Telefonuma
baktığımda annemin beni aramış olduğunu gördüm, geri aradım, meşguldü. Biraz
sonra tekrar aramak üzere cebime koyduğumda bunu unutacağımı biliyordum; tıpkı
ertesi gün arayıp, aramış olduğunu, açmadığımı ve onu hiç aramadığımı
söylediğinde; az evvel yazdıklarımı da unutacağım gibi. Oysa ben, öğüdünü
tutmuş; o gün yemek yemiş, yırtık pantolonumu sağlamıyla değiştirmiş, hatta
yıkanmıştım bile lakin gelmemişti; öyleyse yapmış olduğum tüm bu saçmalıkların
ne anlamı vardı?
*
Dükkanda
sohbet güzeldi ama Şefim mazeret bildirip gelmemişti, beni onlara davet
etmişti, gelirken sigara almamı söyleyip. Ne var ki sohbetin güzelliğinden
zaman erimiş, o saatte açık dükkan kalmamıştı, yine de elim boş düştüm yola.
Gerçi tütünüm vardı ama o sevmiyordu, ne yapalım, idare edecekti artık. Şefim
kral adamdır, birlikte vakit geçirmeyi severiz, beraber çok güleriz,
birbirimizi dinlemeyi severiz, anlatacak bir şey olursa da tercih ettiğimiz
insanlardanızdır birbirimizin, elimizden geldiğince destek olmaya da
çalışıyoruz birbirimize; kırıcı olduğum zamanlarda, her zaman için gösterdiği
tavırlardaki büyüklükle mahcup etmiştir beni. Babası zamanında Kurtuluşçu’ymuş,
o zamanlardan bir şefi varmış, hala öyle hitap edermiş şefine, biz de öyle yapıyoruz
Şefim ile. Yolda giderken bankamatikteki sarhoş adam seslendi bana:
“Ateşin
var mı?”
“Tabi.”
Sigarasını
yaktım,
“Al
bunu.” Elindeki paketi bana uzattı.
“Eyvallah
abicim, benim var.”
“Tütün
içiyosun, al bunu, ben başka içmicem zaten.”
Beni
bekleyen Şefim’in benden sigara beklediğini de anımsayarak, uzatmadan teşekkür
ederek kabul ettim yarım paket Parliament’i. Herif ne tarafa gitti, görmedim,
benimle aynı tarafa gitmediğini biliyorum yalnızca, kayboldu karanlıkta,
tipine, kılığına da hiç dikkat etmemiştim; belki daha önce veya daha sonra
karşılaşmışızdır da.
*
Başka
bir gece, bu defa Şefim’le beraber ayrıldık dükkandan, kentin göbeğine çadır
kurmuş işçiler açlık grevindeydiler ve bir arkadaşımız da o gece için onlarla
beraber sabahlayacaktı, yanlarına gittik.
İki
çadır vardı, birinde işçiler uyuyordu; pencereleri olan, dikdörtgen şeklindeki
diğerindeyse arkadaşımız, bir işçiyle oturuyordu. Daracıktı, içerde sallama
çay, elektrikli su ısıtıcı ve bir tane de katalitik sobası vardı, birkaç
sandalyeyle beraber. Kış mevsimindeydik ve sağlam bir kuru soğuk vardı.
İşçiler, aylardır, beşerli gruplar halinde birer hafta açlık grevindeydiler.
Vergisiz yabancı sermaye, örgütsüz ucuz işgücü ve emek sömürüsü.
İşçi,
tam anlamıyla bir muhabbetçiydi; anlatmayı, konuşmayı gerçekten seviyordu ve
anlatacak bir şeyler bulmakta gerçekten hiç sıkıntı çekmiyordu; hatta bu işte o
denli başarılıydı ki, başka hiç kimseye konuşmak için fırsat tanımıyordu ve buna
gerek de bırakmıyordu.
