2 Mayıs 2013 Perşembe

ASLA YALNIZ YÜRÜMEYECEKSİN


                Telefonuma baktığımda annemin beni aramış olduğunu gördüm, geri aradım, meşguldü. Biraz sonra tekrar aramak üzere cebime koyduğumda bunu unutacağımı biliyordum; tıpkı ertesi gün arayıp, aramış olduğunu, açmadığımı ve onu hiç aramadığımı söylediğinde; az evvel yazdıklarımı da unutacağım gibi. Oysa ben, öğüdünü tutmuş; o gün yemek yemiş, yırtık pantolonumu sağlamıyla değiştirmiş, hatta yıkanmıştım bile lakin gelmemişti; öyleyse yapmış olduğum tüm bu saçmalıkların ne anlamı vardı?
*
                Dükkanda sohbet güzeldi ama Şefim mazeret bildirip gelmemişti, beni onlara davet etmişti, gelirken sigara almamı söyleyip. Ne var ki sohbetin güzelliğinden zaman erimiş, o saatte açık dükkan kalmamıştı, yine de elim boş düştüm yola. Gerçi tütünüm vardı ama o sevmiyordu, ne yapalım, idare edecekti artık. Şefim kral adamdır, birlikte vakit geçirmeyi severiz, beraber çok güleriz, birbirimizi dinlemeyi severiz, anlatacak bir şey olursa da tercih ettiğimiz insanlardanızdır birbirimizin, elimizden geldiğince destek olmaya da çalışıyoruz birbirimize; kırıcı olduğum zamanlarda, her zaman için gösterdiği tavırlardaki büyüklükle mahcup etmiştir beni. Babası zamanında Kurtuluşçu’ymuş, o zamanlardan bir şefi varmış, hala öyle hitap edermiş şefine, biz de öyle yapıyoruz Şefim ile. Yolda giderken bankamatikteki sarhoş adam seslendi bana:
                “Ateşin var mı?”
                “Tabi.”
                Sigarasını yaktım,
                “Al bunu.” Elindeki paketi bana uzattı.
                “Eyvallah abicim, benim var.”
                “Tütün içiyosun, al bunu, ben başka içmicem zaten.”
                Beni bekleyen Şefim’in benden sigara beklediğini de anımsayarak, uzatmadan teşekkür ederek kabul ettim yarım paket Parliament’i. Herif ne tarafa gitti, görmedim, benimle aynı tarafa gitmediğini biliyorum yalnızca, kayboldu karanlıkta, tipine, kılığına da hiç dikkat etmemiştim; belki daha önce veya daha sonra karşılaşmışızdır da.
*
                Başka bir gece, bu defa Şefim’le beraber ayrıldık dükkandan, kentin göbeğine çadır kurmuş işçiler açlık grevindeydiler ve bir arkadaşımız da o gece için onlarla beraber sabahlayacaktı, yanlarına gittik.
                İki çadır vardı, birinde işçiler uyuyordu; pencereleri olan, dikdörtgen şeklindeki diğerindeyse arkadaşımız, bir işçiyle oturuyordu. Daracıktı, içerde sallama çay, elektrikli su ısıtıcı ve bir tane de katalitik sobası vardı, birkaç sandalyeyle beraber. Kış mevsimindeydik ve sağlam bir kuru soğuk vardı. İşçiler, aylardır, beşerli gruplar halinde birer hafta açlık grevindeydiler. Vergisiz yabancı sermaye, örgütsüz ucuz işgücü ve emek sömürüsü.
                İşçi, tam anlamıyla bir muhabbetçiydi; anlatmayı, konuşmayı gerçekten seviyordu ve anlatacak bir şeyler bulmakta gerçekten hiç sıkıntı çekmiyordu; hatta bu işte o denli başarılıydı ki, başka hiç kimseye konuşmak için fırsat tanımıyordu ve buna gerek de bırakmıyordu.
