemezlerdi. Taraflardan biri ne istediğini, diğeri de kendinden ne beklendiğini çok iyi bilirdi; doğrudan bi gazetedeydi, öyle numaralara, taklalara da gerek yoktu. Bu yüzdendir ki bütün mahalle berberleri ve kahvelerinde spor gazeteleri ve okurlarıyla birlikte hazır bulunurdu.
                Her neyse, gözleri önünde büyüdüğüm iki kardeşten genelde akşam kuşağında dükkana bakan büyük olan abi ordaydı, her zaman için aldığım şeyler belli olduğundan, yıllardır süregelen ilişkimiz yalnızca satıcı müşteri olmadığından, sohbetler genelde doğal olarak alışverişin dışında olurdu ve başladığı gibi içinde son bulurdu. Alışılan ana ürün yanında -piyasanın rekabet koşullarında artık sadece iyi bir el yetmiyordu, karşıdakinin de iyi bir yan açması gerekiyordu; yani serbest piyasa “batak”tı ve medeniyetin bekâsı için adsız birkaç kişinin kahramanlık edip bataklığı kurutmaya soyunması gerekiyordu- diğer ürünlerini de tanıtmak ve satmak için promosyon yapıyorlardı bu nedenle her zamankinden “Ucuz bira” istedim. Kaç tane diye sormadan dört tane verdi. Şaşkınlığımı gizleyemedim, “Doktor reçetede ne yazdıysa o. Yetmezse bire kadar burdayım.” Şimdi siz belki inanmayacaksınız ama bir zamanlar buralarda saat ondan sonra da içki alınıp, satılabilirdi. Bu geceyi de reçeteyi uygulayarak kurtarmış, artık önümüzdeki maçlara bakacaktık.
                Ertesi gün kaşıntım geçmemişti, ne güzel bir sohbet edebilecek ne de evde durabilecek haldeydim. Ben de ‘sadece bi bira’ içmek üzere kendi başına kalabileceğim ve aynı zamanda yerimi yadırgamayacağım bi meyhanenin yolunu tuttum. İyi içen, saygıdeğer eski tüfek bi abi kendinden daha genç olan bi başka abiyle sohbet ediyordu; her ne kadar havamda olmasam da -bilmiyorum belki de derinlerde bi yerde asıl ihtiyacımın bu olduğunu da düşünerek- davetlerini kabul ettim, sonuçta ‘bi bira’ içip gidecektim. Tabi tam öyle olmadı o iş.
                Kısa ve acısız rutin tanışma faslından sonra eski tüfeğe döndü ve rahatsızlık vermediğimi hissettiren bir kayıtsızlıkla anlatmaya koyuldu:
                “Bugün ne oldu bak. Otobüsten beraber indiğimiz bi kadın bana postanenin yerini sordu; yanındaki annesiydi. Belli buralardan değiller, tatile gelmişler; benim yaşlarda. Benim de o taraflarda bi işim vardı zaten, dedim ‘isterseniz buyrun birlikte gidelim.’ ‘Olur.’ dedi, başladık yürümeye, kadın benim yanımda annesi arkamızda; yandan çaktırmadan baktım, boyu da boyuma uygun hani. ‘İsterseniz yavaşlayalım anne geride kaldı?’, anne: ’önemli değil, arkanızdan geliyorum ben.’ dedi. Yolu biraz uzattım tabi. Ama nasıl gidiyoruz görmen lazım, karıkoca gibi; kesin görenler yeniden evlendiğimi düşünmüştür. Çok güzel yürüdük, ben gayet saygılıydım, onlar da bana çok iyi davrandılar. ‘Orda bi çay bahçesi var; hani siz gezmek, dinlenmek, sohbet etmek için geliyosunuz ya işte sizin orda içtiğiniz çayları ben hazırlıyorum. Beklerim, buyrun gelin, çayımı için. Geldiğinizde çocuklara söyleyin, yalnız ben çok yoğun oluyorum genelde ama, sizinle ilgilenirler.’ ‘Olur geliriz’ dediler. Bu kadar konuştuk, bi şey olsun ya da olacağından değil de; ne bileyim, hoşuma gitti işte.”