Hipnotize
olmuş onu dinliyorduk ki, sonra birden çadırın fermuarını kaldırmaya başladı,
üzerinde kamuflajlı asker parkası olan biri. Buyur ettik içeri, üşümüştür diye
katalitiğin yanına oturttuk; ılgıt ılgıt, burcu burcu, buram buram tütsüledi
ciğerlerimizi, burunlarımızın direğini devirdi, bu evsiz, sarhoş adamın kokusu;
ama ses etmedik. Kendini tanıttı, Hayrabolulu Balaban Memet. Sıradan el
sıkışıyordu, herkes elini uzatıyordu ama çekiniyordu daha doğrusu; haklı olarak
tiksiniyordu herifin pisliğinden; en sonda ben vardım ben de tiksinmiştim ama
çekinmedim, samimiyetle bana uzatılan o eli büyük bir içtenlikle sıktım; hatta
daha sonra, sohbet koyulaşınca Keşanlı olduğumu söylediğimde bana daha çok
yakınlık gösterdi, sık sık sarıldık, tokalaştık, hatta belki de biraz daha
vakit geçirme imkanımız olsa sevişecektik neredeyse, o derece; ben zaten
önsevişmenin karşındakini ilk fark ettiğinde başladığını söylemişimdir hep.
Askerliğini
jandarma özel harekat olarak yapan abimiz –kafayı da altı otuz beş bu yüzden
kırdığını söyleyen- burda ne döndüğünü sordu, grev dedik, dışarda asılı olan
DİSK flamasındaki işçinin Yılmaz Güney olup olmadığını sordu, olmadığını
söyledik, o da rahmetlinin çok delikanlı bir adam olduğunu söyledi ve bütün
filmlerini izlediğini ekledi, adam savcıyı vurmuştu sonuçta, harbi delikanlıydı.
Konuşurken kendi kendini gaza getirip, ayağa kalkarak belinden hayali
tabancasını çıkarıp ateş ederek anlatıyordu yer yer; bizim hoş sohbet konuşkan
işçiyi bile susturmuştu; Aziz Nesin’in Dinsizin Hakkından İmansız Gelir diye
bir hikayesi vardı, annemin ben çok küçükken bana okuduğu.
Bu
acayip adam sadece ateş etmekle kalmıyor, yer yer konuşurken ağlıyor, yer yer
gülüyordu da, güldürüyordu da biz gülünce o da gülüyordu, eşlik ederek: “Gülün tabi” diyordu. Sonra bana “Keşanlı
hepimiz gülüyoruz, sen niye hiç gülmüyorsun, sen de gül, eğleniyoruz burda.”
demişti ama vaziyetimin; ne “Gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa
gülmektir” dizeleriyle, ne de Edip Cansever’le uzaktan yakından alakası yoktu.
Ağlayarak
Ahmet Kaya’dan Adı Yılmaz’la, Şafak Türküsü’nü söylemişti, sonra da bölücü diye
küfretmişti.
“Kişiliğini
değil de, şarkılarını seviyosun di mi abi?” diye sordum, “He!” dedi. Dev gibi,
güçlü kuvvetli, babayiğit ve bıyıkları da gür ve gösterişli olan dayısından
bahsetti, o da kendisi gibi milliyetçiymiş, 12 Eylül’de almışlar, geri
dönmemiş, yengesi de çocuklarının adını Kenan koymuş; anlatırken her ne kadar
ağlasa da kendisi, doğru yapmış sonuçta Kenan Paşa, vatan sağolsunmuş. Ayrıca
bütün kitaplarını okuduğunu söylediği Deniz Gezmiş de delikanlı çocukmuş.
Şefim
acıkmış, çorbacıya gidecekti, bize jandarma komutanlığından geldiğini söyleyen
abimiz aç değildi, gelmeden orda yemişti ancak Şefim onu dinlemedi gelirken ona
da çorba getirdi. Açlık grevi çadırındaydık ve Şefim’in getirdiği çorbayı içiyordu.