                Hipnotize olmuş onu dinliyorduk ki, sonra birden çadırın fermuarını kaldırmaya başladı, üzerinde kamuflajlı asker parkası olan biri. Buyur ettik içeri, üşümüştür diye katalitiğin yanına oturttuk; ılgıt ılgıt, burcu burcu, buram buram tütsüledi ciğerlerimizi, burunlarımızın direğini devirdi, bu evsiz, sarhoş adamın kokusu; ama ses etmedik. Kendini tanıttı, Hayrabolulu Balaban Memet. Sıradan el sıkışıyordu, herkes elini uzatıyordu ama çekiniyordu daha doğrusu; haklı olarak tiksiniyordu herifin pisliğinden; en sonda ben vardım ben de tiksinmiştim ama çekinmedim, samimiyetle bana uzatılan o eli büyük bir içtenlikle sıktım; hatta daha sonra, sohbet koyulaşınca Keşanlı olduğumu söylediğimde bana daha çok yakınlık gösterdi, sık sık sarıldık, tokalaştık, hatta belki de biraz daha vakit geçirme imkanımız olsa sevişecektik neredeyse, o derece; ben zaten önsevişmenin karşındakini ilk fark ettiğinde başladığını söylemişimdir hep.
                Askerliğini jandarma özel harekat olarak yapan abimiz –kafayı da altı otuz beş bu yüzden kırdığını söyleyen- burda ne döndüğünü sordu, grev dedik, dışarda asılı olan DİSK flamasındaki işçinin Yılmaz Güney olup olmadığını sordu, olmadığını söyledik, o da rahmetlinin çok delikanlı bir adam olduğunu söyledi ve bütün filmlerini izlediğini ekledi, adam savcıyı vurmuştu sonuçta, harbi delikanlıydı. Konuşurken kendi kendini gaza getirip, ayağa kalkarak belinden hayali tabancasını çıkarıp ateş ederek anlatıyordu yer yer; bizim hoş sohbet konuşkan işçiyi bile susturmuştu; Aziz Nesin’in Dinsizin Hakkından İmansız Gelir diye bir hikayesi vardı, annemin ben çok küçükken bana okuduğu.
                Bu acayip adam sadece ateş etmekle kalmıyor, yer yer konuşurken ağlıyor, yer yer gülüyordu da, güldürüyordu da biz gülünce o da gülüyordu, eşlik ederek:  “Gülün tabi” diyordu. Sonra bana “Keşanlı hepimiz gülüyoruz, sen niye hiç gülmüyorsun, sen de gül, eğleniyoruz burda.” demişti ama vaziyetimin; ne “Gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir” dizeleriyle, ne de Edip Cansever’le uzaktan yakından alakası yoktu.
                Ağlayarak Ahmet Kaya’dan Adı Yılmaz’la, Şafak Türküsü’nü söylemişti, sonra da bölücü diye küfretmişti.
                “Kişiliğini değil de, şarkılarını seviyosun di mi abi?” diye sordum, “He!” dedi. Dev gibi, güçlü kuvvetli, babayiğit ve bıyıkları da gür ve gösterişli olan dayısından bahsetti, o da kendisi gibi milliyetçiymiş, 12 Eylül’de almışlar, geri dönmemiş, yengesi de çocuklarının adını Kenan koymuş; anlatırken her ne kadar ağlasa da kendisi, doğru yapmış sonuçta Kenan Paşa, vatan sağolsunmuş. Ayrıca bütün kitaplarını okuduğunu söylediği Deniz Gezmiş de delikanlı çocukmuş.
                Şefim acıkmış, çorbacıya gidecekti, bize jandarma komutanlığından geldiğini söyleyen abimiz aç değildi, gelmeden orda yemişti ancak Şefim onu dinlemedi gelirken ona da çorba getirdi. Açlık grevi çadırındaydık ve Şefim’in getirdiği çorbayı içiyordu. Paylaşmak istedi bizle, nazikçe reddettik, hatta ekmek kesmek için bize cebinden küçük paslı bir meyve bıçağı bile çıkarmıştı, boş cüzdanının içine koyarak, arka cebine yerleştiriyordu ki “Batmasın abi?” dedim, “Bi şey olmaz.” dedi.
                Hiç evlenmemişti, geçenlerde ziyaretine gittiği, şimdi Çanakkale’de Milli Piyango bileti satan bir çocukluktan beri arkadaşı vardı, onunla birer sevgilileri olmuştu zamanın birinde, bir pavyonda; o kadınlarmış gibi kayıklarda birbirlerini uyandırarak takılırlarmış  birbirlerine. Dostunu ziyarete giderken geçenlerde, mola yerinde genç, tedirgin bir çocuk görmüş, hemen anlamış:
                “Sakın” demiş, “Sakın, askerden kaçma. Doğru teslim ol birliğine, gittiğinde.”
                Cebindeki bütün paraları çocuğa vermiş, çocuksa benim o anda şaşırdığım gibi şaşırmış:
                “Çok teşekkür ederim abi, nasıl anladın?”