                Benim daha çok hoşuma gitmişti, benim daha çok hoşuma giden bi başka şey ise her biramdan sonra kalkmak için hareketlenip, ısrarlara boyun eğerek bi tane daha söylememle son bulan girişimlerimdi. Şu güzel ortamı niye bozaydım ki, hem kimin hakkı vardı? Sonra o da dedi: “Bayılırım böyle gençlerle içmeye.” İlerleyen saatlerde ki ben zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Bir abi daha geldi masamıza; benim de yıllar öncesi gitmişliğim olan karşıdaki barın işletmecisiymiş, yaz sezonunda tadilata girmişler ve yepyeni bir kimlikle, yepyeni ve güzel bir başlangıç yapacaklarmış; heyecanlıydı çünkü Mustafa Kemal’in Askerleri görev başındaydı. Benim gözlemlediğim kadarıyla bundan ibaret olmadığını, ortalığın bayram yerine döndüğünü, meselenin sadece üç beş ağaç olmadğı gibi yalnızca altı ok olmadığını da kısaca ifade ettim. Söylediklerim her ne kadar hocam şimdi sen öyle diyosun da bak o iş aslında öyle değil minvalinde olsa da hoşuna gitmişti ve bunu, “İşte, Mustafa Kemal’in gençliği, bu adam bu cumhuriyeti boşuna size emanet etmedi.” sözleriyle dile getirmişti. İtiraz ettim tabi, yahu ben ne diyorum, sen ne diyosun diye düşünerek; ben ve benim gibilerin bırak cumhuriyeti, hiçbir şeye sahip olmadığını, en büyük hayalimin de şu dünyadan bi dikili ağacım olmadan göçüp gitmek olduğunu söyledim ve ekledim: “Eğer yaşıyorsam ve buna devam edeceksem, önce sarhoş olmam gerekir.”
                Çenem düşmüştü ve sürekli bana asist yapıyorlardı, ben de boyuna anlatıyordum; mülkiyetin genelleştirilmesi veya soyutlaştırılmasının değil de, mülkiyetin tamamen ortadan kaldırılmasının gerektiği gibi şeyler söylüyordum; sırtıma vuruyorlardı, helal diyorlardı, ben de gaza gelmiştim. Bu misafirlere pipimi göstermek, yine konuşmayı yeni öğrendiğim zamanlarda küfür ettirilmek, yürümeye yeni yeni başladığım zamanlarda içeceğime şarap karıştırılarak sarhoş bir şekilde masanın üzerinde yalpalamak gibiydi. Belki de bu nedenlerden dolayı hala utangacım, nerde nasıl konuşulacağını ve nasıl yürüyeceğimi tam öğrenememiş dahi olsam; sarhoş olmayı öğrenmiş ve bu duruma ‘çok sevdik be abi!’ demiştim.
                Ben ordayken turistik gezi gibiydi; bir defa Taksim kesinlikle yayalaştırılmıştı ve barikatlarda çekirdek çitlenip, kağıt oynanıyodu. Renkler, insanlar, sokaklar, duvarlar ve yollar; muhteşem bir ortamdı, yutulması gereken toz ve solunması gereken havaydı. Kadının biri “Taşa oturma, üşüteceksin.” demişti. Bu cümleyi bir önceki duyduğumda taşa oturmuş bekliyordum ve iyi niyetli bile olsa sinir bozucu bir ilgiyle karşı karşıyaydım, sanki ilk defa sarhoş oluyordum da birinin himayesine abiliğine ihtiyacım vardı da o olmasa yollarda telef olacaktım. Olabilir belki de onun abilik yapmaya ihtiyacı vardır diye düşünüp ses etmemiştim baştan ama bu kadarı da fazlaydı, ilk kez bir erkek tarafından bu kadar ilgi görüyordum ve dayanamayıp “Evlensene benle ya.” demiştim, sonradan öğrendiğime göre çok rahatsız olmuş, içerlemiş; sağlık olsun, canı sağolsun. Bir keresinde de kafamı poşete gömmüş kusuyorum, baktım içmeyip yanımızda olan elemanın biri “Ben öyle sürekli içmem ama içtim mi tam içerim, böyle de olmam.” diyor. Kafamı kaldırıp “Tamam, siktir git şimdi.” dememe alınmış, yazık. Orda sana hiç sorulmamışken, gerek de yokken üzerinden ekmek yemeye çalıştığın; sarhoş, rezil, düşkün, bitmiş bir herifin söylediklerini neden bu kadar ciddiye alırsın ki? Her neyse teyzeye yeni oturduğumu ve birazdan kalkacağımı söyledim.