Paylaşmak istedi bizle, nazikçe reddettik, hatta ekmek kesmek için bize
cebinden küçük paslı bir meyve bıçağı bile çıkarmıştı, boş cüzdanının içine
koyarak, arka cebine yerleştiriyordu ki “Batmasın abi?” dedim, “Bi şey olmaz.”
dedi.
Hiç
evlenmemişti, geçenlerde ziyaretine gittiği, şimdi Çanakkale’de Milli Piyango
bileti satan bir çocukluktan beri arkadaşı vardı, onunla birer sevgilileri
olmuştu zamanın birinde, bir pavyonda; o kadınlarmış gibi kayıklarda
birbirlerini uyandırarak takılırlarmış
birbirlerine. Dostunu ziyarete giderken geçenlerde, mola yerinde genç,
tedirgin bir çocuk görmüş, hemen anlamış:
“Sakın”
demiş, “Sakın, askerden kaçma. Doğru teslim ol birliğine, gittiğinde.”
Cebindeki
bütün paraları çocuğa vermiş, çocuksa benim o anda şaşırdığım gibi şaşırmış:
“Çok
teşekkür ederim abi, nasıl anladın?”
Sigarasızlık
çekiyorduk ya, çorba iyi gelmişti abimize, kafası biraz yerine gelmeye
başlamıştı. Gülerek:
“Lan,
ben buraya nasıl geldim? Jandarma özel harekat gibi geldim, nasıl girdim
ama içeri?”
, “Jandarmadan
geldiğini söylemiştin abi, ne işin vardı orda?” diye sordum.
Biraz
düşündükten sonra:
“Jandarma
Komutanlığı’na gittim, kapıdaki nöbetçilere komutanı görmek istiyorum, dedim.
‘Çök!’ dediler, silahlarını bana doğrulttular, hemen ellerimi kaldırıp çöktüm.”
Burda biraz duraksadıktan sonra gülümseyerek devam etti, “Ulan, ben o
askerlerin yerinde olsam iki şarjör boşaltmıştım üstüme... Komutan geldi,
üzerimi aradılar, eliyle beni itti, sonra ‘Bu adam suçsuz, sen suçsuzsun’ dedi
bana. Polis çağırdılar, ekip arabasıyla beni merkeze bıraktılar, sizi görmesem
geceyi geçirmek için karakola gidecektim, karakolun önüne yattım mı onlar zaten
beni içeri alıcaklar.”
Keşan
Petrol, Keşan Birlik, Sarıkeçe diye hitap ederken bana, bir yandan da sık sık
kullandığı altı otuz beşin ne anlama geldiğini düşünüyordum, yedi yirmi dört
gibi kullanıyordu, acaba altı kere otuz beşle, yedi kere yirmi dört birbirine
eşit miydi? Belki de kendi zaman kavramını yaratmış haftayı altıya, günü otuz
beş saate bölmüştü de bizim ölçülerimize uymuyordu, ne yani, olamaz mıydı? bilmiyordum
ama Nevzat Çelik biliyordu, ama o da Balaban Memet’i bilmiyordu, Balaban da
Altıotuzbeş şiirini; Şafak Türküsü’nü biliyordu ama o da Nevzat Çelik’i
bilmiyordu; tabancaymış. Şiir, ılık bir tabancaydı,bana doğrultulmuş,
ellerinde.
