Bayılırım
böyle gençlerle içmeye diyerek, telefona sarıldım.
“Kusura
bakma abi, yarın LYS var.” deyince,
“Olur
mu öyle şey canım, boşver? Canın sağolsun, sen değil ÖSYM utansın.” diyerek
konuşmayı sonlandırdık.
Tabi
ben de hemen oturduğumuz apartmanın altındaki bakkalın yolunu tuttum.
Girmeden
önce gazetelere bi göz atayım dedim, eski alışkanlık; artık insanlar gazetelere
eskisi kadar ilgi göstermese bile basılmaya devam ediliyordu ve yine de
azımsanamayacak bir gazete okur kitlesi vardı. Son okur da öldüğünde medya
patronları artık, gazete basmaya gerek
kalmadığını anlayacaktı. O gün gelene kadar sahip oldukları televizyon
kanallarıyla beraber işlerine geleni; istedikleri gibi örtüp, çarpıtıp,
göstermeye devam edeceklerdi. Peki palavralarını bana satabilecekler miydi?
Hayır, asla böyle bi şeyi kabul edemem. Bu benim dünyanın en akıllı insanı
olduğum için, en çok, en doğru ben bildiğim veya en uzağa ben işediğim için
değil. Evet, öncelikle inanmaya prensip olarak karşıyım ancak bu durum; ne
benim saflık derecesinde kolay kandırılabilir ve istenildiği gibi rahatlıkla
manipüle edilebilerek yanlış yönlendirilebilirliğime ne de aptallık derecesinde
inançlar geliştirebilmeme ne de bunlara büyük bir sadakatle bağlanabilen bir
salak olmama engeldir. Beni kandırmak çok daha kolaydır; o nedenle dolambaçlı
yolllar, alengirli işler yerine doğrudan, ön kapıdan girmek yeterlidir. Hem
sonra kim uğraşacak onla?
Evlerde,
berberlerde, kahvehanelerde, dişçilerde, barlarda; bazen yalnızlığını unutmak,
bazen sohbetten kaçmak, bazen beklerken zaman öldürmek için, bazen alışkanlığın
dürtüsüyle, bazen merak ve keyifle, bazen yolculukta, bazen yoklukta gideri var
diye okunan; elden ele gezen, atılan, biriktirilen, yakılan, unutulan
gazetelerin en kötüsünde bile okunmaya değer tek bir yazar, öğrenilmesi gereken
tek bir haber, yeni bir söz, farklı bir bakış bulunmaz mıydı? Haksızlık
etmeyelim. Peki bütün gazeteler mi berbattı, güzel bi şeyler yapmaya
çalışanların toplandığı ve diğerlerinden farklı bir tavır sergileyen gazeteler?
Ben her ne kadar kitapta eski usül de olsam gazetede genellikle yeni nesil
takılırım ve geldiğim “Bulvar Ekolü” yüzünden diğer gazetelerin içinden acele
ve kolaylıkla Şok’u gördüm, bir tanesini çekerek yurtta ve dünyadaki gelişmeler
hakkındaki susuzluğumu dindirmek için göz gezdirmeye başladım. Ne her şey o
kadar da kötü, ne de herkes ikiyüzlüydü. Evet bu gazetenin olayı farklıydı. Diğerlerinin
yaptığının aynısını başka bi biçimde yapıyordu sadece ama daha dürüst ve
samimiydi. O yüzden büyük gazetelerin kurmayı asla başaramadığı bağı kitlesiyle
kurmayı başarabilmişti. Sadıktı kitlesi; ellerine başka gazeteler de geçse,
başkalarını da alıp okusalar dahi gazetelerini okumadan geçemezlerdi.
Taraflardan biri ne istediğini, diğeri de kendinden ne beklendiğini çok iyi
bilirdi; doğrudan bi gazetedeydi, öyle numaralara, taklalara da gerek yoktu. Bu
yüzdendir ki bütün mahalle berberleri ve kahvelerinde spor gazeteleri ve okurlarıyla
birlikte hazır bulunurdu.