                “Annen burda olsaydı, taşa oturmana izin verir miydi?”
                ‘Cevab veremedi’m, hak verdim, kalktım. Kalkarken de kafamla hak verdiğimi belirten bi hareket yaptım.
                “Benim çocuklar da buralarda bi yerlerde.”
                Kandildi ve müslümanlar simit dağıtıyorlardı; parkta turlarken “Hayır, hayır, hayır...” bağrışlarının anlamını çözmek için ‘nereye bakıyor bu adamlar?’ diyerek ben de kafamı o tarafa çevirdim. Yine iki müslüman ellerinde İsrail ve ABD bayrakları yakmaya niyetlenmişlerdi; bence de öncelikle ne gerek vardı ve daha önemlisi ‘bayrakları bayrak yapan, bayrak imalatçıları’ idi, ‘hayır’lara eşlik ettim. Damdaki abi de ‘Tamam, anlaşıldı, olur’ anlamındaki el hareketleriyle bizi sakinleştirdi ve yine elleriyle tarif ederek bayrakları parçalamayı teklif etti; elbette, yine asla böyle bi şeyi kabul edemezdim ama o anda ‘ona olan saygım bi kat daha artmıştı’; parçalamaktan da vazgeçti, alkışlar arasında. Eski tüfeğin arkadaşı onlara pek de sempatiyle bakmadığını, ona sanki bu insanların muhalefeti kontrol altında tutmak için; kapitalizmin stepnelik görevini yürütüyorlarmış gibi geldiğini söyledi. İlk duyduğumda ‘ney lan bu, ne biçim iş böyle, olur mu hiç öyle?’ diyerek görüşlerini paylaştığımı ama son zamanlarda bu yargımın kırıldığını ve zaman içindeki gelişmelerle de şimdi yanılıyor olabileceğimi kabul edebileceğimi ama bana artık hiç de öyle gelmediğini; bunların zaten benim sorunum olmayan, onlardan farklı olmamı sorun etmeyecek, bir arada yaşayabileceğimiz insanlar olduklarını düşünmeye başladığımı söyledim. Hepimiz “Umarım öyledir.” dedik.
                O zamanlar ben bile farkında değildim, sonradan çıkınca öğrendim ki aslında ilk Duran Adam benmişim. Elinde kutu birayla yanıma gelip ateş sorup sigara ikram eden fötr şapkalı abi: “Belli, kafan güzel galiba.” deyince, saatlerdir karşıda telefonla konuşanı işaret ederek; onu beklediğimi, bu yüzden etrafımdan geçen, bitmek bilmez insan kümelerini umursamaksızın, kıpırtısız tek bir noktaya odaklanmış bir şekilde dikildiğimi söylediğimdeyse; “Ben de hap map attın da kendini taktın sanmıştım.” dedi ve “Muhabbet uzun galiba, gel şöyle kenara oturalım.” diyerek gelmeden önce oturduğu yere davet etti, icabet ettim. Eksik olmasın, onunla da öyle oturup, laflamıştık biraz.
