1 Eylül 2013 Pazar

ASLINDA O ADAM BENİM

         Tereddüt etmeksizin, balkonda sohbeti koyulaşmış adamların masasına ilişti, teklifsizce. Gayet rahattı, herkese merhaba deyip oturdu. İlk etapta geleni yadırgasalar da üç kafadarın şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaları uzun sürmedi ve muhabbete kaldıkları yerden devam ettiler.
         Yaz kaç zamandır erken gelmeye başlamıştı, böyle günlerde balkonda oturup soğuk bira eşliğinde kafa dengi kimselerle laflamak, her şeyi bırakıp kendine zaman ayırabilmek ve iyi vakit geçirmek bir nimetti. Bu şekilde damdan düşen her kimse artık, illa ki içlerinden birinin tanışıdır diye geçirdiler içlerinden ve sormadılar ne ona, ne de kendilerine.
         Baştan konuşmadı, açılması ve masadakilerin adlarını öğrenebilmesi birkaç birayı almıştı, ufaktan lafa girmeye, sohbete dahil olmaya masadakilere isimleriyle hitap edebilmeye başlamadan öncesi. “Bu arada...” diyerek kendini tanıttı ve es vermeden konuşmaya katıldı, masadakiler anca kafa sallayabildilerse de kendi kendilerine sorsalar bile kendi aralarında kaş göz yapamadılar. Ortada olağanüstü bir durum, tavırlarında ve söylediklerinde onların ölçülerine göre herhangi bir olağan dışılık söz konusu değildi hatta kendilerinden olmayan bu eleman zararsız görünmesinin yan ısıra sohbeti o kadar da fena olmayan bir adamdı. Sonra masa her zamanki gibi, sözleşmesiz ilk fırsatta toplanmak üzere gürültü yapmadan, sessizce ve olaysız dağılırken öpüşüp tokalaştılar.
         İlkokulda Fen Bilgisi derslerinde deneyler yapılır, Biyoloji müfredatında da Bilimsel Yöntem diye bir bölüm vardır, orda içerik; problem tespitinden, yasaya ulaşan yoldur ve kontrollü deneylerden geçer. Bilim alanındaki bütün deneyler kontrollü yapılır, basitçe; bir takım değişkenler sabit tutulurken ki bunlara kontrol gurubu denir, diğerleri –radikal grup- değiştirilerek alınan sonuçlardan çıkarımlar yapılıp eldeki hesaba uyup uymadığı denenir, kontrol edilir. İşte bu adamlar o mekanın kontrol grubuydu, sabitiydiler. Radikal grupsa gide gele yan masalardan edindikleri dostları, bazen izin gününde oraya içmeye gelen veya fırsat buldukça laflayan çalışan, işletmeci, kendi etraflarındaki yakın gördükleri; sohbeti çekilir, nadir de olsa karikatürdeki gibi “geldi yine tipini siktiğim” benzeri düşünceler uyandıran, kahrı çekilmez olsa da azami oranda sabredilen insanlardı, bana mısın demeseler dahi; bereket bunların sayıları ve süreleri azdı. Kendi içlerinde gayet keyifli, iyi anlaşan bir bütün olmalarıyla birlikte radikal grubun katkıları, varlıklarıyla olan artıları hissettirirdi; yokluklarındaki eksikliği.
         Aynı zamanda apayrı görüşleri, yaklaşımları olan insanlardı, fıkraların İngiliz, Fransız ve Alman’ı gibi; o günden itibaren onlara Temel’lik yapan bir de yancıları vardı. İşte, aslında o adam benim.
         Serin bir akşamdı, dükkandan çıkmış ve sokağa dalmıştım bir roman kahramanı edasında. Şehirde yalnızdım, yürüyordum, etrafa ve gelen geçen insanlara bakarak, kendi kendime bir takım çıkarımlarda bulunarak bazı sonuçlara varıyordum. Suratlarda nur yoktu, acelecilik ve hep bir yerlere yetişme zorunda olmanın verdiği sıkıntı, bunun getirdiği bıkkınlık, bunun üzerine eklenen çalışma, geçim derdi ve kendi dünyalarındaki benim bilemeyeceğim sorunların getirdiği yorgunluk. Burdaki herkesin öylesine acelesi vardı ki; sanırım kimsenin vakti, gücü ve dolayısıyla ilgisi olmadığından; ayda yılda bir turneye gelen oyunlar haricinde, düzenli bir tiyatro yoktu örneğin. Anladığım kadarıyla, herkes geberene kadar çalışmak zorunda olduğundan, kimse yanılıp dinlenmesin, oturup nefeslenirken kazara düşünmesin, bu insanlar sakın ha sakın stres atıp eğlenmesin diye kurgulanmıştı her şey. Kimsenin gidebilecek bir yeri, saklanabileceği bir sığınak, başını sokabileceği bir delik yoktu. Bir düşünsenize oturup ağız tadıyla yemek yenecek bir lokanta bile yokken, piyasa dönerci dükkanlarından geçilmiyordu ve etrafta hiç kedi yoku; şüphesiz ki kontrolsüz endüstriyel üretim bu insanların yatak odalarında bile erken boşalma olarak çoktan girmiş, hayatlarının tek ve bütün gerçekliği oluvermişti.