Her
neyse, gözleri önünde büyüdüğüm iki kardeşten genelde akşam kuşağında dükkana
bakan büyük olan abi ordaydı, her zaman için aldığım şeyler belli olduğundan,
yıllardır süregelen ilişkimiz yalnızca satıcı müşteri olmadığından, sohbetler
genelde doğal olarak alışverişin dışında olurdu ve başladığı gibi içinde son
bulurdu. Alışılan ana ürün yanında -piyasanın rekabet koşullarında artık sadece
iyi bir el yetmiyordu, karşıdakinin de iyi bir yan açması gerekiyordu; yani
serbest piyasa “batak”tı ve medeniyetin bekâsı için adsız birkaç kişinin
kahramanlık edip bataklığı kurutmaya soyunması gerekiyordu- diğer ürünlerini de
tanıtmak ve satmak için promosyon yapıyorlardı bu nedenle her zamankinden “Ucuz
bira” istedim. Kaç tane diye sormadan dört tane verdi. Şaşkınlığımı
gizleyemedim, “Doktor reçetede ne yazdıysa o. Yetmezse bire kadar burdayım.”
Şimdi siz belki inanmayacaksınız ama bir zamanlar buralarda saat ondan sonra da
içki alınıp, satılabilirdi. Bu geceyi de reçeteyi uygulayarak kurtarmış, artık
önümüzdeki maçlara bakacaktık.
Ertesi
gün kaşıntım geçmemişti, ne güzel bir sohbet edebilecek ne de evde durabilecek
haldeydim. Ben de ‘sadece bi bira’ içmek üzere kendi başına kalabileceğim ve
aynı zamanda yerimi yadırgamayacağım bi meyhanenin yolunu tuttum. İyi içen,
saygıdeğer eski tüfek bi abi kendinden daha genç olan bi başka abiyle sohbet
ediyordu; her ne kadar havamda olmasam da -bilmiyorum belki de derinlerde bi
yerde asıl ihtiyacımın bu olduğunu da düşünerek- davetlerini kabul ettim,
sonuçta ‘bi bira’ içip gidecektim. Tabi tam öyle olmadı o iş.
Kısa
ve acısız rutin tanışma faslından sonra eski tüfeğe döndü ve rahatsızlık
vermediğimi hissettiren bir kayıtsızlıkla anlatmaya koyuldu:
“Bugün
ne oldu bak. Otobüsten beraber indiğimiz bi kadın bana postanenin yerini sordu;
yanındaki annesiydi. Belli buralardan değiller, tatile gelmişler; benim
yaşlarda. Benim de o taraflarda bi işim vardı zaten, dedim ‘isterseniz buyrun
birlikte gidelim.’ ‘Olur.’ dedi, başladık yürümeye, kadın benim yanımda annesi
arkamızda; yandan çaktırmadan baktım, boyu da boyuma uygun hani. ‘İsterseniz
yavaşlayalım anne geride kaldı?’, anne: ’önemli değil, arkanızdan geliyorum ben.’
dedi. Yolu biraz uzattım tabi. Ama nasıl gidiyoruz görmen lazım, karıkoca gibi;
kesin görenler yeniden evlendiğimi düşünmüştür. Çok güzel yürüdük, ben gayet
saygılıydım, onlar da bana çok iyi davrandılar. ‘Orda bi çay bahçesi var; hani
siz gezmek, dinlenmek, sohbet etmek için geliyosunuz ya işte sizin orda
içtiğiniz çayları ben hazırlıyorum. Beklerim, buyrun gelin, çayımı için.
Geldiğinizde çocuklara söyleyin, yalnız ben çok yoğun oluyorum genelde ama,
sizinle ilgilenirler.’ ‘Olur geliriz’ dediler. Bu kadar konuştuk, bi şey olsun
ya da olacağından değil de; ne bileyim, hoşuma gitti işte.”