              Sigarasızlık çekiyorduk ya, çorba iyi gelmişti abimize, kafası biraz yerine gelmeye başlamıştı. Gülerek:
                “Lan, ben buraya nasıl geldim? Jandarma özel harekat gibi geldim, nasıl girdim ama  içeri?”
,              “Jandarmadan geldiğini söylemiştin abi, ne işin vardı orda?” diye sordum.
                Biraz düşündükten sonra:
                “Jandarma Komutanlığı’na gittim, kapıdaki nöbetçilere komutanı görmek istiyorum, dedim. ‘Çök!’ dediler, silahlarını bana doğrulttular, hemen ellerimi kaldırıp çöktüm.” Burda biraz duraksadıktan sonra gülümseyerek devam etti, “Ulan, ben o askerlerin yerinde olsam iki şarjör boşaltmıştım üstüme... Komutan geldi, üzerimi aradılar, eliyle beni itti, sonra ‘Bu adam suçsuz, sen suçsuzsun’ dedi bana. Polis çağırdılar, ekip arabasıyla beni merkeze bıraktılar, sizi görmesem geceyi geçirmek için karakola gidecektim, karakolun önüne yattım mı onlar zaten beni içeri alıcaklar.”
                Keşan Petrol, Keşan Birlik, Sarıkeçe diye hitap ederken bana, bir yandan da sık sık kullandığı altı otuz beşin ne anlama geldiğini düşünüyordum, yedi yirmi dört gibi kullanıyordu, acaba altı kere otuz beşle, yedi kere yirmi dört birbirine eşit miydi? Belki de kendi zaman kavramını yaratmış haftayı altıya, günü otuz beş saate bölmüştü de bizim ölçülerimize uymuyordu, ne yani, olamaz mıydı? bilmiyordum ama Nevzat Çelik biliyordu, ama o da Balaban Memet’i bilmiyordu, Balaban da Altıotuzbeş şiirini; Şafak Türküsü’nü biliyordu ama o da Nevzat Çelik’i bilmiyordu; tabancaymış. Şiir, ılık bir tabancaydı,bana doğrultulmuş, ellerinde.
                Esprili bir adamdı, bir yandan Keşan’ı; “Burda kız arkadaşınla sokakta rahat rahat dolaşamazsın ama Keşan’da dolaşabilirsin.” diye gerçeği yansıtmayan bir şekilde överek, muasır medeniyet seviyesi anlayışını tek cümlede özetleyen ve çiftleri genellikle kendi varoluşuyla ürküten bu evsiz, ipsiz, sapsız, serseri; öte yandan bize de takılmayı ihmal etmiyordu. İşçi ortadan kaybolmuştu, dördümüz kalmıştık, beni belinde iki tane silah taşıyan delikanlı bir dizi karakterine benzeterek, sanırım sırf Keşanlı olmamdan ötürü onurlandırmış, Şefim’e “Sen Havuç ol, ben de anana atlayım.” demiş, dostumuza da ki gerçekten eli yüzü düzgün bir heriftir; “Bıyıkların güzel de o sakalları, saçları kes. Gece bi çocuk görse korkar valla.” dedikten sonra, sıra kendisine gelen bu korkunç görünüşlü adam beresini çıkarmış, dikilmiş saçlarını sergilemişti gülerek; acaba berenin altında kaldılar diye mi o hale geldiler, yoksa doğuştan o haldeler diye mi bereyle geziyordu ya da uzun yıllar bere taktığından saçları hiç mi inmiyordu?
                “Nedir bu grev şimdi, ne yapmaya çalışıyosunuz burda?”
                Elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce özet geçmeye çalıştık.
                “Bi işe yaricak mı bari? Bana kalırsa, size benim gibi hayattan beklentisi kalmamış bi adam lazım. Takıcak beline silahı, yakalicak o orospu çocuğu patronu arabasında,(burda bir yandan da oturduğu yerden kalkarak, hareketleriyle olayı canlandırıp anlatımını güçlendiriyordu, coşmuştu.) çekicek silahı, şak şak(belinden hayali silahını çıkarıp, mermi sürüyor) ‘Selaminaleyküm, görüşemezsek selam!’(gülümseyerek asker selamıyla uğurluyor ve ateş) bam, bam, bam! Öyle değil mi Keşanlı, sen daha iyi bilirsin bu işleri, toprağım benim?”