         İstikbal bana böcekleşmeyi, onlardan biri olmayı olmayı vadediyordu ve zaman geçtikçe de onlara benziyordum, oysa ben gerçek insan olmak istemiyor, kurgu bir karakter olmaya öykünüyordum mesela; büyümeyi reddeden bir Peter Pan, kendini şövalye sanan bir Don Kişot hatta daha iyisi kendini Don Kişot sanan bir Tutunamayan gibi şeyler. “Ağaç dalı kompleksi” ve “kumlara yatma rahatlığı” gibi şeyler vardı. Göz göre göre herkes yanılıyor ve hatada ısrar edip, aynı şeyleri yaparak mutlu olmak gibi farklı sonuçlar almaya çalışırken; yorulmuş bir banka çökmüştüm gecenin serinliğinde ve şimdi daha önce gidilmemiş bir mekanda, daha önce içilmemiş içkilerin, tanışılmamış insanların, belki hayatımın aşkının, belki görkemli bir bar kavgasının veya bambaşka şeylerin yahut hiçbirinin beni beklemediğini düşünürken bağırsaklarımda bir ağırlık hissettim ve mecburi istikamet evin yolunu tuttum. Yine her zamankinden: ben bir roman kahramanı olamadım hatta kimsenin kahramanı olamadım.
         O gün gittiğimde mekan yeni açılmıştı, temizliğe yardım ettim; teşekkür olarak şekersiz, sade kahve ikramını kabul ettim, içmeye başlamadan önce ayılmak işime gelirdi. Kahvemi içerken bir yandan da günün gazetelerine göz gezdirmeye başladım. Kahvem bitmiş, yorgunluk birasına henüz geçmiştim ki, bir yudum aldım almadım, o geldi. Pis karı. Oturmadan, ayakta, hiç vakit kaybetmeksizin bardağımı kafaya dikti ve tek seferde yarılayıp beni bırakıp gitti. Fazla söze gerek yok, bardağa baktım; yarısı boş, yarısı doluydu.
         Kontrol grubu yağmur damlaları gibi düşmeye başlamıştı, yalnızlığımın çölüne. Güzel insanlarla, keyifli bir sohbet: yaşamak içmenin bahanesidir. Derken masamızın aranmayan elemanlarından biri çıkageldi ve gelmesiyle ortamın içine edivermesi bir oldu. Genç kontrol grubu rahatsızdı, sıkışınca kalkmak için hepsinin bahanesi hazırdı: birinin işi, diğerinin çocuğu, ötekininse eşi vardı. Bense mazeretsiz rahatsızdım; onlar teker teker kaçtı, ben teke tek kaldım. Masadaki yarım litrelik su şişesini fark ettim, boş bardağımı doldurması için Hızır gibi yetişen dostuma uzattım, karşımda oturmuş, durmaksızın konuşan adama baktım, şişedeki suyu dipledim. İçinde bulunduğum durumu en az benim kadar bilen dostum da şişeyi fark etmiş olacak ki; biramı getirdiğinde şişeye baktı, göz göze geldik ve gülümsedi.
         Şansım kutunun içindeki kibritlerin oranı doğrultusunda değişkendi ve ben her zamanki gibi tek de olsa, hep de; ilk denemede yine aynısından çekmiştim; elimdeki yanık veya sönük bir kibritti, hangisi olduğunu hiçbir zaman bilemedim. Bu kez kutunun içindeki kibritleri özenle inceleyip, yakabileceğim ve söndürebileceğim birini seçerek soğukkanlılıkla sigaramı yaktım, biramdan bir yudum aldıktan sonra da gözlerimi -durmaksızın kafa ütüleyen, hani şu herkesin bildiği ve etrafında muhakkak en az bir tane bulunan “eski solcu”lardan olan- adama dikip derin bir nefes aldım, ağzımı açtım ve büyük bir akıcılıkla gerisi geldi. O akşamüzeri o masada tarih yazdım, ben bile şaşırdım ama o herifi süpürmeyi becerdim, benle başa çıkamayacağını anlayıp, zehir olan birasını bitirip kaçtı. Ona karşı aldığım tek zaferdi, belki de ona karşı alınan tek zafer! Gururluydum, kutlamaya bir birayla başlamaya karar verdim, neşem yerine gelmişti.
         Yıldızlar geçidi gibiydi, o gün pek çok güzel insan masama gelmiş, birer ikişer bira içip, biraz laflayıp gitmişlerdi, sözleşmişler gibi beni yalnız bırakmıyorlardı. İşin kötü tarafı hepsinin erkek olmasıydı, kadın müşteriler de geliyordu ama hiçbiri bana uğramıyordu, aman ya Rabb’im tam bir penis mıknatısı gibiydim! Saatler ilerleyip, yanımdaki tüm yıldızlar kaydıktan sonra yalnız olduğumu fark edip, kalkmaya niyetlendiğim o sırada, çalmaya başlayan Tanju Okan’la hemen bu fikrimden vazgeçip bir bira daha söyledim.
         Geçen on bir saatin ardından sokaktaydım işte, başladığım yere dönmüştüm yine.