Benim
daha çok hoşuma gitmişti, benim daha çok hoşuma giden bi başka şey ise her
biramdan sonra kalkmak için hareketlenip, ısrarlara boyun eğerek bi tane daha
söylememle son bulan girişimlerimdi. Şu güzel ortamı niye bozaydım ki, hem
kimin hakkı vardı? Sonra o da dedi: “Bayılırım böyle gençlerle içmeye.” İlerleyen
saatlerde ki ben zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Bir abi daha geldi
masamıza; benim de yıllar öncesi gitmişliğim olan karşıdaki barın
işletmecisiymiş, yaz sezonunda tadilata girmişler ve yepyeni bir kimlikle,
yepyeni ve güzel bir başlangıç yapacaklarmış; heyecanlıydı çünkü Mustafa
Kemal’in Askerleri görev başındaydı. Benim gözlemlediğim kadarıyla bundan
ibaret olmadığını, ortalığın bayram yerine döndüğünü, meselenin sadece üç beş
ağaç olmadğı gibi yalnızca altı ok olmadığını da kısaca ifade ettim.
Söylediklerim her ne kadar hocam şimdi sen öyle diyosun da bak o iş aslında
öyle değil minvalinde olsa da hoşuna gitmişti ve bunu, “İşte, Mustafa Kemal’in
gençliği, bu adam bu cumhuriyeti boşuna size emanet etmedi.” sözleriyle dile
getirmişti. İtiraz ettim tabi, yahu ben ne diyorum, sen ne diyosun diye
düşünerek; ben ve benim gibilerin bırak cumhuriyeti, hiçbir şeye sahip
olmadığını, en büyük hayalimin de şu dünyadan bi dikili ağacım olmadan göçüp
gitmek olduğunu söyledim ve ekledim: “Eğer yaşıyorsam ve buna devam edeceksem,
önce sarhoş olmam gerekir.”
Çenem
düşmüştü ve sürekli bana asist yapıyorlardı, ben de boyuna anlatıyordum;
mülkiyetin genelleştirilmesi veya soyutlaştırılmasının değil de, mülkiyetin
tamamen ortadan kaldırılmasının gerektiği gibi şeyler söylüyordum; sırtıma
vuruyorlardı, helal diyorlardı, ben de gaza gelmiştim. Bu misafirlere pipimi
göstermek, yine konuşmayı yeni öğrendiğim zamanlarda küfür ettirilmek, yürümeye
yeni yeni başladığım zamanlarda içeceğime şarap karıştırılarak sarhoş bir
şekilde masanın üzerinde yalpalamak gibiydi. Belki de bu nedenlerden dolayı
hala utangacım, nerde nasıl konuşulacağını ve nasıl yürüyeceğimi tam
öğrenememiş dahi olsam; sarhoş olmayı öğrenmiş ve bu duruma ‘çok sevdik be
abi!’ demiştim.
Ben
ordayken turistik gezi gibiydi; bir defa Taksim kesinlikle yayalaştırılmıştı ve
barikatlarda çekirdek çitlenip, kağıt oynanıyodu. Renkler, insanlar, sokaklar,
duvarlar ve yollar; muhteşem bir ortamdı, yutulması gereken toz ve solunması
gereken havaydı. Kadının biri “Taşa oturma, üşüteceksin.” demişti. Bu cümleyi
bir önceki duyduğumda taşa oturmuş bekliyordum ve iyi niyetli bile olsa sinir
bozucu bir ilgiyle karşı karşıyaydım, sanki ilk defa sarhoş oluyordum da
birinin himayesine abiliğine ihtiyacım vardı da o olmasa yollarda telef
olacaktım. Olabilir belki de onun abilik yapmaya ihtiyacı vardır diye düşünüp
ses etmemiştim baştan ama bu kadarı da fazlaydı, ilk kez bir erkek tarafından
bu kadar ilgi görüyordum ve dayanamayıp “Evlensene benle ya.” demiştim,
sonradan öğrendiğime göre çok rahatsız olmuş, içerlemiş; sağlık olsun, canı
sağolsun. Bir keresinde de kafamı poşete gömmüş kusuyorum, baktım içmeyip
yanımızda olan elemanın biri “Ben öyle sürekli içmem ama içtim mi tam içerim,
böyle de olmam.” diyor. Kafamı kaldırıp “Tamam, siktir git şimdi.” dememe
alınmış, yazık. Orda sana hiç sorulmamışken, gerek de yokken üzerinden ekmek
yemeye çalıştığın; sarhoş, rezil, düşkün, bitmiş bir herifin söylediklerini
neden bu kadar ciddiye alırsın ki? Her neyse teyzeye yeni oturduğumu ve birazdan
kalkacağımı söyledim.