                Sabah oluyordu, işçiler yavaş yavaş uyanmaya başlamıştı, her zamanki gibi yine, bize ayrılan sürenin sonuna gelmiştik, gitme vaktimiz gelmişti, arkasına bakmadan bir elini kaldırdı ve salladı, “Eyvallah!” diyerek kendi yoluna gitti.
                Arkasından baktık, sokaklar gözümüzden kaybettirdi.
                “Eyvallah abi!”
*
                Birkaç gündür dükkana gelmeye başlayan adının Yusuf olduğunu öğrendiğim abi, o öğleden sonra kuşağı yine ordaydı ve yine balkonda kendi başına oturuyordu. Hiç havamda değildim, yalnız kalmak, yok olmak gibi şeyler istiyordum, kafam sohbet kaldıracak durumda değildi. İlk geldiği gün burda çalışan canım arkadaşım bir sigara vermiş bu herife o da her gün bunu anlatıyordu:
                “Buraya geldim, sigaram yoktu, o arkadaş bana sigara verdi, normalde içmiyorum ama alkolün yanında işte...
                Ana, babam benim içtiğimi de bilmez; onlara göre yanlış, söyleyemem de, onlar zaten hiçbir şey bilmezler, kimse bilmez arkadaşlarım da bilmezler, kimseye anlatmam, ama o çocuk bana sigara verdi, iyi bi adam...
                Bira söyleyim ,iç.”
                Hastaydım ve rakı tedavisine imkanlarım el vermiyordu, nane-limon takılıyordum; gerçi param olmayınca yazdırabiliyordum, utangaç bir adam olduğumdan benim için böyle şeyler her zaman için zor olmuştur, öte yandan paran kadar içebilir, paran kadar yaşayabilirsin de varoluşuma ters olduğu için hep arada kalırdım; neyse ki gösterilen bu samimiyet yazdırmama izin veriyordu, yine de mecbur kalmadıkça yazdırmak istemiyordum; birayı boşvermesini, eğer gerçekten çok isterse sıradaki nane-limonu ısmarlayabileceğini söyledim. Dinlemedi tabi. Hasta ya da sağlıklı olmanın arasında çok da bir fark göremiyordum ben de açıkçası. Buralardan değilmiş, kardeşi burda bir okulda öğretmenlik yapıyormuş, onun yanına gelmiş birkaç günlüğüne, burayı buluvermiş, sevmiş, her gün buraya gelmeye başlamıştı. Hep aynı muhabbetleri yapıyordu, çok kafa sikiyordu, sadece konuşmaya çalışıyordu işte, yalnızdı lakin, hiç yalnız kalası yoktu, söyleyecekleri vardı ancak, dinleyecek kimsesi  yoktu ama söylediğim gibi ben de hiç havamda değildim, en sonunda elimdeki kitabı bırakıp teslim oldum; bana tebelleş olan bu herif, yine her zamanki gibi aynı şeyleri tekrar etti. Bunları kaldıracak hiç halim yoktu.
                “Abi” dedim “Senin olayın nedir?” bırakması için, dilinin altında ilk fırsatta çıkarmak için sakladığı baklayı; ben bile bu yaştaysam, karşımdaki en azından orta yaşa yakın olması gereken adama. Özetle, “çok sevdik be abi!” dedi. Bir kız varmış, evlenme planları kuruyorlarmış lakin, hatun hiç çaktırmadan bunu biletlemiş başka bir herifle evlenmiş, o da kaçıp buralara kadar gelmişti. Büyük bir iştahla sevişen bazı kadınların sonrasında ağlayışı gibi pişmanlık ve suçluluk duygularıyla dolmuştu, anlattıktan hemen sonra da.
                Hatun götlük yapmıştı, kabul ediyorum, bizimki de çok bozulmuş, hatta yıkılmıştı, şimdi anlamasını da beklemiyordum ama hak etsin etmesin, başına böyle şeyler gelen tek insan olmadığı gibi dışarda milyarlarca tanışılacak insan vardı, tamam belki tüm dünya halkları kol kola girmiş onu beklemiyordu ama, nefes almaya devam ettikçe şansı da devam edecekti.
                Yusuf Abi’yi son görüşümdü, biliyordum, işi bitmişti ve bir daha dönmemek üzere gitmişti, ben rakı tedavisine döndüğümde. Bir daha da ondan haber alınamadı.