Esprili
bir adamdı, bir yandan Keşan’ı; “Burda kız arkadaşınla sokakta rahat rahat
dolaşamazsın ama Keşan’da dolaşabilirsin.” diye gerçeği yansıtmayan bir şekilde
överek, muasır medeniyet seviyesi anlayışını tek cümlede özetleyen ve çiftleri
genellikle kendi varoluşuyla ürküten bu evsiz, ipsiz, sapsız, serseri; öte
yandan bize de takılmayı ihmal etmiyordu. İşçi ortadan kaybolmuştu, dördümüz
kalmıştık, beni belinde iki tane silah taşıyan delikanlı bir dizi karakterine
benzeterek, sanırım sırf Keşanlı olmamdan ötürü onurlandırmış, Şefim’e “Sen
Havuç ol, ben de anana atlayım.” demiş, dostumuza da ki gerçekten eli yüzü
düzgün bir heriftir; “Bıyıkların güzel de o sakalları, saçları kes. Gece bi
çocuk görse korkar valla.” dedikten sonra, sıra kendisine gelen bu korkunç
görünüşlü adam beresini çıkarmış, dikilmiş saçlarını sergilemişti gülerek; acaba berenin altında kaldılar diye mi o hale geldiler, yoksa doğuştan o
haldeler diye mi bereyle geziyordu ya da uzun yıllar bere taktığından saçları
hiç mi inmiyordu?
“Nedir
bu grev şimdi, ne yapmaya çalışıyosunuz burda?”
Elimizden
geldiğince, dilimiz döndüğünce özet geçmeye çalıştık.
“Bi
işe yaricak mı bari? Bana kalırsa, size benim gibi hayattan beklentisi kalmamış
bi adam lazım. Takıcak beline silahı, yakalicak o orospu çocuğu patronu
arabasında,(burda bir yandan da oturduğu yerden kalkarak, hareketleriyle olayı
canlandırıp anlatımını güçlendiriyordu, coşmuştu.) çekicek silahı, şak
şak(belinden hayali silahını çıkarıp, mermi sürüyor) ‘Selaminaleyküm,
görüşemezsek selam!’(gülümseyerek asker selamıyla uğurluyor ve ateş) bam, bam,
bam! Öyle değil mi Keşanlı, sen daha iyi bilirsin bu işleri, toprağım benim?”
Sabah
oluyordu, işçiler yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı, her zamanki gibi yine, bize
ayrılan sürenin sonuna gelmiştik, gitme vaktimiz gelmişti, arkasına bakmadan
bir elini kaldırdı ve salladı, “Eyvallah!” diyerek kendi yoluna gitti.
Arkasından
baktık, sokaklar gözümüzden kaybettirdi.
“Eyvallah
abi!”
*
Birkaç
gündür dükkana gelmeye başlayan adının Yusuf olduğunu öğrendiğim abi, o öğleden
sonra kuşağı yine ordaydı ve yine balkonda kendi başına oturuyordu. Hiç havamda
değildim, yalnız kalmak, yok olmak gibi şeyler istiyordum, kafam sohbet
kaldıracak durumda değildi. İlk geldiği gün burda çalışan canım arkadaşım bir
sigara vermiş bu herife o da her gün bunu anlatıyordu:
“Buraya
geldim, sigaram yoktu, o arkadaş bana sigara verdi, normalde içmiyorum ama
alkolün yanında işte...
Ana,
babam benim içtiğimi de bilmez; onlara göre yanlış, söyleyemem de, onlar zaten
hiçbir şey bilmezler, kimse bilmez arkadaşlarım da bilmezler, kimseye anlatmam,
ama o çocuk bana sigara verdi, iyi bi adam...
Bira
söyleyim ,iç.”
Hastaydım
ve rakı tedavisine imkanlarım el vermiyordu, nane-limon takılıyordum; gerçi
param olmayınca yazdırabiliyordum, utangaç bir adam olduğumdan benim için böyle
şeyler her zaman için zor olmuştur, öte yandan paran kadar içebilir, paran
kadar yaşayabilirsin de varoluşuma ters olduğu için hep arada kalırdım; neyse ki
gösterilen bu samimiyet yazdırmama izin veriyordu, yine de mecbur kalmadıkça
yazdırmak istemiyordum; birayı boşvermesini, eğer gerçekten çok isterse
sıradaki nane-limonu ısmarlayabileceğini söyledim. Dinlemedi tabi. Hasta ya da
sağlıklı olmanın arasında çok da bir fark göremiyordum ben de açıkçası.