“Annen
burda olsaydı, taşa oturmana izin verir miydi?”
‘Cevab
veremedi’m, hak verdim, kalktım. Kalkarken de kafamla hak verdiğimi belirten bi
hareket yaptım.
“Benim
çocuklar da buralarda bi yerlerde.”
Kandildi
ve müslümanlar simit dağıtıyorlardı; parkta turlarken “Hayır, hayır, hayır...”
bağrışlarının anlamını çözmek için ‘nereye bakıyor bu adamlar?’ diyerek ben de
kafamı o tarafa çevirdim. Yine iki müslüman ellerinde İsrail ve ABD bayrakları
yakmaya niyetlenmişlerdi; bence de öncelikle ne gerek vardı ve daha önemlisi
‘bayrakları bayrak yapan, bayrak imalatçıları’ idi, ‘hayır’lara eşlik ettim.
Damdaki abi de ‘Tamam, anlaşıldı, olur’ anlamındaki el hareketleriyle bizi
sakinleştirdi ve yine elleriyle tarif ederek bayrakları parçalamayı teklif
etti; elbette, yine asla böyle bi şeyi kabul edemezdim ama o anda ‘ona olan
saygım bi kat daha artmıştı’; parçalamaktan da vazgeçti, alkışlar arasında.
Eski tüfeğin arkadaşı onlara pek de sempatiyle bakmadığını, ona sanki bu insanların
muhalefeti kontrol altında tutmak için; kapitalizmin stepnelik görevini
yürütüyorlarmış gibi geldiğini söyledi. İlk duyduğumda ‘ney lan bu, ne biçim iş
böyle, olur mu hiç öyle?’ diyerek görüşlerini paylaştığımı ama son zamanlarda
bu yargımın kırıldığını ve zaman içindeki gelişmelerle de şimdi yanılıyor
olabileceğimi kabul edebileceğimi ama bana artık hiç de öyle gelmediğini;
bunların zaten benim sorunum olmayan, onlardan farklı olmamı sorun etmeyecek,
bir arada yaşayabileceğimiz insanlar olduklarını düşünmeye başladığımı
söyledim. Hepimiz “Umarım öyledir.” dedik.
O
zamanlar ben bile farkında değildim, sonradan çıkınca öğrendim ki aslında ilk
Duran Adam benmişim. Elinde kutu birayla yanıma gelip ateş sorup sigara ikram
eden fötr şapkalı abi: “Belli, kafan güzel galiba.” deyince, saatlerdir karşıda
telefonla konuşanı işaret ederek; onu beklediğimi, bu yüzden etrafımdan geçen,
bitmek bilmez insan kümelerini umursamaksızın, kıpırtısız tek bir noktaya
odaklanmış bir şekilde dikildiğimi söylediğimdeyse; “Ben de hap map attın da
kendini taktın sanmıştım.” dedi ve “Muhabbet uzun galiba, gel şöyle kenara
oturalım.” diyerek gelmeden önce oturduğu yere davet etti, icabet ettim. Eksik
olmasın, onunla da öyle oturup, laflamıştık biraz.
‘Ben
o işleri bırakalı çok oldu’ diyen, şimdi iş güç sahibi olup çoluk çocuğa karışan,
bu sıralarda da tatil yapan; rakı içerek, güneşin denizin ve insanların
cıvıltısının tadını çıkaran; çoktandır görmediği bazı eski dostları, yoldaşları
da gördüğünü söyleyen, o gece ilk tanıştığım adam; bir süreliğine yanımızdan
ayrıldı ve tekrar döndü. Bugün buraya aslında maaşını çekmek için gelmiş, para
bugün yatmış ama çekebilmesi için bir gün bankada beklemesi gerekiyormuş. Bu da
yetmezmiş gibi ATM’ye gittiğinde arkasında tacizkâr bir bi ses; bu makinaların
çok gürültülü olduğunu belirtip, “Bize de bi şeyler atarsın artık.”
deyivermesin mi? Bizimki hiç oralı olmamış tabi, bankamatik de parasını
vermemiş, dönmüş arkasını bakmış; seslenen adam: “Oo... kardeşim sen miydin?