                ‘Ben o işleri bırakalı çok oldu’ diyen, şimdi iş güç sahibi olup çoluk çocuğa karışan, bu sıralarda da tatil yapan; rakı içerek, güneşin denizin ve insanların cıvıltısının tadını çıkaran; çoktandır görmediği bazı eski dostları, yoldaşları da gördüğünü söyleyen, o gece ilk tanıştığım adam; bir süreliğine yanımızdan ayrıldı ve tekrar döndü. Bugün buraya aslında maaşını çekmek için gelmiş, para bugün yatmış ama çekebilmesi için bir gün bankada beklemesi gerekiyormuş. Bu da yetmezmiş gibi ATM’ye gittiğinde arkasında tacizkâr bir bi ses; bu makinaların çok gürültülü olduğunu belirtip, “Bize de bi şeyler atarsın artık.” deyivermesin mi? Bizimki hiç oralı olmamış tabi, bankamatik de parasını vermemiş, dönmüş arkasını bakmış; seslenen adam: “Oo... kardeşim sen miydin? İyi geceler.” “Sana da iyi geceler.” diyerek yanımıza gelmiş. Parayı çekip şehir dışında okuyan oğluna göndermesi gerekiyormuş; aslında çalıştığı yerden avans isteyebilirmiş ama bu durum, patronların bu adamın bu paraya ihtiyacı var, o zaman ben bunu daha düşük ücretle daha çok çalıştırabilirim diye düşünmesine sebebiyet vereceğinden asla böyle bi şeyi kabul edemezmiş. Gerekirse borç bulup oğluna gönderirmiş; çalıştığı yerdeki çocuklar da ateş gibiymiş, hele bi tanesi varmış ki o da benim gibi devrimciymiş, oğlu da devrimciymiş, gurur duyuyomuş; sanki oğlunu görüyomuş, o yüzden bayılırmış böyle gençlerle içmeye, sohbet etmeye. Bense ne devrimciydim ne de babamı görür gibi oluyordum karşımda ama yine de karşımdakinin ‘baba bi adam’ olduğunun farkındaydım.
                Teke tek sigaraya çıktık, orda ikinci eşinin Fransız olduğundan ve bir müddet Paris’te yaşadığından bahsetti. Olmamış işte, her şey iyiymiş, hoşmuş, çok güzelmiş ama yapamamış ve bunu da ‘Ben Anadolu Çocuğuyum ulan!’a bağlamıyordu; söylediğine göre sorun sınıfsal çelişkilermiş, memlekete dönmüş. Hala görüşüyorlarmış, medenice ayrılmışlar; geçenlerde yine Fransa’ya davet etmiş o da çalıştığını, bu yüzden gelemeyeceğini ama eğer tatilde buraya gelirse görüşebileceklerini söylemiş.
                Mekâncı da ağaç kovuğundan çıkmamıştı sonuçta, onun da gitmesi gereken bir evi vardı, kapanış saati gelmişti. Sağolsun hocam, eski tüfek –rakıcıdır, iyi içer ve hiç aksatmaz, bir gün olsun sektirdiği görülmemiştir- benim hesabı da ödeyerek ve “Bayırlırım böyle gençlerle içmeye.”yi ekleyerek, beni mahcup etmişti. Ayrılırken çalıştığı yere davet etmişti arkadaşı da beni; yoldaşlarımı toplayıp on, on beş kişi gelelimmiş, çaylar ondanmış, kalacak yeri de sıkıntı etmemize hiç gerek olmadığını; -bahsettiği- orda çalışan gençlerle kaldıkları ranzalı odada kalabileceğimizi, bizi misafir etmekten büyük bir mutluluk duyacağını defaatle belirtip, “N’olacak canım bi gece biz kumsalda da yatarız ama siz mutlaka gelin.” ile sözlerini tamamlamıştı. “Yok canım o kadar da değil.” diyerek teşekkür edip, gelmeyi çok isteyeceğimi ve eğer gelirsek de gerekirse kumsalda yatmanın bizim daha çok hoşumuza gideceğini ama ne var ki böyle bir organizasyon yapıp ‘Grubu tekrar topluyoruz, turneye çıkıcaz.’ demenin benim için olanaksız olduğunu, ola ki gelebilirsem muhtemelen tekil olacağımı, zayıf bir ihtimal iki kişilik bir örgüt olarak gelebileceğimizi, eğer üç kişi olursak bizzat benim hizip çıkaracağımı; ‘gelmesek de görmesek de’ orda bir abimizin varolduğunu artık bildiğimizi ve bunu -şimdi yaptığım gibi- her fırsatta tanıdık tanımadık herkese ileteceğimi söyledim.
                En son gelenle ben ve o ikisi aksi istikametlere gitmek üzere dağıldık, adam koluma girmiş yürüyorduk.
                “Gel, seninle birer tane daha yapalım.” dedi.