Buralardan değilmiş, kardeşi burda bir okulda öğretmenlik yapıyormuş, onun
yanına gelmiş birkaç günlüğüne, burayı buluvermiş, sevmiş, her gün buraya
gelmeye başlamıştı. Hep aynı muhabbetleri yapıyordu, çok kafa sikiyordu, sadece
konuşmaya çalışıyordu işte, yalnızdı lakin, hiç yalnız kalası yoktu,
söyleyecekleri vardı ancak, dinleyecek kimsesi
yoktu ama söylediğim gibi ben de hiç havamda değildim, en sonunda
elimdeki kitabı bırakıp teslim oldum; bana tebelleş olan bu herif, yine her zamanki
gibi aynı şeyleri tekrar etti. Bunları kaldıracak hiç halim yoktu.
“Abi”
dedim “Senin olayın nedir?” bırakması için, dilinin altında ilk fırsatta
çıkarmak için sakladığı baklayı; ben bile bu yaştaysam, karşımdaki en azından
orta yaşa yakın olması gereken adama. Özetle, “çok sevdik be abi!” dedi. Bir
kız varmış, evlenme planları kuruyorlarmış lakin, hatun hiç çaktırmadan bunu
biletlemiş başka bir herifle evlenmiş, o da kaçıp buralara kadar gelmişti.
Büyük bir iştahla sevişen bazı kadınların sonrasında ağlayışı gibi pişmanlık ve
suçluluk duygularıyla dolmuştu, anlattıktan hemen sonra da.
Hatun
götlük yapmıştı, kabul ediyorum, bizimki de çok bozulmuş, hatta yıkılmıştı,
şimdi anlamasını da beklemiyordum ama hak etsin etmesin, başına böyle şeyler
gelen tek insan olmadığı gibi dışarda milyarlarca tanışılacak insan vardı,
tamam belki tüm dünya halkları kol kola girmiş onu beklemiyordu ama, nefes
almaya devam ettikçe şansı da devam edecekti.
Yusuf
Abi’yi son görüşümdü, biliyordum, işi bitmişti ve bir daha dönmemek üzere
gitmişti, ben rakı tedavisine döndüğümde. Bir daha da ondan haber alınamadı.
*
Annemi
aramıştım, telefonu nenem açmıştı, hiç niyetim ve param olmamasına karşın, ne
zaman geleceğimi sorduğunda bugün deyivermiştim, kalıp ne yapacaktım, kalasım
da yoktu. O öğlen, telefon konuşmasından hemen sonra dükkana gittim, Yusuf Abi’ye
sigara veren canım arkadaşım Bün ordaydı, barın karşısında daha önce görmediğim
başka bir adam oturuyordu.
“Bana
bi yirmilik ateşleyebilir misin?” dedim, ateşledi.
“Bi
bira alabilir miyim o zaman?” dedim, tezgaha koyduğu parayı almayarak adamın
yanına oturdum, Bün’le göz göze gülümşeştik. Cebimdeki bozukluklarla yol paramla birayı
denkleştirebiliyordum.
Konuşmak
istersen konuşabileceğin, içinden susmak geliyorsa gönül rahatlığıyla ve
bozulmadan susabileceğin, oturup karşılıklı sohbet eder gibi kitap da
okuyabileceğin bir adamdı. İyi olmak gibi özel bir çabası yoktu, olduğu kadarı fazlasıyla yetiyordu zaten kötülük
yapmamaya özen gösterirdi yalnızca. Demek istediğim asla taşın altına elini
koymayan ama etrafta iyilik timsali olarak gezinen, lazım oldukları anlardaysa
asla ortalarda görünmeyen, yanında dedikodu gibi mühim işlerin icrasında
gerekli olan malzemeyi toplamak için bulunan, insanla ve gerçeğiyle zerre
alakadar olmayanlardan değildi. O adamlar solcu olsalar misal, bir yandan
mangalda kül bırakmaksızın atıp tutarlar; birbirlerine, kendileri gibi olanlara
ve olmayanlara bok atarken; her fırsatta dostlar alışverişte görsün kadar
olaylara karışırlar; onun haricinde de bir bok yapmazlar. Sisteme
eklemlenmeleri sol esnafı şeklinde olduğundan, ortak kitleleri olan işçi sınıfı
adlı müşterilerine aslında neyi pazarlarlar?