*
                Annemi aramıştım, telefonu nenem açmıştı, hiç niyetim ve param olmamasına karşın, ne zaman geleceğimi sorduğunda bugün deyivermiştim, kalıp ne yapacaktım, kalasım da yoktu. O öğlen, telefon konuşmasından hemen sonra dükkana gittim, Yusuf Abi’ye sigara veren canım arkadaşım Bün ordaydı, barın karşısında daha önce görmediğim başka bir adam oturuyordu.
                “Bana bi yirmilik ateşleyebilir misin?” dedim, ateşledi.
                “Bi bira alabilir miyim o zaman?” dedim, tezgaha koyduğu parayı almayarak adamın yanına oturdum, Bün’le göz göze gülümşeştik. Cebimdeki  bozukluklarla yol paramla birayı denkleştirebiliyordum.
                Konuşmak istersen konuşabileceğin, içinden susmak geliyorsa gönül rahatlığıyla ve bozulmadan susabileceğin, oturup karşılıklı sohbet eder gibi kitap da okuyabileceğin bir adamdı. İyi olmak gibi özel bir çabası yoktu, olduğu  kadarı fazlasıyla yetiyordu zaten kötülük yapmamaya özen gösterirdi yalnızca. Demek istediğim asla taşın altına elini koymayan ama etrafta iyilik timsali olarak gezinen, lazım oldukları anlardaysa asla ortalarda görünmeyen, yanında dedikodu gibi mühim işlerin icrasında gerekli olan malzemeyi toplamak için bulunan, insanla ve gerçeğiyle zerre alakadar olmayanlardan değildi. O adamlar solcu olsalar misal, bir yandan mangalda kül bırakmaksızın atıp tutarlar; birbirlerine, kendileri gibi olanlara ve olmayanlara bok atarken; her fırsatta dostlar alışverişte görsün kadar olaylara karışırlar; onun haricinde de bir bok yapmazlar. Sisteme eklemlenmeleri sol esnafı şeklinde olduğundan, ortak kitleleri olan işçi sınıfı adlı müşterilerine aslında neyi pazarlarlar?
                Yanımdakiyle tanıştık, genç sayılabilecek bir herifti, askerlikten istifa etmiş ve karısı da tezkereyi henüz o sabah verince, soluğu burda almıştı, daha önce gelmemişti, eğer gelmişliği olsa bilirdik. Askerliği bilmem ama gördüğüm kadarıyla hatunla bozuşunca kafayı kırmıştan çok, kafayı kırdığından hatunla geçinememişe benziyordu.
                “Bak eşofmanlarımla geldim.” Ayağa kalkıp göstermişti, evet üzerine montunu almış, ayaklarına da iskarpinleri çekmişti.
                “O da bi şey mi hocam, ben pantulları giymeyi unutuyodum, son anda fark ettim de kapıdan döndüm, yoksa donla geliyodum.”
                Askere gitmemeyi bize sıkı sıkıya tembih etti, hatta psikolojik sorunlarımız var diye rapor alırsak kesinlikle askerlikten yırtabileceğimizi; beni o kadar tanımadığını, benden dakikalarca fazla tanıdığı arkadaşımınsa kesinlikle gitmemesi gerektiğini söyledi. Aradan biraz geçince de bu muhabbeti özellikle yaptığını, az evvel dükkana gelen adamların tipini gözünün tutmadığını, muhtemelen polis ya da asker olabileceklerinden dolayı olduğunu belirtti. Az önce gelen iki kişiyi ben de fark etmiştim, onları da daha önce görmemiştim, pek buraya takılacak tiplere de benzemiyorlardı lakin, insanları görünüşlerine göre yargılamaktan imtina ettiğimden, çünkü şekil mütemadiyen aldatıcı olduğundan veya sadece yeterince paranoyak olmadığımdan ve sürekli tetikte yaşamamı gerektirecek geçerli sebeplerim olmadığından, bir parça da önemsemediğimden üzerlerinde düşünmemiştim; aynasız olmaları ya da olmamaları benim için mesele olmamakla birlikte, iki türlü de beni şaşırtacak şeyler değildi.