İyi geceler.” “Sana da iyi geceler.” diyerek yanımıza gelmiş. Parayı çekip
şehir dışında okuyan oğluna göndermesi gerekiyormuş; aslında çalıştığı yerden
avans isteyebilirmiş ama bu durum, patronların bu adamın bu paraya ihtiyacı
var, o zaman ben bunu daha düşük ücretle daha çok çalıştırabilirim diye
düşünmesine sebebiyet vereceğinden asla böyle bi şeyi kabul edemezmiş. Gerekirse
borç bulup oğluna gönderirmiş; çalıştığı yerdeki çocuklar da ateş gibiymiş,
hele bi tanesi varmış ki o da benim gibi devrimciymiş, oğlu da devrimciymiş, gurur
duyuyomuş; sanki oğlunu görüyomuş, o yüzden bayılırmış böyle gençlerle içmeye,
sohbet etmeye. Bense ne devrimciydim ne de babamı görür gibi oluyordum karşımda
ama yine de karşımdakinin ‘baba bi adam’ olduğunun farkındaydım.
Teke
tek sigaraya çıktık, orda ikinci eşinin Fransız olduğundan ve bir müddet
Paris’te yaşadığından bahsetti. Olmamış işte, her şey iyiymiş, hoşmuş, çok
güzelmiş ama yapamamış ve bunu da ‘Ben Anadolu Çocuğuyum ulan!’a bağlamıyordu;
söylediğine göre sorun sınıfsal çelişkilermiş, memlekete dönmüş. Hala
görüşüyorlarmış, medenice ayrılmışlar; geçenlerde yine Fransa’ya davet etmiş o
da çalıştığını, bu yüzden gelemeyeceğini ama eğer tatilde buraya gelirse
görüşebileceklerini söylemiş.
Mekâncı
da ağaç kovuğundan çıkmamıştı sonuçta, onun da gitmesi gereken bir evi vardı,
kapanış saati gelmişti. Sağolsun hocam, eski tüfek –rakıcıdır, iyi içer ve hiç
aksatmaz, bir gün olsun sektirdiği görülmemiştir- benim hesabı da ödeyerek ve
“Bayırlırım böyle gençlerle içmeye.”yi ekleyerek, beni mahcup etmişti. Ayrılırken
çalıştığı yere davet etmişti arkadaşı da beni; yoldaşlarımı toplayıp on, on beş
kişi gelelimmiş, çaylar ondanmış, kalacak yeri de sıkıntı etmemize hiç gerek
olmadığını; -bahsettiği- orda çalışan gençlerle kaldıkları ranzalı odada
kalabileceğimizi, bizi misafir etmekten büyük bir mutluluk duyacağını defaatle
belirtip, “N’olacak canım bi gece biz kumsalda da yatarız ama siz mutlaka
gelin.” ile sözlerini tamamlamıştı. “Yok canım o kadar da değil.” diyerek
teşekkür edip, gelmeyi çok isteyeceğimi ve eğer gelirsek de gerekirse kumsalda
yatmanın bizim daha çok hoşumuza gideceğini ama ne var ki böyle bir
organizasyon yapıp ‘Grubu tekrar topluyoruz, turneye çıkıcaz.’ demenin benim
için olanaksız olduğunu, ola ki gelebilirsem muhtemelen tekil olacağımı, zayıf
bir ihtimal iki kişilik bir örgüt olarak gelebileceğimizi, eğer üç kişi olursak
bizzat benim hizip çıkaracağımı; ‘gelmesek de görmesek de’ orda bir abimizin
varolduğunu artık bildiğimizi ve bunu -şimdi yaptığım gibi- her fırsatta
tanıdık tanımadık herkese ileteceğimi söyledim.
En
son gelenle ben ve o ikisi aksi istikametlere gitmek üzere dağıldık, adam
koluma girmiş yürüyorduk.
“Gel,
seninle birer tane daha yapalım.” dedi.
Hiç
huyum olmamasına, üstüne üstlük iştahımın da olmasına karşın; geç olduğunu,
nasıl olsa tanıştığımızı, buralarda olduğumuzu, başka bir gece devam
edebileceğimizi söyledim. Bir şey demedi, döndü karşıya geçti; kaldırımı,
bitimine kadar takip etmemiz gerekirken; tabi ben de onla yürüyordum kolumda
olduğundan, ben de bir şey demedim. Daha önceleri de gitmiş olduğum, o
zamanlarda kapalı olan o mekana, ilk defa arka kapıdan girdim.