Yanımdakiyle
tanıştık, genç sayılabilecek bir herifti, askerlikten istifa etmiş ve karısı da
tezkereyi henüz o sabah verince, soluğu burda almıştı, daha önce gelmemişti,
eğer gelmişliği olsa bilirdik. Askerliği bilmem ama gördüğüm kadarıyla hatunla
bozuşunca kafayı kırmıştan çok, kafayı kırdığından hatunla geçinememişe
benziyordu.
“Bak
eşofmanlarımla geldim.” Ayağa kalkıp göstermişti, evet üzerine montunu almış,
ayaklarına da iskarpinleri çekmişti.
“O
da bi şey mi hocam, ben pantulları giymeyi unutuyodum, son anda fark ettim de
kapıdan döndüm, yoksa donla geliyodum.”
Askere
gitmemeyi bize sıkı sıkıya tembih etti, hatta psikolojik sorunlarımız var diye
rapor alırsak kesinlikle askerlikten yırtabileceğimizi; beni o kadar
tanımadığını, benden dakikalarca fazla tanıdığı arkadaşımınsa kesinlikle
gitmemesi gerektiğini söyledi. Aradan biraz geçince de bu muhabbeti özellikle
yaptığını, az evvel dükkana gelen adamların tipini gözünün tutmadığını,
muhtemelen polis ya da asker olabileceklerinden dolayı olduğunu belirtti. Az
önce gelen iki kişiyi ben de fark etmiştim, onları da daha önce görmemiştim,
pek buraya takılacak tiplere de benzemiyorlardı lakin, insanları görünüşlerine
göre yargılamaktan imtina ettiğimden, çünkü şekil mütemadiyen aldatıcı
olduğundan veya sadece yeterince paranoyak olmadığımdan ve sürekli tetikte
yaşamamı gerektirecek geçerli sebeplerim olmadığından, bir parça da
önemsemediğimden üzerlerinde düşünmemiştim; aynasız olmaları ya da olmamaları
benim için mesele olmamakla birlikte, iki türlü de beni şaşırtacak şeyler
değildi.
Dükkanda
tek olduğundan sürekli yanımızda kalamıyordu Bün, kısa süreliğine teke tek de
kalıyorduk, tezgahtaki parayı işaret etti bana, eğer bir paket Camel alırsam
bununla beraber ikinci biramı da ısmarlayabileceğini söyledi, hala cebimde eve
dönecek param kalıyordu, teklifini kabul ettim. Sonra çok içinden geldiğini bir
deste elli iki almamı istedi, bu dönüş biletimi yırtmam anlamına geliyordu, ama
bu kaçığın bir deste iskambille ne yapacağını, içinden neyin geldiğini
gerçekten merak etmiştim. Etkileyici bir kart numarası vardı, kafa karıştırıcı,
oldukça sağlam. O kalbinin olduğu yeri eşofmanı üzerinden tutarak bunun bir
his işi olduğunu söylüyordu, ben de iddialaşmadım, “Tabi.” dedim; böyle şeylere
inanmaya prensip olarak karşı olmakla birlikte, inanmam için ortada bir sebep
de göremiyordum; sadece nasıl oluğunu anlamakla ilgilenmiyordum, kafayı buna
taksam, bu şirin numaranın tadına varamazdım. Kendi çapında büyük
prodüksüyondu, oyuna tuvaletten dönen ya da siparişe gelen müşterileri de dahil
ediyordu, başka palavralar da sıkıyordu, bunu hem onun gerçek bir çatlak
olmasına verdim, hem de ne lüzumu vardı güzel güzel sohbet etmek varken,
hayatım boyunca ikinci kere göremeyeceğim bir adamla papaz olmaya.