                Hiç huyum olmamasına, üstüne üstlük iştahımın da olmasına karşın; geç olduğunu, nasıl olsa tanıştığımızı, buralarda olduğumuzu, başka bir gece devam edebileceğimizi söyledim. Bir şey demedi, döndü karşıya geçti; kaldırımı, bitimine kadar takip etmemiz gerekirken; tabi ben de onla yürüyordum kolumda olduğundan, ben de bir şey demedim. Daha önceleri de gitmiş olduğum, o zamanlarda kapalı olan o mekana, ilk defa arka kapıdan girdim.
                “Ecevit öldüğünden beri rakı içmiyorum. İlk defa bu gece seninle içicem, çünkü fıçılar boş ve burda başka içki yok. Olsun, bayılırım böyle gençlerle içmeye.”
                Halk TV’yi açtı, bara oturup içip sohbet ederken, bir yandan da televizyona bakıyorduk. Yine o zamanlar niye paso tüy dökücü krem reklamları döndüğünü bilmiyorduk da Beyaz TV sağolsun; reklamların hikmetini sonraları öğrenebildik.
                “Bu Tayyip ölünce de sigarayı bırakıcam. Çıkarıcam dükkanın önüne iki tane fıçı; gelene geçene bira dağıtıcam.”
                İşler iyi, güzel tıkırındayken -olmasa iyi ya, insanlık hali- bir takım talihsizlikler olmuş, olmuş işte. Ancak artık hepsi geride kalmış, sorunlar çözülmüş, durumlar düzeltilmiş, tatsızlıklar giderilmiş; hayrılısıyla yeni sezona burda okuyan, benim gibi üniversite öğrencisi olan, genç kardeşlerin gönül rahaltığıyla gelebileceği, kendilerini rahat hissedip, kafalarına göre takılabilecekleri, haftada birkaç gün canlı müzik de olan, capcanlı bir mekan haline getireceklermiş. “Öyleyse” dedim, “benim daha çok hoşuma gider, geldikçe buralara ben de uğrarım yanınıza.” ‘Sen zaten geleceksin, kurtuluşun yok, gelmezsen darılırım ha!’ anlamına gelen bir kafa hareketi yapmış, ben de ona ‘Eyvallah, ayıpsın abi! Olur mu hiç öyle şey’ anlamına gelen bir başka kafa hareketiyle karşılık vermiştim. Kısa süre içinde birbirimizle konuşmadan dahi anlaşabilecek kıvamda bir samimiyeti tutturmuştuk ancak ne var ki rakı bitmiş ve kafamızı çevirdiğimizde güneşin çoktan doğmuş olduğunu görmüştük. Aynı tarafa gidiyorduk, bir müddet beraber yürüdük ve iyi günler dilekleriyle evlerimizin yolunu tuttuk.
                Yirmi küsür senedir iyi, kötü; acı tatlı ve kayıtsız, şartsız birlikte yaşadığımız; hâlâ bazı huy ve davranışlarıma alışamamış fakat kabullenmiş annemin uyanmış olduğunu ve beni beklediğini gördüm. Bi keresinde de; -tabi o zamanlar daha sprocu bir çocuğum- yaz tatiliydi ve sabahları koşuya çıkardım, eve geldiğimde annem gene kalkmış kahvaltı hazırlıyordu ve “Pantolonla mı koştun?” diye sormuştu, ben de ona koşuya çıkmadığımı, eve yeni geldiğimi söylemiştim. Spor hayatım aslında işte o gün tam olarak bitmişti; -her ne kadar iş bitirici, kemik gibi sağlam topçulardan oluşan bir ekip olmakla birlikte- yaptığı bütün maçları kaybeden Pinokyo Floyd ML isimli bir halısaha takımı kurmuş olsak da.
                Kadın haklı, merak etmiş tabi. Gece kabus görmüş, bakmış ben yokum, aramış duymamışım, aramış şarjım bitmiş daha da uyuyamamış. “Yahu” dedim, “sen beni daha tanıyamadın mı? Biliyosun bizde büle. Hem bak evine benim kadar erken gelen başka insanlar var mı? Daha onlar sokağa bile çıkmadan erkenden, vakitlice döndüm eve.” Sonra olan biteni özet geçtim ayakta; beni tek parça, sağ salim, sapasağlam, sarhoş ve keyifli görünce; anlattıklarımın da etkisiyle güldü, onun da neşesi yerine geldi.
                “Anne” dedim, “bayılırım böyle gençlerle içmeye.”