“Ecevit
öldüğünden beri rakı içmiyorum. İlk defa bu gece seninle içicem, çünkü fıçılar
boş ve burda başka içki yok. Olsun, bayılırım böyle gençlerle içmeye.”
Halk
TV’yi açtı, bara oturup içip sohbet ederken, bir yandan da televizyona
bakıyorduk. Yine o zamanlar niye paso tüy dökücü krem reklamları döndüğünü
bilmiyorduk da Beyaz TV sağolsun; reklamların hikmetini sonraları öğrenebildik.
“Bu
Tayyip ölünce de sigarayı bırakıcam. Çıkarıcam dükkanın önüne iki tane fıçı;
gelene geçene bira dağıtıcam.”
İşler
iyi, güzel tıkırındayken -olmasa iyi ya, insanlık hali- bir takım
talihsizlikler olmuş, olmuş işte. Ancak artık hepsi geride kalmış, sorunlar
çözülmüş, durumlar düzeltilmiş, tatsızlıklar giderilmiş; hayrılısıyla yeni
sezona burda okuyan, benim gibi üniversite öğrencisi olan, genç kardeşlerin
gönül rahaltığıyla gelebileceği, kendilerini rahat hissedip, kafalarına göre
takılabilecekleri, haftada birkaç gün canlı müzik de olan, capcanlı bir mekan
haline getireceklermiş. “Öyleyse” dedim, “benim daha çok hoşuma gider, geldikçe
buralara ben de uğrarım yanınıza.” ‘Sen zaten geleceksin, kurtuluşun yok,
gelmezsen darılırım ha!’ anlamına gelen bir kafa hareketi yapmış, ben de ona
‘Eyvallah, ayıpsın abi! Olur mu hiç öyle şey’ anlamına gelen bir başka kafa
hareketiyle karşılık vermiştim. Kısa süre içinde birbirimizle konuşmadan dahi
anlaşabilecek kıvamda bir samimiyeti tutturmuştuk ancak ne var ki rakı bitmiş
ve kafamızı çevirdiğimizde güneşin çoktan doğmuş olduğunu görmüştük. Aynı
tarafa gidiyorduk, bir müddet beraber yürüdük ve iyi günler dilekleriyle
evlerimizin yolunu tuttuk.
Yirmi
küsür senedir iyi, kötü; acı tatlı ve kayıtsız, şartsız birlikte yaşadığımız;
hâlâ bazı huy ve davranışlarıma alışamamış fakat kabullenmiş annemin uyanmış
olduğunu ve beni beklediğini gördüm. Bi keresinde de; -tabi o zamanlar daha
sprocu bir çocuğum- yaz tatiliydi ve sabahları koşuya çıkardım, eve geldiğimde
annem gene kalkmış kahvaltı hazırlıyordu ve “Pantolonla mı koştun?” diye
sormuştu, ben de ona koşuya çıkmadığımı, eve yeni geldiğimi söylemiştim. Spor
hayatım aslında işte o gün tam olarak bitmişti; -her ne kadar iş bitirici,
kemik gibi sağlam topçulardan oluşan bir ekip olmakla birlikte- yaptığı bütün
maçları kaybeden Pinokyo Floyd ML isimli bir halısaha takımı kurmuş olsak da.
Kadın
haklı, merak etmiş tabi. Gece kabus görmüş, bakmış ben yokum, aramış
duymamışım, aramış şarjım bitmiş daha da uyuyamamış. “Yahu” dedim, “sen beni
daha tanıyamadın mı? Biliyosun bizde büle. Hem bak evine benim kadar erken
gelen başka insanlar var mı? Daha onlar sokağa bile çıkmadan erkenden,
vakitlice döndüm eve.” Sonra olan biteni özet geçtim ayakta; beni tek parça,
sağ salim, sapasağlam, sarhoş ve keyifli görünce; anlattıklarımın da etkisiyle
güldü, onun da neşesi yerine geldi.
“Anne”
dedim, “bayılırım böyle gençlerle içmeye.”