Görmedim
de, Bün de görmemiş telefonunu bize vermişti ama kapalıymış, “Sonra ödicem.”
diye hesabı bırakmış, haber alınamamış. Annemin ateşlediği takviye yirmilikle
yaptığı kan nakliyle eve dönebilmiştim son anda.
*
Öğleden
sonra, biralarımızı içip dükkandan çıkmıştık ki; karşımızda işçi sınıfı bize
doğru yürüyordu, biz onlara bir adım attıkça, onlar da bize bir adım atıyordu,
sonunda sınıfla kaynaşmıştık, çok sevdiğim bir abim vardı, gönlünü bizimle bırakıp
devam etmesi gerekti, detaylara girmek istemiyorum, kalbi kırılmıştı, ben
korteje girdim, olaylara karıştım, rotamı işçi sınıfıyla aynı yöne çevirdim.
Beraber sloganlar atıyorduk ancak onlar “işveren” diyordu, bana kalırsa
ortadaki iş tam manasıyla götlüktü ve onlar bilinçli, ben lümpen olduğumdan
onun yerine “götveren” diye söylüyordum. Sloganlar üzerinde küçük oynamalar
yapmayı seviyordum, bunu davaya ve onlara saygısızlık olarak yapmıyordum ama,
sadece içimden öyle geliyordu ve eğer bağıracaksam hatta, bağırmayacak dahi
olsam çünkü; mesele bağırma da değil, içimden nasıl geliyorsa öyle davranmak
istiyorum, bunun önündeki bütün otoritelerin ve tüm alt ve üst yapılarının benim
karşımda konumlanışından, kendimi ister istemez onların karşısında buluyordum.
Aramızda,
politik kimliği kendi insanlığının ve insani ilişkiler kurmasının önüne geçmiş,
benliği erimiş, benliğini bir başka daha büyük bir bizle tanımlayarak
bencilliğini genişletmiş biri vardı, rahmetli Marx’ın kemikleri sızlamasa,
kulakları çınlardı; mülkiyetin genişletilmesinin özel mülkiyetin ortadan
kalkması anlamına gelmediğini söylediği gibi genişletilmiş bencillik hakkında
da iki çift laf etmişliği olan bir adamdı. Ayrıca aramızda yine ilke
yetersizliğinden muzdarip sol esnafı ekmekçiler de vardı; bir şeylerin
değişmesinin önündeki asıl engellerin bu tür insanlar olduğunu düşünmekteydim
ve yine aramızda yaşamasını zorlaştıran hayatın karşısında ayakta durmaya
çalışan bir başka adam daha vardı. Haklı olarak, bembayaz saçları uzamaya
başlamış, kesmediği kirli sakallı, sağlıksız görünen cildinden daha da kırmızı
olan gözleri parlayan tam zamanlı alkolik o adamın yanında saf tuttum. Bana
kendi takıldığı birası her yerden daha ucuz olan bir mekanı tavsiye ve tarif
etti, benim nereye takıldığımı sordu, orasının pahalı olduğunu söyleyince de
bize indirim yaptığını ama yine de onun mekan kadar hesaplı olmadığını
söyledim.
*
Karanlıkta
yolunu şaşırıp, kaybolmuş, yalnızlıktan üşüyen kirpilerden başka bir şey
değildik aslında. Bir şekilde, bir vesileyle, bilinçli veya tesadüfi belirli
koşullar altında, bazı durumlarda bir araya gelsek de aslında yalnız yürüyen
adamlardık.