                Dükkanda tek olduğundan sürekli yanımızda kalamıyordu Bün, kısa süreliğine teke tek de kalıyorduk, tezgahtaki parayı işaret etti bana, eğer bir paket Camel alırsam bununla beraber ikinci biramı da ısmarlayabileceğini söyledi, hala cebimde eve dönecek param kalıyordu, teklifini kabul ettim. Sonra çok içinden geldiğini bir deste elli iki almamı istedi, bu dönüş biletimi yırtmam anlamına geliyordu, ama bu kaçığın bir deste iskambille ne yapacağını, içinden neyin geldiğini gerçekten merak etmiştim. Etkileyici bir kart numarası vardı, kafa karıştırıcı, oldukça sağlam. O kalbinin olduğu yeri eşofmanı üzerinden tutarak bunun bir his işi olduğunu söylüyordu, ben de iddialaşmadım, “Tabi.” dedim; böyle şeylere inanmaya prensip olarak karşı olmakla birlikte, inanmam için ortada bir sebep de göremiyordum; sadece nasıl oluğunu anlamakla ilgilenmiyordum, kafayı buna taksam, bu şirin numaranın tadına varamazdım. Kendi çapında büyük prodüksüyondu, oyuna tuvaletten dönen ya da siparişe gelen müşterileri de dahil ediyordu, başka palavralar da sıkıyordu, bunu hem onun gerçek bir çatlak olmasına verdim, hem de ne lüzumu vardı güzel güzel sohbet etmek varken, hayatım boyunca ikinci kere göremeyeceğim bir adamla papaz olmaya.
                Görmedim de, Bün de görmemiş telefonunu bize vermişti ama kapalıymış, “Sonra ödicem.” diye hesabı bırakmış, haber alınamamış. Annemin ateşlediği takviye yirmilikle yaptığı kan nakliyle eve dönebilmiştim son anda.
*
                Öğleden sonra, biralarımızı içip dükkandan çıkmıştık ki; karşımızda işçi sınıfı bize doğru yürüyordu, biz onlara bir adım attıkça, onlar da bize bir adım atıyordu, sonunda sınıfla kaynaşmıştık, çok sevdiğim bir abim vardı, gönlünü bizimle bırakıp devam etmesi gerekti, detaylara girmek istemiyorum, kalbi kırılmıştı, ben korteje girdim, olaylara karıştım, rotamı işçi sınıfıyla aynı yöne çevirdim. Beraber sloganlar atıyorduk ancak onlar “işveren” diyordu, bana kalırsa ortadaki iş tam manasıyla götlüktü ve onlar bilinçli, ben lümpen olduğumdan onun yerine “götveren” diye söylüyordum. Sloganlar üzerinde küçük oynamalar yapmayı seviyordum, bunu davaya ve onlara saygısızlık olarak yapmıyordum ama, sadece içimden öyle geliyordu ve eğer bağıracaksam hatta, bağırmayacak dahi olsam çünkü; mesele bağırma da değil, içimden nasıl geliyorsa öyle davranmak istiyorum, bunun önündeki bütün otoritelerin ve tüm alt ve üst yapılarının benim karşımda konumlanışından, kendimi ister istemez onların karşısında buluyordum.
                Aramızda, politik kimliği kendi insanlığının ve insani ilişkiler kurmasının önüne geçmiş, benliği erimiş, benliğini bir başka daha büyük bir bizle tanımlayarak bencilliğini genişletmiş biri vardı, rahmetli Marx’ın kemikleri sızlamasa, kulakları çınlardı; mülkiyetin genişletilmesinin özel mülkiyetin ortadan kalkması anlamına gelmediğini söylediği gibi genişletilmiş bencillik hakkında da iki çift laf etmişliği olan bir adamdı. Ayrıca aramızda yine ilke yetersizliğinden muzdarip sol esnafı ekmekçiler de vardı; bir şeylerin değişmesinin önündeki asıl engellerin bu tür insanlar olduğunu düşünmekteydim ve yine aramızda yaşamasını zorlaştıran hayatın karşısında ayakta durmaya çalışan bir başka adam daha vardı. Haklı olarak, bembayaz saçları uzamaya başlamış, kesmediği kirli sakallı, sağlıksız görünen cildinden daha da kırmızı olan gözleri parlayan tam zamanlı alkolik o adamın yanında saf tuttum. Bana kendi takıldığı birası her yerden daha ucuz olan bir mekanı tavsiye ve tarif etti, benim nereye takıldığımı sordu, orasının pahalı olduğunu söyleyince de bize indirim yaptığını ama yine de onun mekan kadar hesaplı olmadığını söyledim.
*
                Karanlıkta yolunu şaşırıp, kaybolmuş, yalnızlıktan üşüyen kirpilerden başka bir şey değildik aslında. Bir şekilde, bir vesileyle, bilinçli veya tesadüfi belirli koşullar altında, bazı durumlarda bir araya gelsek de aslında yalnız yürüyen adamlardık.